İmdat Freni

bal ülkesi

Bal Ülkesi: Hatice’nin Yol Arkadaşı Arılar – Onur Aytaç

İstanbul Üniversitesi RTS öğrencisi Hakan Taşdemir’e

Yakın zamanda verilen 2020 – 92. Oscar Ödülleri’nde hem ‘En İyi Uluslararası Film’ hem de ‘En İyi Belgesel Film’ kategorisinde aday olarak gösterilen Honeyland/Bal Ülkesi, bu iki farklı dalda ilk kez bir filmin adaylığı söz konusu olduğu için gündeme geldi. Bu şekilde adı duyulan film, yakın zamanda Başka Sinema aracılığıyla Türkiye’de gösterildi. Yerel dillerini konuşurken filmde yer alan karakterlerin söylediklerini anlamak Türkçe bilen izleyiciler açısından çok zor olmadı. Bu ilgi çekici belgeseli çeken ekibin niyeti Kuzey Makedonya’da bir doğa belgeseli çekmek olsa da kovanlar ile tesadüfen karşılaşmamış olsalar ortaya bu türden orijinal bir yapıt çıkamayacaktı.[1] Böylesi hoş bir rastlantıyla başlıyor her şey, bunun üzerine merakla giden ekibin Hatice Muradova’yı bulması da uzun sürmüyor. Zira Avrupa’nın son kalan yaban arıcılarından biri olan Hatice; suyu, elektriği olmayan Bekirlice köyünde geleneksel yöntemlerle bal elde ediyor. Arılara bal üretim sürecinde bir anlamda yardımcılık yaparak endüstriyel arıcılık sektörünün yaptığı şekliyle onları sömürmüyor. Yayla arıcılığını ana geliri haline getiren Hatice, bu sömürünün dışında kalma çabasını da “Yarısı sana, yarısı bana” diyerek özetliyor. Hayata ve doğaya ‘paylaşım’ şeklinde yaklaşan Hatice’nin öyküsünün özünü balı arılarla bu sözlerle eşit bir biçimde paylaşması gösteriyor.

Hatice’nin arıların bal yapmasını sabırla bekleyişini ve onlarla kurduğu iletişimin sakinliğini gördüğümüzde güçlü olmaktansa bilge olmanın daha değerli olduğu bir yaşam pratiğiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bu bilgelik hali, Hatice’nin doğadan eve geçmesiyle de son bulmuyor. Özel alanda da yaşlı annesi Nazife’ye bakan Hatice, onunla kurduğu iletişimde de oldukça samimi görünüyor. Bunda üç senelik uzun çekim süreci boyunca yönetmenlerin Hatice ile kurdukları bağın etkisi oldukça fazla. Sadece bal satmak için Üsküp’e gittiğinde köyünden ayrıldığını gördüğümüz Hatice, dönüşte annesine aldığı muzları yediriyor mutlulukla. Bir açıdan bakıldığında takas yaptığı bile söylenebilir. Doğadan aldığını doğaya veren Hatice, bir anlamda döngüyü tamamlamış oluyor.

KÖYE GELEN MİSAFİRLER: HATİCE’NİN KOMŞULARI

Filmin ilerleyen bölümlerde Sam ailesinin karavanı ve hayvanlarıyla köye gelmesi sonucunda gördüğümüz manzara tamamen değişiyor. Çok çocuklu bu ailenin hayvanlarıyla kurduğu ilişki, Hatice’nin arılarıyla yaptığı yol arkadaşlığıyla taban tabana zıt. İnsan ve hayvan arasındaki egemenlik ilişkisinin bir temsilini yansıtan Sam ailesi, yeni doğan buzağının erkek olduğunu gördüğünde süt veremeyecek olmasından mütevellit üzülecek kadar çıkar odaklı. Erkek buzağıyı hor görme davranışını gerçekleştirenin ailenin çocuklarından biri olduğunu düşündüğümüzde bir zihniyetin aktarıldığını anlıyoruz ki bu da vahametin hangi boyutlara ulaştığını idrak etmemize yardımcı oluyor. Bu zihniyeti antroposen olarak tarif etmek mümkün. İnsan çağı olarak da adlandırılan bu dönemde yeryüzünün insan iradesinin boyunduruğu altında olması sebebiyle bu şekilde bir kategorileştirmeye başvuruluyor. Dünyanın kimyasal, jeolojik ve biyolojik olarak insan tarafından belirlendiğini ifade eden kavramı literatüre Paul Crutzen kazandırmış.

Doğayı insanın kullanımına sunulan bir kaynak olarak algılayan bu yaklaşımın bir örneği de Sam ailesinin babası Hüseyin tarafından sergileniyor. Köye dışarıdan gelen bir adamın isteği üzerine arıcılığı ticarileştirerek daha fazla hasat ve kâr elde etmek isteyen Hüseyin kendi kovanındaki tüm balı hasat ettiği için arılar Hatice’nin kovanlarındaki arılara saldırıyor. Hatice’den ilham alarak bal üretimine başlayan Hüseyin’i bu konuda özellikle uyaran Hatice’nin ‘Yarısı sana, yarısı bana’ deyişinin ardında yatan temel nedeni de anlamış oluyoruz. Kendisiyle arıları eşit düzlemde görüp doğanın parçaları olarak algılayan zihin ile kapitalist zihniyet arasındaki çatışma açığa çıkıyor. Köye gelen göçebe aileye başından beri eşlik edip yardımcı olmaya çalışan Hatice ile komşularının arası açılıyor.

UÇURUMUN KIYISINDA İNSANLIK

Filmin yönetmenlerinden belgeselin çekildiği bölgede eskiden 10 Türk köyü olduğunu öğreniyoruz. Ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu Türkiye’ye göç etmiş. Hatice gibi köye gelen göçebe aile de Türk. Netice itibariyle yaşanan anlaşmazlıklar sonucunda davalık oluyorlar. Bu da kimliğin –azınlık olunsa bile- her zaman birleştirici bir unsur olamayabileceğini gösteriyor. Azınlık vurgusunu yapmamın sebebi ise, Kuzey Makedonya’da 78 bin Türk’ün yaşaması. Bu rakam, ülkenin nüfusuna oranlandığında %4’e tekabül ediyor.

Bütün bu çatışma arasında annesiyle olan diyaloglarına şahit oluyoruz Hatice’nin. Bütün yaşantısına belgesel sayesinde tanık olmamızı sağlayan üslubun gözlemcilik olduğu söylenebilir. “Direct Cinema” (Dolaysız Sinema) olarak da adlandırılan bu eğilim, gerçeğin dışarıdan bakarak gösterilebileceğini savunur.[2] Gözlemin ve tanıklığın ön planda olması sebebiyle ‘duvardaki sinek’ metaforuyla da tariflenen bu belgesel yaklaşımının başarılı bir örneğini filmde görmek mümkün.

Özel hayatına ilişkin (evli olmaması vb.) konuları evinde annesiyle konuşurken öğrenmemiz de tesadüf olmasa gerek. Mekânla insan arasındaki bağı kurmada oldukça başarılı olan belgesel, bizlere sistemin göbeğinde yer almadan da bu hayatın yaşanabileceğini gösteriyor. Nazife’nin ölümüyle yaşamdan kirlenmeden veya az kirlenerek geçip gidilebileceği düşüyor akla. Hatice de bu geleneği sürdürüyor, annesinin vefatının ardından beslemeyi hiç ihmal etmediği köpeğiyle birlikte düşüyor yollara. Filmi bizler de yolculuğa çıkarak kapatıyoruz böylece.

Filmin açılış bölümünde tüm doğayı kamera aracılığıyla dolaşırken uçurumun kenarındaki kovanları da görmüştük. Daha sonraki bölümlerde Hatice’yi bu kovanlara ulaşmaya çalışırken uçurumun kenarından yürürken de gördük. Hatice, uçurumdan düşmeden doğayla barışık bir biçimde yoluna devam ediyor. Bizler de ya kıyametin jeolojik adı olan antroposen[3] ile beraber uçurumdan aşağı yuvarlanacağız Sam ailesiyle birlikte ya da Sennett’e kulak kabartarak[4] “Kanalİstanbul” gibi projelerin ‘çılgın’lığını fark edip doğayı talan etmeden eko-sosyalist perspektif ile buluşacağız.


[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51449655 (Yazı boyunca bu haberde yer alan bilgilerden yararlanılmıştır.)

[2] Detaylı bilgi için bkz. Can Candan, Altyazı Dergisi, Şubat 2012 sayısı, sf.76.

[3] http://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/tayfun-atay/kiyametin-jeolojik-adi-antroposen-988542

[4] https://www.gazeteduvar.com.tr/video/2020/02/14/duvar-ozel-richard-sennett-hukumet-planim-var-dediginde-sehir-olmeye-baslar/