İmdat Freni

Kapitalizm ve Gey Kimlik – John D’Emilio

LGBTİ+ Onur Haftası vesilesiyle John D’Emilio’nun daha önce yeniyol1.org sitesinde yayınlanmış olan 1983 tarihli bu klasik metnini tekrar yayınlıyoruz.

Geyler ve lezbiyenler için 1970’ler büyük kazanım yıllarıydı. Gey ve kadın özgürleşmesi hareketleri cinsel manada ülkenin manzarasını değiştirdi. Yüz binlerce gey ve lezbiyen açıldı ve açıkça hemcinslerini çekici bulduklarını duyurdu. Eyaletlerin yarısında sodomi yasalarının kaldırılmasını; lezbiyenlerin ve geylerin kamu istihdamından dışlanmasının kısmen azaltılmasını; birkaç düzine şehirde sivil hakların korunmasını; eşcinsel haklarının Demokrat Parti’nin programına dâhil edilmesini ve eşcinselliğin psikiyatrların kullandığı akıl hastalıkları listesinden çıkarılmasını başardık.

Büyük şehirlerde eşcinsel alt kültür büyüyerek gözle görülür hale geldi ve lezbiyen feministler özgürleştirici gelecek tasavvurunu gerçekleştirmek üzere alternatif kültür ve örgütlerin kuruluşuna öncülük ettiler.
Ancak 1980’lerde sağ kanadın etkili yükselişiyle, lezbiyenler ve geyler gelecek günleri temkinle karşıladılar. Geçmiş birkaç yılın yarattığı göreceli özgürlük ortamı ve kazanımlar kalıcı olmak için fazla yeniydi ve uzun soluklu olmayacak kadar da zayıf görünüyordu. Lezbiyen ve gey camianın bazı kesimlerinde felaket senaryoları yayılıyordu; sağın yegâne hedefinin “cinsel sapıklar” olduğu McCarthy Amerika’sı ve eşcinsellerin toplama kamplarına gönderildiği Nazi Almanya’sı ile kurulan benzerlikler ortalığı sarmıştı. Hemen her yerde kazanımlarımızın korunması ve daha da ileriye taşınması adına yeni taktiklerin gerekliliği hissediliyordu.
Bana öyle geliyor ki, yeni ve çok daha titiz bir gey tarih kuramı bu politik kaygının bir parçası olmalıdır. Gey özgürleşmesi 1960’ların sonunda henüz yeni filizlendiğinde, geyler ve lezbiyenler amaçlarını ve taktiklerini şekillendirmekte kullanabilecekleri tarihten yoksundular. Takip eden yıllarda, tarihimizin bilgisinden yoksun bir hareketin inşasında, biz de bir efsaneler bütünü icat ettik. Bu efsanevi tarih, zaman içinde geriye dönüp okuduğumuz kişisel deneyimlerden yararlanıyordu. Örneğin pek çok lezbiyen ve gey 1960’larda hemcinslerine olan arzularını ilk kez keşfettikleri zaman ne hissettiklerini anlamak ve adlandırmak imkânından yoksun, diğerlerinden habersiz ve yalnızdılar. Bu yüzden şimdi olduğu gibi geçmişte de susup saklanmanın, görünür olmamanın ve yalnızlığın gey yaşamının tipik özellikleri olduğu bir efsanevi geçmiş inşa ettik. Ayrıca maruz kaldığımız çok sayıda baskıcı düzenleme, kamusal uygulama ve kültürel inançtan ötürü fena halde karanlık bir geçmiş tasviri yarattık; buna göre gey özgürleşmesine kadar lezbiyenler ve geyler her daim ayrım gözetmeyen sistematik ve korkunç bir zulmün kurbanıydılar.
Bu efsaneler politik perspektifimizi sınırladı. Örneğin efsanelere olan bu inanç, bir taktik olarak açılmaya –sanki Amerika’daki her gey ve lezbiyen açılmış olsaydı, eşcinseller üzerindeki baskı ve zulüm de sona erecekti– körü körüne bağlanmamıza, homofobi ve heteroseksizmi yeniden üreten kurumsallaşmış uygulamaları görmezden gelmemize neden oldu. Zaman zaman da, özellikle de şu anki gibi zamanlarda, çaresi bulunmayacak bir umutsuzluk yaydı. Peki bizler, eşcinseller üzerindeki böylesine yaygın ve değişmez baskıyı nasıl teşhir edebiliriz?
Gey özgürlük hareketi içinde hemen her yerde kabul gören bir diğer tarihsel söylence de “ebedi eşcinsel” inancı. Özetle iddia edilen şuydu: Geyler ve lezbiyenler geçmişte her zaman vardılar ve gelecekte de her zaman olacaklar. Yalnızca şu an değil, tarih boyunca, her toplumda ve her devirde, her yerdeydik. Aslına bakılırsa bu inanç, eşcinsel özgürleşmesinin ilk yıllarında faydalı bir politik işlev de sağladı. Henüz varlığımızın inkâr edildiği veya bizi ruh hastası ya da ucube olarak adlandıran bir ideolojiyle mücadele ettiğimiz 1970’lerin başında “her yerdeyiz” iddiasında bulunmak güç vericiydi. Ancak son yıllarda, bu da en az homofobik tıbbi önermeler kadar bizleri kuşatarak mevcut eylemliliğimize ket vurdu.
Bu yazıda, bu mite karşıt olarak geylerin ve lezbiyenlerin her daim var olmadıklarını, aksine tarihin bir ürünü olarak varoluşlarının belirli bir tarihsel dönemde ortaya çıktığını ileri süreceğim. Ortaya çıkışları kapitalist ilişkilerle ilgilidir; kapitalizmin tarihsel gelişimi –özellikle serbest emek düzeni– yirminci yüzyılın ikinci yarısında çok sayıda kadın ve erkeğe kendilerini gey olarak adlandırma, benzer erkeklerle kadınların oluşturduğu bir topluluğun parçası olarak görme ve bu kimlik temelinde politik olarak örgütlenme imkânı sağlamıştır(1).  Son olarak da, bu tarihsel bakış açısından hareketle çıkarabileceğimiz birkaç politik ders önermek istiyorum.

Peki kapitalizmin serbest emek düzeniyle eşcinsellik arasındaki bağlar nedir? Kapitalizmin kimi özelliklerini gözden geçirerek başlayalım. Kapitalist düzende işçiler iki açıdan “serbesttirler”. İş arama, çalışabilme ve emeğimizi ücret karşılığı satın almak isteyen herhangi birine satma serbestliğine sahibizdir. Ama aynı şekilde emek gücümüz hariç herhangi bir şeyin mülkiyetinden de serbest haldeyizdir. Pek çoğumuz ihtiyacımız olan şeyleri üretecek araçlara ve toprağa sahip değildir, hayatını idame ettirmek için bir ömür çalışmak durumundadır. Başka bir deyişle pozitif anlamda emek gücümüzü satma serbestisine sahip olduğumuz gibi negatif anlamda başka bir alternatiften de azadeyizdir. Bu diyalektik –sömürü ve sınırlı ölçüde özerklik arasındaki daimi etkileşim– kapitalist düzen içinde yaşamış olan herkesin hikâyesini anlatmaktadır.
Sermaye –yani daha çok para için kullanılan para– genişledikçe serbest emek sistemi de genişler. Sermaye ise çeşitli yollarla genişler. Genellikle aynı yerdeki küçük işletmelerin büyük işletmelere dönüşmesiyle ama bununla birlikte, örneğin, kılık kıyafet dikimi, ekmek yapımı gibi yeni üretim alanlarını ele geçirerek genişler. Son olarak, sermaye coğrafi olarak genişler. ABD’de kapitalizm esasen güneyde köleliğin hakim düzen olduğu ve yerli Amerikan halklarının kıtanın batı yarısını işgal ettikleri bir zamanda, kuzeydoğuda kök saldı. On dokuzuncu yüzyıl boyunca sermaye Atlantik’ten Pasifik’e yayıldı ve yirminci yüzyılda ABD sermayesi dünyanın hemen her kısmına nüfuz etti.
Sermayenin genişlemesi ve ücretli emeğin yayılması çekirdek ailenin yapısında ve işleyişinde, aile hayatı ideali ve heteroseksüel ilişkilerin anlamında derin bir dönüşüm yarattı. Kolektif gey yaşamın çehresiyle doğrudan bağlantılı olan değişimler, işte ailedeki bu değişimlerdir.
On yedinci yüzyıl New England’ında beyaz koloniciler, esasen kendi kendine yeten, bağımsız ve ataerkil aile birimlerinden oluşan ve hane halkı ekonomisi etrafında yapılandırılmış köyler inşa ettiler. Erkekler, kadınlar ve çocuklar ailenin erkek reisinin sahip olduğu toprakları işlerdi. Erkekler ve kadınlar arasında bir işbölümü bulunmasına rağmen, aile esasında her bir üyesinin hayatını idame ettirmesinin tümünün işbirliğine bağlı olduğu ve üyeleri arasında karşılıklı bağımlılığın olduğu bir üretim birimiydi. Hane, ham çiftlik ürünlerinin kadınlar tarafından işlenerek günlük tüketilen yiyeceklere, giyeceklere, sabunlara ve mumlara dönüştürüldükleri bir atölye; kadın-koca ve çocukların tükettikleri malları bir arada çalışarak hep birlikte ürettikleri bir yerdi.
On dokuzuncu yüzyıldan itibaren hane içi bu üretim gerileyerek azaldı. Kuzeydoğuda sermaye sahibi tüccarlar meta üretimi ticaretinden biriken parayla yatırım yaptıkça, ücretli emek daha yaygın hale geldi. Erkekler ve kadınlar, kolonyal dönemin kendine fazlasıyla yeter haldeki hane halkı ekonomisinden serbest emeğin kapitalist düzenine doğru geçirildiler. On dokuzuncu yüzyılda kadınlar için ücret karşılığı çalışmak evlilik sonrası nadiren sürse de erkekler için kalıcı bir duruma dönüştü.
Böylece aile artık bağımsız bir üretim birimi olmayan ama buna rağmen üyelerinin karşılıklı bağımlığını koruyan bir hale geldi. Kapitalizm henüz çok fazla genişlemediği ve tüketim mallarının üretimini ele geçirmediği –ya da toplumsallaşmadığı– için gerekli hane içi emeği doğrudan harcayanlar hâlâ kadınlardı. Ailelerin çoğu tahıl tarımını sürdürmeyi bırakmış olsa da kadınlar, eşlerinin ücretleriyle satın aldıkları undan ekmek yapmayı ya da satın aldıkları kumaşlardan aileleri için kılık kıyafet dikmeyi sürdürdüler. 1800’lerin ortası itibariyle kapitalizm birçok ailenin ekonomik öz yeterliliğini ortadan kaldırmış durumdaydı, ancak aile üyelerinin karşılıklı bağımlılığı sürdü.
Aile tabanlı ekonomiden tam anlamıyla gelişmiş bir kapitalist serbest emek ekonomisine geçiş çok yavaş, neredeyse iki yüzyılda gerçekleşti. 1920 gibi geç bir tarihte bile ABD nüfusunun yüzde ellisi 2500 kişiden az topluluklar halinde yaşamaktaydı. Yirminci yüzyılın başlarında siyahların büyük çoğunluğu serbest emek düzeninin dışında, ırgatlık düzeni içinde aileleriyle mülksüz kirada yaşamaktaydı. Bağımsız tarım üretimi milyonlarca Amerikalının hayat tarzı olmaya devam ettiği gibi, kasabalarda ve küçük kentlerde kadınlar yiyecek yetiştirmeyi ve işlemeyi, kıyafet dikmeyi ve diğer ev işleriyle meşgul olmayı sürdürdüler.
Ancak bu değişimin ağırlığını doğrudan hisseden insanlar için aile, yalnızca karın doyurulan, mal mülk temin edilen maddi bir kurum değil; duygusal doyum ve mutluluğa da erişilen manevi bir birim olarak da yeni bir önem kazandı. 1920’lerden itibaren beyaz orta sınıfın aile ideali aileyi, kadın ve erkeğin birbirlerini tatmin edecekleri, karşılıklı ilişkilerini zenginleştirerek çocuklarını büyütecekleri ortamı sağlayan bir araç olarak tanımlıyordu. Böylece aile üretimin ve çalışmanın kamusallığından keskin sınırlarla ayrı ve bağlantısız tutulan “özel hayat”ın mekânı haline geldi.(2)
Heteroseksüel ilişkilerin de anlamı değişti. New England kolonisinde, doğurma yaşındaki kadın başına ortalama yedi çocuk düşüyordu. Erkek ve kadınlar çocuk emeğine ihtiyaç duyuyordu. Çoluk çocuk sahibi olmak, hayatı idame ettirmek için tahıl üretimi kadar zaruriydi. Seks üremenin emrindeydi. Püritenler heteroseksüellikten ziyade evliliği övüyorlardı; evlilik bağı dışında kalan tüm cinsel pratikleri kınıyorlar ve sodomi ile heteroseksüel zina arasında bile net bir ayrım yapmıyorlardı.
Fakat 1970’lerde, doğum oranı, doğurgan kadın başına ortalama iki çocuğa geriledi. Doğum oranındaki azalma, İkinci Dünya Savaşı ertesindeki istisnai artışa rağmen, kapitalist üretim ilişkilerinin yayılmasıyla paralellik göstererek iki yüzyıldır devam ediyor. Bu gerileme, gebelik önleyici donanımlara ve kürtaja erişim kısıtlanırken bile sürdü. Bu düşüş, şehirli ve köylü aileler, siyahlar ve beyazlar, Beyaz Protestan Amerikalılar ve diğer etnik gruplar, orta sınıf ve işçi sınıfı olmak üzere nüfusun her kesimini kapsadı.
Böylece ücretli emeğin yayılması ve üretimin toplumsallaşması, cinselliğin üremenin “emrinden” çıkmasını mümkün kıldı. İdeolojik olarak, heteroseksüel pratik, yakınlık kurmanın, daha mutlu olmanın ve tatmin olmanın bir aracı haline geldi: Haneyi ekonomik bağımsızlığından mahrum bırakan ve üremenin cinsellikten ayrılmasını teşvik eden kapitalizm, bazı kadın ve erkeklerin kişisel hayatlarını hemcinslerine duydukları cinsel/duygusal çekime göre düzenlemelerinin koşullarını yarattı. Kapitalizm, lezbiyenlerden ve geylerden oluşan kentli toplulukların oluşmasını ve yakın geçmişte cinsel kimlik merkezli bir politikayı mümkün kıldı.

New England kolonisinin mahkeme kayıtları ve kilise vaazları, erkek ve kadın eşcinsel davranışının 17. yüzyılda var olduğunu kanıtlıyor. Ancak eşcinsel davranış eşcinsel kimlikten farklı bir şeydir. Gayet açık bir şekilde, kolonyal üretim sisteminde kadınların ve erkeklerin gey olmalarına olanak verecek bir “toplumsal mekân” yoktu. Hayatı idame ettirmek çekirdek aileye katılımın etrafında yapılandırılmıştı. Bireylerin belirli eşcinsel eylemleri –erkekler arasında sodomi, kadınlar arasında “uçarılık”– vardı fakat aile öylesine nüfuzluydu ki kolonyal toplum bir kişiyi tanımlamak için gey veya lezbiyen gibi kategorilere bile sahip değildi.  Bazı erkek ve kadınların hemcinslerine karşı cinslerinden daha güçlü bir çekim duymaları gayet mümkündü –hatta bazı kolonyal mahkeme kayıtları “doğal olmayan” çekimlerinde ısrar eden erkeklere atıfta bulunurlar– fakat bu tercihten bir yaşam tarzı çıkarılamazdı. Massachusetts kolonisi bekâr yetişkinleri aile dışında yaşamaktan men eden yasalara bile sahipti.(3)

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kapitalist serbest emek düzeni yerleştikçe bu durum da fark edilir şekilde değişiyordu. Önceden bağımsız aile birliğinin bir parçası olarak geçimlerini sağlayan bireylerin hayatlarını serbest emek üzerinden sağlamasıyla birlikte, eşcinsel arzunun bir kişisel kimlikle kaynaşması mümkün oldu — heteroseksüel aile dışında kalabilme ve hemcinsine duyduğu çekim üzerinden bir hayat kurabilme üzerinde temellenen bir kimliktir bu. Yüzyılın sonunda, hemcinslerine duydukları cinsel alakayı fark eden bir erkek ve kadınlar sınıfı, bu alakayı onları çoğunluktan ayıran bir özellik olarak gördüler ve kendilerine benzeyenlerin peşine düştüler. Bu erken gey döneminde yaşayanlar geniş bir toplumsal yelpazeden gelmekteydiler: Devlet memurları ve şirket yöneticileri, mağaza tezgâhtarları ve profesörler, fabrika işçileri, papazlar, avukatlar, aşçılar, hizmetçiler, berduşlar ve başıboş zenginler, erkekler ve kadınlar, siyahlar ve beyazlar, göçmenler ve yerliler.
Bu dönemde geyler ve lezbiyenler birbirleriyle tanışma yolları icat etmeye ve grup hayatı sürdürmeye başladılar. Daha yirminci yüzyılın başlarında büyük kentlerde gey barları mevcuttu. Geyler, New York’taki Riverside Drive ve Washington’daki Lafayette Parkı gibi seyir yerlerini mesken tuttular. St. Louis’de ve başkentte, yıllık “drag ball”lar çok sayıda siyah geyi bir araya getirmişti. Umumi hamamlar ve YMCA’lar (Genç Hıristiyan Erkek Birlikleri) geylerin buluşma yerleri haline geldi. Lezbiyenler edebiyat toplulukları ve özel sosyal kulüpler oluşturdular, işçi sınıfından bazı kadınlar daha iyi maaşlı bir iş elde etmek için erkekliğe “geçtiler” ve dışarıdan eş gibi görünen diğer lezbiyen çiftlerle birlikte yaşadılar. Kadın kolejlerinin fakültelerinde ve yerleşim birimlerindeki evlerde, kadınların kurduğu profesyonel dernek ve kulüplerde, lezbiyen dostluklarla desteklenmiş ömür boyu süren sıkı ilişkiler görülebilir. 1920 ve 1930’larda, New York ve Chicago gibi büyük şehirler lezbiyen barlara ev sahipliği yapıyordu. Hayatın bu renkleri çeşitlenebiliyordu çünkü kapitalizm bireylere ailenin sınırlarının ötesinde hayatta kalabilmeleri imkânını vermişti.(4)
Aynı anda eşcinsel davranışın ideolojik tanımlamaları da değişime uğradı. Doktorlar eşcinselliği kişiye içkin, onun “tabiat”ının bir parçası, doğuştan gelen bir özellik olarak tasvir ederek eşcinsellik hakkındaki teorileri geliştirdiler. Bu yeni teoriler önceden keşfedilemeyenlerin izahı, çığır açıcı bilimsel buluşlar olmaktan ziyade özel hayatın yeni düzenleniş biçimine ideolojik bir yanıtı temsil ediyordu. Bu tıbbi kuramın yaygınlaşması eşcinsel arzularını deneyimleyen kadınların ve erkeklerin zihinlerini etkiledi ve dolayısıyla bu insanlar kendilerini cinsel hayatları üzerinden tanımlar hale geldiler.(5)
Gey kimliğinin ve yaşantısının aldığı yeni şekiller, kapitalist toplumlarda fazlasıyla hissedilir olan cinsiyet, ırk ve sınıfa dayalı ayrışmayı da yansıtmaktadır. Örneğin beyaz geyler geleneksel olarak lezbiyenlere nazaran daha görünür haldeydiler. Sokaklar, parklar ve barlar, bilhassa geceleri, “erkek mekânları”ydılar. Dolayısıyla beyaz geylerin daha çok görünür olması sayılarının fazla olmasına da yansıdı. Kinsey’in 1940’lar ve 1950’lerdeki çalışmaları kadınlara nazaran daha fazla erkeğin ağırlıklı olarak eşcinsel geçmişe sahip olduğunu bulguladı. Bana öyle geliyor ki bu duruma, kapitalizmin kadınlara kıyasla çok daha fazla sayıda erkeği daha yüksek ücretler karşılığı iş gücüne dâhil etmesi neden olmuştur. Zira kadınların erkeklere ekonomik olarak bağımlı kalması daha muhtemelken, erkekler karşı cinsle ilişkilerinden bağımsız bir özel hayatı çok daha kolayca kurabilirlerdi. Kinsey ayrıca eğitim-öğretim seneleri ve lezbiyen pratikler arasında da kuvvetli bir pozitif korelasyon buldu. Öyle ki, kendilerini geçindirme imkânı işçi sınıfından hemcinslerine nazaran daha fazla olan yüksek tahsilli beyaz kadınlar, erkeklerle ilişkiye girmeksizin kolayca hayatlarını idame ettirebiliyordu.(6)
Yirminci yüzyılın başlarında, göçmen işçiler arasında örülü olan yakın akraba ağları, aile dayanışması anlayışı ve bireysel özgürlük üzerindeki kısıtlamalar eşcinselliği sürdürülmesi zor bir seçenek haline getirdi. Öte yandan, apaçık nedenlerle olmasa da, kentli siyah topluluklar nispeten eşcinselliğe karşı hoşgörülü görünüyordu. 1920 ve 1930’larda “B.D. Woman”, “Prove It on Me”, “Sissy Man”, “Fairy Blues” gibi lezbiyen ve gey temalı şarkıların popülerliği, beyaz Amerikalı adetlerine aykırı bir eşcinsel dışavurumun aleniliğini akla getiriyor. Kinsey ayrıca 1940’larda, Birleşik Devletlerin batı kırsalındaki erkekler arasında eşcinselliğin yaygın bir vaka olmasına rağmen, büyük şehirli erkeklerin aksine, gey kimlik bilincinin pek az olduğunu saptadı. Yani kapitalizm giderek daha çok sayıda bireyi ücretli emekçiye dönüştürerek ve de geleneksel cemaatlerinden kopararak homojenleştirici bir etki yaratsa da farklı insan toplulukları bu süreçten farklı biçimlerde etkileniyordu.(7)
Dikkate değer sayıda erkek ve kadının hemcinslerine yönelik cinsel/duygusal tercihlerini uygulama yönündeki kararlılıkları ve bu tercihlerinin onları farklı kıldığının ayırdına varılması, geylerin ve lezbiyenlerin bir kent alt kültürü yaratmalarını sağladı. Fakat en azından 1930’lar boyunca bu alt kültür güdük, istikrarsız ve bulunması zor olarak kaldı. Peki o zaman gey özgürlük hareketi patladığında halihazırda var olan bu karmaşık, gelişkin gey topluluk nasıl gün ışığına çıkmıştı? Yanıt, birkaç on yıllık kümülatif değişimlerin niteliksel anlamda yeni bir biçime büründüğü İkinci Dünya Savaşı zamanlarında bulunabilir.
Savaş, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ve cinselliğin geleneksel tezahürlerini ciddi biçimde bozdu ve geçici olarak eşcinsel dışavuruma olanak sağlayan yepyeni bir erotik durum yarattı. Cinsel kimlikleri henüz oluşan milyonlarca genç erkek ve kadını evlerinden, kasabalarından, şehirlerinden ve ailelerinin heteroseksüel ortamından kopararak GI, WAC (Women’s Army Corps) ve WAVE (Women Accepted for Volunteer Emergency Service) gibi cinsiyet temelli ayrımların hüküm sürdüğü durumların ortasına bıraktı. Zaten lezbiyen/gey olan kadınlar ve erkekler için kendileri gibi olan başkaca insanlarla tanışma fırsatı sağladı; diğerleri lezbiyen/gey olabildi çünkü savaş cinselliği keşfetmek için geçici bir özgürlük sağlamıştı.(8)
Lisa Ben örneğin savaş sırasında açılmıştı. Büyüdüğü küçük California kasabasından ayrılmış, iş bulmak için Los Angeles’a gelmiş ve kadınların yatılı kaldığı bir yurtta yaşamaya başlamıştı. Burada ilk kez lezbiyenlerle tanıştı, onlarla beraber gey barlara gitti, başka gey kadınlarla tanıştı. Donald Vining içinde barındırdığı eşcinsel arzulara rağmen çok sınırlı tecrübeye sahip genç bir gey erkekti. Savaş sırasında New York’a taşındı ve büyükçe bir YMCA’de çalıştı. Günlüğünde işyerinde, yaşadığı erkek yurdunda, parklarda, barlarda ve sinema salonlarında askerlerle, denizcilerle, bahriyelilerle ve sivillerle yaşadığı çok sayıda cinsel maceraya tanıklık ederiz. New York gibi liman kentlerinde, Vining’in de çalıştığı YMCA gibi yerlerde kalan çok sayıda asker vardı. 1940’larda San Francisco’daki gey erkeklerin sözlü tarih anlatılarına odaklanan Allan Bérubé, şehirde bir gey erkek cemaatinin biçimlenmesinde savaş yıllarının kritik bir rol oynadığını ortaya koymuştur. San Jose, Denver ve Kansas City gibi farklı yerlerde ilk gey barlar 1940’larda ortaya çıktı. Ciddi baskı uygulamalarının dahi müspet etkilerinden bahsedilebilir. Iowa’nın Davenport şehrinden bir lezbiyen olan Pat Bond 1940’larda WAC’ye katılmıştı. Pasifik bölgesinde yüzlerce lezbiyenle birlikte WAC’tan atılan Bond bir daha Iowa’ya geri dönmedi, lezbiyen cemaatinin bir üyesi olarak San Francisco’da kaldı. Daha kaç kadının ve erkeğin bu türden deneyimleri vardır? Daha kaç şehir lezbiyen ve gey erkek cemaatlerinin bu denli hızla patladığına tanıklık etmiştir?(9)
1940’ların lezbiyenleri ve geyleri öncüydüler. Arzularına göre hareket etme kararlılıkları, geylerin ve lezbiyenlerin kentli alt kültürlerinin temellerini oluşturdu. 1950 ve 1960’lar boyunca, lezbiyen/gey alt kültürün büyümesi ve istikrara kavuşmasıyla birlikte açılan lezbiyen ve geylerin geçmişe nazaran başkalarını bulması kolaylaştı. Gazeteler ve dergiler lezbiyen/gey yaşamını betimleyen yazılar yayınladılar. Gerçekten de lezbiyen temalı yüzlerce roman yayımlandı.(10) Psikanalistler, gey danışanlarının cinsel partner bulabilmelerini kolaylaştıran yeni düzenden yakınmaya başladılar. Massachusetts, New York, Güney Carolina ve Iowa gibi yerlerde gey barlar açıldı. 1950 ve 1960’larda gey yaşam ülke çapında büyük bir olay haline geldi. 1969’da New York’ta lezbiyen/gey özgürleşme hareketini başlatan Stonewall İsyanı’nın patlak verdiği an hiç de sessiz, görünmez ve yalnız değildik.
Kitle hareketi için lezbiyen/gey topluluğun olması bir önkoşul olsa da lezbiyenlerin ve geylerin baskılanması, kitlesel hareketi var eden yegâne sebepti. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, alt kültür genişleyip daha görünür hale geldikçe, devlet tarafından uygulanan baskı da daha sistematik ve kapsayıcı hale gelerek şiddetlendi. McCarthy döneminde sağ, “cinsel sapıkları” günah keçisi ilan etti. Eisenhower, lezbiyenlerin ve geylerin federal devlet tarafından istihdamına topyekûn yasak koydu. Askeriyeden kovulan lezbiyen eşcinsel erkeklerin sayısında muazzam bir artış oldu. FBI, The Daughters of Bilitis ve The Mattachine Society gibi lezbiyen/gey örgütlerinin ve buluşma yerlerinin kapsamlı gözetimini başlattı. Posta Merkezi, geylerin yazışmalarını damgalayarak patronlarına eşcinsel faaliyete delil olarak yolladı. Kentlerin ahlak büroları özel mülkleri bastı, lezbiyen ve gey barları temizledi, umumi yerlerde geyleri tuzağa düşürdü ve yerellerdeki cadı avlarını teşvik etti. Lezbiyen/gey olmanın imkânları genişledikçe yol açtığı tehlikeler de arttı. Lezbiyen/gey özgürleşmesi hareketi bu çelişkiye bir yanıttı.
1970’ler boyunca lezbiyenler ve geyler önemli kazanımlar elde etmiş ve var olmak için güvenli bir toplumsal mekân açmış olsalar da heteroseksizm ve homofobiye nihai bir darbe indirebildiklerini iddia edemeyiz. Eşcinsellere uygulanan baskı ve zulmün devletin yasal zemininden çıkarak lezbiyenlere ve geylere uygulanan açık fiziksel saldırılar şeklindeki şiddete kaydığı da savunulabilir. Hareketimiz büyüyüp görünür hale geldikçe kazanımlarımızı tehdit eden bir ters tepkiye de neden oldu. Bu Yeni Sağ muhalefet önemli ölçüde “aileyi yücelten” bir hareket halini aldı. Peki yapısı lezbiyen/gey kimliğin ve kentli lezbiyen/gey toplulukların ortaya çıkışını mümkün kılan kapitalizm, nasıl olur da geyleri ve lezbiyenleri kabul edemez? Ve ne için hetoroseksizm ve homofobi karşı mücadeleye bu denli dayanıklıdır?
Bana kalırsa yanıt kapitalizmle aile arasındaki çelişkili ilişkide bulunabilir. Daha önce belirttiğim gibi, kapitalizm bir taraftan aile üyeleri arasındaki bağları bir arada tutan ekonomik işlevleri yok ederek çekirdek ailenin maddi temelini tedricen ortadan kaldırmıştır. Daha fazla yetişkin serbest emek düzenine çekildikçe ve sermaye alanını genişleterek hayatımızı idame ettirmek için ihtiyaç duyulan çoğu mal ve hizmeti meta olarak ürettikçe, kadınları ve erkekleri ailelerine iten güçler zayıfladı. Öte yandan kapitalist toplum ideolojisi aileyi istikrarlı, samimi insani ilişkilere olan ihtiyacımızın sağlandığı, sevginin, şefkatin ve duygusal güvenin kaynağı olarak kutsuyordu.
Özel yaşamda çekirdek ailenin baskın hale gelmesi tesadüf eseri değil. Her toplum üreme ve çocuk yetiştirme için yapılara ihtiyaç duyar, fakat ihtimaller sadece çekirdek aileyle kısıtlanamaz. Bununla birlikte özelleştirilmiş aile, kapitalist üretim ilişkilerine çok uygundur. Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırırken toplumsallaşmış emeğin ürünlerinin özel mülk sahiplerince muhafaza edilmesini sağlıyordu. Son iki yüzyılda çocuk yetiştirmek birçok açıdan, bir zamanlar ana-babaya ait olan işlevleri devralan okullar, medya, akran grupları ve işverenler sayesinde toplumsallaştı. Gel gelelim kapitalist toplum, çocuk yetiştirme ve üremenin hususi uğraşlar olduğunu, çocukların ailelerine “ait olduklarını” ve onların tasarrufunda bulunduklarını kabul eder. Kapitalizm ideolojik olarak insanları heteroseksüel ailelere yönlendirir ve her kuşak mahrem ve kişisel ilişkilerin heteroseksist modelini içselleştirirek büyür. Kapitalizm esasen aileleri bir zamanlar bir arada tutan bağları zayıflatır, bu yüzden de bireylerin mutluluk ve duygusal güven beklentilerinin yerini güvensizlik deneyimi alır. Böylece kapitalizm aile hayatının maddi temellerini derinden sarsarken lezbiyenler, geyler ve heteroseksüel feministler düzenin toplumsal istikrarsızlığının sorumlusu ilan edilirler.
Lezbiyen/gey kimliğinin ve topluluklarının tarihsel olarak, pek çok kuşağı kapsayan kapitalist gelişim sürecinin bir sonucu olduğunu; yani her daim nüfusun bir kısmını oluşturan değişmez bir toplumsal azınlık olmadığımızı öne sürdüm. Bir yüz yıl öncesinden, bir kırk yıl öncesine nazaran şu an daha fazlayız ve gelecekte de daha fazla olacağız. Lezbiyen/gey olanlar ve olmayanlar tarafından öne sürülen cinsel yönelimin erken yaşlarda belirlendiği ve toplumdaki çok sayıda görünür geyle lezbiyenin, medyanın ve okulların gençlerin cinsel kimlikleri üzerinde hiçbir etkisi olmayacağı iddiaları yanlıştır. Kapitalizm, bazı insanlara eşcinsel arzuyu hayatlarının merkezi olarak dışavurmalarının maddi koşullarını yarattı. Şu an politik hareketimiz farkındalık yaratıp insanlara yönelimlerini ifade etmelerini kolaylaştıracak ideolojik koşullar yaratıyor.
Bu iddia tabii ki siyasi muarızlarımızın en kötü korkularını ve en tutucu söylemlerini pekiştiriyor. Buna karşı bizim cevabımız, eşcinsel ilişkilerin kötü, vasat, ikincil bir seçenek olduğu inancına meydan okumak olmalı. Yalnızca eşcinseller eşcinsel olduğu için toplumun bizi hoş görmek konusunda endişeye kapılması gerekmediğini vaaz eden oportünist savunma hattına çekilmemeliyiz. Bu hat hâlihazırda lezbiyen ve gey olanları ilgilendiren bir azınlık grubu analizi ve bir yurttaş hakları stratejisinden başka bir şey vermez bize.  Bugünün gençliğini –yarının lezbiyenlerini ve geylerini– ise kurtulmak için bir ömür uğraşacakları heteroseksist kalıpları içselleştirmiş olarak bırakır.
Buna ek olarak, kapitalizmin cinselliği üremeden ayırdığını öne sürdüm. Artık cinsel arzunun üremeyi sağlayan zorunluluklara indirgenmesine gerek yoktur; cinsel arzunun dışavurumu yaygın şekilde bir tercih meselesi haline geldi. Lezbiyen/gey ilişkilerimiz üretken alanın dışında kaldığı için lezbiyenler ve geyler açıkça bu ayrışmayı belirgin kılarlar. Cinsel tercihlerimizin kabulü sonuçta toplumun cinsel dışavurumu olumlu, hayatı zenginleştiren bir oyun olarak görme isteğine bağlıdır. Hareketimiz bir “azınlığın” mücadelesi olarak başlamış olabilir, fakat şimdi “özgürleştirmek” için uğraşmamız gereken, tüm insanların özel hayatlarının bir parçası, cinsel dışavurumdur.(11)
Son olarak, kapitalizm ve aile arasındaki ilişkinin temelden çelişkili olduğunu öne sürdüm. Bir taraftan, kapitalizm aile hayatının maddi temelini durmadan zayıflatarak bireylerin ailelerinden ayrı yaşayabilmelerine ve lezbiyen/gey kimliklerinin oluşmasına olanak sağlar. Öte yandan, kadınların ve erkeklerin, en azından gelecek kuşağın işçilerini üretecek kadar, aileleriyle birlikte olmalarına gerek duyar. Ailenin baskın bir ideal haline gelmesi, kapitalist toplumda yalnızca çocuk doğurmayı değil, heteroseksizmin ve homofobinin yeniden üretimini de güvence altına alır. En temel anlamıyla, problem kapitalizmdir.(12)
Kapitalizmin yarattığı bu toplumsal istikrarsızlığın siyasi mağduru ve günah keçisi olarak kalmaktan nasıl kurtuluruz? Bu çelişkili ilişkiyi özgürleşme yönünde nasıl kullanırız?
Geyler ve lezbiyenler heteroseksüel çekirdek ailenin sınırlarının ötesindeki toplumsal alanda var oluyorlar. Topluluklarımız bu toplumsal mekânda oluştu. Hayatı idame ettirmemiz ve özgürlüğümüz, yalnızca kendimiz değil herkes için o alanı savunabilmemize ve genişletebilmemize bağlı. Bu, bir yanıyla geleneksel heteroseksüel aile birimlerinin dışında yaşama imkânını genişleten konuları desteklemek anlamına geliyor: Kürtaj hakkı ve Eşit Haklar Tasarısı’nın onaylanması, siyahların ve kadınların mücadelesi, kamunun finanse ettiği kreşler ve diğer temel sosyal hizmetler, makul emeklilik ödemeleri, tam istihdam, gençlerin hakları, yani bir başka deyişle, kişisel özerkliğin maddi temelini sağlayan programlar ve uygulamalar.
Genç bireylerin hakları bilhassa önemlidir. Çocukların aileye bağımlı ve onlara ait oldukları kabulü, öyle derinden kökleşmiş ki, özellikle cinsel dışavurum ve tercihlerinde özerk insanlar olarak davranmalarının nasıl olacağını güç bela tahayyül edebiliyoruz. Bu gerçekleşene kadar lezbiyen/gey özgürleşmesini tam manasıyla başarabilmemiz mümkün olmayacak.
Ancak kişisel özerklik hikâyenin yalnızca bir yarısı. Ailenin istikrarsızlaşması, insanların kişisel ilişkilerinde tecrübe ettikleri geçicilik ve güvencesizlik hissi bir an önce çözüme kavuşturulması gereken hakiki toplumsal sorunlardır. Kişisel yaşama dair bu güçlükleri aşacak politik çözümlere ihtiyacımız var. Ancak bu çözümler aile taraftarı pozisyonun radikal bir versiyonundan, aileyi güçlendirmeyi kendine hedef olarak koyan bir sol kanat pozisyonundan ibaret olmamalı. Sosyalistler endüstriyel kapitalizmin neden olduğu sömürü ve eşitsizliklere yanıt olarak aile çiftliklerine ya da zanaatkar üretim biçimlerine geri dönme çağrısı yapmazlar. Bizler kapitalizmin üretimi toplumsallaştırarak mümkün kıldığı muazzam üretkenlik artışını onun ilerici unsurlarından biri olarak değerlendiririz. Dolayısıyla mutlu ailenin var olduğu o altın çağa geri dönmeye çalışmanın bir anlamı yok.
Bununla birlikte aileyi yalnızlaştıran, özellikle çocuk bakımını şahsileştiren duvarları yıkacak oluşumlara ve programlara ihtiyacımız var. Mahallenin veya işçilerin denetlediği kreşlere, mahremiyetin ve topluluğun aynı anda var olacağı meskenlere, mahalle kurumları –tıbbi kliniklerden gösteri merkezlerine– gibi her birimizin içinde güvenli bir yer bulduğu toplumsal birliği genişletecek şeylere ihtiyacımız var. Çekirdek ailenin ötesinde aidiyet hissedebileceğimiz yapılar yarattıkça, aile önemli ölçüde sönümlenecektir. Duygusal güvenliğimizle çekirdek aile arasındaki bağ ortadan kalkacaktır.
Bu bakımdan lezbiyenler ve geyler özel bir rol üstlenmek durumundadırlar. Hâlihazırda ailelerinden dışlanmış pek çoğumuz, hayatımızı idame ettirmek için kan bağına veya resmi belgeye dayanmayan, irademizle seçtiğimiz ve geliştirdiğimiz dayanışma ağları yaratmalıydık. Sivil haklar kampanyalarına destek vermek kadar “duygusal bir birliktelik” inşa etmek de politik hareketimizin bir parçası olmalı. Ancak bu yolla sömürü, baskı ve zulmün yerine eşitlik ve adalet üzerine bina edilmiş, özerklik ve güvenliğin birbirini engellemek yerine bir arada var olabildiği bir toplum tahayyülü içinde kişisel ilişkilerimizi şekillendirebiliriz.

Çeviri: M. Efe Fırat – Arda Çiltepe

Kaynak: Powers of Desire: The Politics of Sexuality, Ann Snitow, Christine Stansell, and Sharon Thompson (eds), New York: Monthly Review Press, 1983.

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….

(1) Buradaki niyetim, gey kimliğinin tarihsel değişimin bir ürünü olduğu iddiasının benden önce dillendirilmemiş olduğu değil elbette ki. Örnek olarak bkz. Mary McIntosh, “The Homosexual Role,” Social Problems 16 (1968), 182-92; Jeffrey Weeks, Coming Out: Homosexual Politics in Britain (New York: Quartet Books, 1977). Aynı iddia şurada da bulunabilir: Michel Foucault, The History of Sexuality, vol 1: An Introduction (New York: Pantheon, 1978). Ancak bu görüş azınlıkta kalmış bir bakış açısını temsil eder, üstelik anılan bu çalışmalar bir üretim sistemi olarak kapitalizmin gey ve lezbiyen kimliğinin ortaya çıkışına nasıl imkân verdiğine dair detaylı bir açıklama getirmez. “Ebedi eşcinsellik” tezinin bir örneği olarak bkz. John Boswell, Christianity, Social Tolerance and Homosexuality (Chicago: University of Chicago Press, 1980). Bu çalışmada “gey insanlar” on beşinci yüzyıl Akdeniz’inden batı Avrupa tarihine değişmeyen bir toplumsal kategori olarak kalırlar.

(2) Bkz. Eli Zaretsky, Capitalism, the family, and Personal Life (New York: Harper and Row, 1976); Paula Fass, The Damned and the Beautiful: American Youth in the 1920s (New York: Oxford University Press, 1977).

(3)(Robert F. Oaks, “‘Things Fearful to Name’: Sodomy and Buggery in Seventeenth-Century New England,” Journal of Social History 12 (1978): 268-81; J.R. Roberts, “The Case of Sarah Norman and Mary Hammond,” Sinister Wisdom 24 (1980): 57-62; Jonathan Katz, Gay American History (New York: Crowell, 1976), ss. 16-24, 568-71.

(4)1870-1940 arası döneme dair belgeler için bkz. Katz, Gay American History ve a.g.y. Gay/Lesbian Almanac (New York: Crowell, 1983). Ayrıca Allan Bérubé, “Lesbians and Gay Men in Early San Francisco: Notes Toward a Social History of Lesbians and Gay Men in America,” yayımlanmamış makale, 1979; Vern Bullough ve Bonnie Bullough, “Lesbianism in the 1920s and 1930s: A Newfound Study,” Signs 2 (Yaz 1977): 895-904.

(5)Tıbbi modele dair bkz. Weeks, Coming Out, pp. 23-32. Bu tıbbi modelin kadın ve erkeklerin bilinçleri üzerinde yarattığı etkiye dair bkz. Louis Hyde (ed.), Rat and the Devil: The Journal Letters of F.O. Matthiessen and Russel Cheney (Hamden, Coun.: Archon, 1978), p. 47; Katz, Gay American History, ss. 258-79. Radclyffe Hall’ın lezbiyenlik üzerine 1928 tarihli klasik romanı The Well of Loneliness belki de bu tıbbi modelin yaygınlaşmasında en önemli araçlardan biridir.

(6)Bkz. Alfred Kinsey vd., Sexual Behavior in the Human Male (Philadelphia: W.B. Saunders, 1948) ve Sexual Behavior in the Human Female (Philadelphia: W.B. Saunders, 1953).

(7)Siyahların müziği üzerine bkz. “AC/DC Blues: Gay Jazz Reissues,” Stash Records, ST-106 (1977) ve Chris Albertson, Bessie (New York: Stein and Day, 1974). Beyaz etnik cemaatlerde akrabalık bağlarının kalıcılığı üzerine bkz. Judith Smith, “Our Own Kind: Family and Community Networks in providence,” A Heritage of Her Own, eds. Nancy F. Cott ve Elizabeth H. Pleck (New York: Simon and Schuster, 1979), ss. 393-411. Kırsal ve kentsel alanlarda erkek homoerotizminin farklılıkları üzerine bkz. Kinsey vd., Sexual Behavior in the Human Male, ss. 455-57, 630-31.

(8)Bu ve bundan sonraki paragraflarda ileri sürülen görüş ve bilgiler için şu çalışmama bakılabilir: Sexual Politics, Sexual Communities: The Making of a Homosexual Minority in the United States, 1940-1970 (Chicago: University of Chicago Press, 1983). Ayrıca “Gay Politics, Gay Community: San Francisco’s Experience,” Socialist Review 55 (Ocak-Şubat 1981): 77-104.

(9)Donald Vining, A Gay Diary, 1933-46 (New York: Pepys Press, 1979); “Pat Bond,” Naucy Adair ve Casey Adair, Word is Out (New York: New Glide Publications, 1978), ss. 55-65; Allan Bérubé, “Marching to a Different Drummer: Comming Out During World War II,” 1981 Aralık ayında, Los Angeles’ta, American Historical Association’ın yıllık toplantısı sırasında yapılan konuşma. Bérubé’nin tebliğinin kısa bir versiyonu için bkz. The Advocate, 15 Ekim 1981, ss. 20-24.

(10)Lezbiyen romanları üzerine bkz. The Ladder, Mart 1958, s. 18; Şubat 1960, ss. 14-15; Nisan 1960, ss. 12-3; Şubat 1962, ss. 6-11; Ocak 1963, ss. 6-13; Şubat 1964, ss. 12-19; Şubat 1965, ss. 19-23; Mart 1966, ss. 22-26; Nisan 1967, ss. 8-13. The Ladder, Daughters of Bilitis isimli lezbiyen örgütü tarafından yayımlanan bir dergiydi.

(11)Bu noktanın bugün bilhassa vurgulanması gerekiyor. Örneğin Ulusal Kadın Örgütü’nün 1980 yılında gerçekleştirilen yıllık toplantısında lezbiyen haklarıyla ile ilgili alınan bir kararda mesele “duygulanımsal/cinsel tercih/yönelim temelli ayrımcılık” meselesi olarak tanımlanmış ve pornografi, sadomozi, kamusal alanda cinsellik, çocuklarla cinsel ilişki gibi diğer sorunlardan açık biçimde ayrı tutulmuştu.

(12) Homofobinin kapitalizmden “kaynaklandığını” ya da yalnızca kapitalist toplumlarda bulunduğunu iddia etmiyorum. Homoerotizm karşısında alınmış ciddi tedbirleri Avrupa feodal toplumlarında da çağdaş sosyalist ülkelerde de bulmak mümkün. Ancak benim bu makalede vurgulamak istediğim, gey kimliğinin kapitalizm altında ortaya çıktığı gerçeği, bununla birlikte bu durumu ve de homofobinin yeniden üretilmesini mümkün kılan kapitalizme özgü mekanizmalardı.