80 yıl önce Sovyetler Birliği’nin bir ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısı sonucu, 21 Ağustos 1940’ta Ekim İhtilalinin lideri, Petrograd Sovyeti Başkanı, IV. Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki hayatını yitirdi. Gerek Troçki’nin eserlerinden alınma gerekse hayatına, kavgasına ve ölümüne ilişkin bir dizi yazıyla bu büyük devrimcinin mücadelelerinden ve günümüzün meydan okumaları açısından hala güncellik taşıyan teorik katkılarından kimi sekanslar sunuyoruz.
Bununla birlikte şunu da vurgulamak isteriz ki Troçki bizler için bir kült nesnesi olmaktan uzaktır, devrimci fikriyata ve pratiğe kazandırdıklarının yanı sıra eksiklikleri, hataları ve ikilemleri ile birlikte ele alınması gereken bir devrimcidir, bir insandır. Daniel Bensaïd’in de vurguladığı gibi o “sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı” değildir: “Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur”.
İmdat Freni
Sürrealizmin kurucusu André Breton ile Ekim İhtilali’nin önderi Troçki’nin, Meksika’da karşılaşması bir “nesnel tesadüf”ün eseri olabilir mi? Sürrealistlerin sıklıkla başvurduğu bu kavramı biraz fazla mistik bulmakla birlikte Troçki de, Çılgın Aşk’ın yazarının konferans vermek üzere Meksika’ya geleceğini duyduğunda, bu karşılaşmanın kaçınılmaz olduğundan şüphe duymaz. Böylece “dünyayı dönüştürmenin” (Marx) ve “hayatı değiştirmenin” (Rimbaud) kopmaz bağlarla birbirine bağlı olduğunu bilen ve her biri bu ortak mücadelenin birer cephesinde en cüretkar adımları atmış olan bu iki şahıs, Diego Rivera ve Frida Kahlo’nun Coyoacan’daki “Mavi Ev”inde bir araya gelir.
Şüphesiz bu karşılaşmada, Troçki’nin Bolşevik liderler arasında, belki de Lunaçarski’yle birlikte edebiyata ve kültüre en duyarlı kişilerin başında gelmesinin katkısı vardır. Öte yandan, Breton ve arkadaşlarının antistalinist tutumu, ve Troçki’nin Fransa’dan kovulmasına karşı gösterdikleri tepki de belirleyici olmuştur. Yine Troçki’nin “Lenin” isimli kitabının sürrealistlerin siyasal angajmanında bir dönüm noktası olduğu bilinir.
1938 yılının şubat ve temmuz ayları arasında Troçki’yle Breton 8-10 kez bir araya gelir. Birlikte uzun yürüyüşler yapıp doğanın gizemi ve kelebeklerin güzelliği karşısında birlikte büyülenir; Troçki için son derece tehlikeli olmasına karşın sinemaya kovboy filmi izlemeye gider; yarı donmuş nehirlerde elleriyle balık tutarlar. Xochicalco piramidine tırmanırken de, Patzcuaro gölünün ortasındaki bir adada dolanırken de sohbetlerinin temel eksenini elbette sanat ve devrim oluşturur. Sanat akımları konusunda pek anlaşabildikleri söylenemez. “Üstgerçekçiliğin” karşısına Troçki Zola’nın gerçekçiliğini koyunca, Breton kasılmaktan kendini alamaz, ama Zola’da da bir çeşit şiirselliğin bulunduğunu dair muğlak sözlerle sohbeti kapatmaya çalışır. Breton manevi özgürleşmenin öncüleri olarak Sade ve Lautréamont’dan söz edince de Kızıl Ordu’nun kurucusunun gözleri seğirmeye başlar. Breton’un gelişini öğrendiğinde Marksist sanat tarihçisi Meyer Shaphiro’nun ABD’den kendisine gönderdiği Sürrealist Manifesto, Nadja, Bileşik Kaplar ve Çılgın Aşk gibi kitapları Troçki’nin baştan sona okuyup okumadığı bilinmiyor. Ama Breton’un düşüncesinin esasını kavrayacak kadar ilgilendiği söylenebilir. Kendisi de psikanalize ve bilinçdışı mekanizmalara meraklı olmakla birlikte Troçki sürrealistlerin bilinci bilinçdışıyla boğmaya çalıştığını düşünür. Sanat ve delilik konusunda da anlaşamazlar, Troçki buradan yapıcı bir şey çıkabileceğine inanmaz. Breton’un kimi zaman umutsuzluğa düştüğü olur, Troçki’nin de muhtemelen…
Fakat ortaklaştıkları esas zemin sanatın insanlığın özgürleşmesi açısından taşıdığı önem, ve özellikle de, gerek “demokratik” kapitalizmin, gerek faşizmin, gerekse stalinizmin özgür bir sanatın gelişmesinin önünde teşkil ettiği engeldir. Bu uzun sohbetler sırasında gerçekten bağımsız bir devrimci sanatın gerekliliğini savunacak bir manifestonun kaleme alınması ve de bu yönde faaliyet gösterecek bir kolektifin, bir “sanatçılar federasyonunun” oluşturulması fikri olgunlaşır. Metnin taslağını yazma görevini Breton üzerine alır. Troçki bu meseleye büyük bir önem atfettiğinden, Breton’un taslağı yazmaya bir türlü başlayamaması aralarına bir soğukluğun girmesine bile sebep olur. Fakat Nadja’nın yazarının dönüş vakti yaklaştığından, ilişkinin kopmaması için her ikisi de irade gösterir. Sonunda Breton’un teslim ettiği taslak metin üzerinde Troçki eklemeler çıkarmalar yapar, metin yeniden kesilip biçilir ve ortaya “Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin” bildirgesi, bir başka adıyla “Coyoacan manifestosu” çıkar.
“Taktik nedenlerle” Breton ve Rivera’nın imzasıyla yayınlanacak olan bildirge insan uygarlığının, bu güne dek görülmedik bir tehdidin, “her tür modern teknikle silahlanmış gerici güçlerin” tehdidi altında bulunduğu tespitiyle başlar. Bu koşullar altında, özellikle de Nazi Almanyası’nda ve SSCB’de bilimin, sanatın ve her türden entelektüel yaratımın durumu artık “katlanılmaz” hale gelmiştir. Fakat, Troçki’nin kaleme aldığı dördüncü paragrafta, Sovyet bürokrasisi komünizmin en tehlikeli düşmanı olsa da “ne faşizm, ne komünizm” gibi bir şiarın kesinlikle sahiplenilmediği de vurgulanarak sanatla devrim arasındaki ilişki şöyle ifade edilir: “Gerçek sanat, yani önceden hazır modeller etrafında çeşitlemeler yapmakla yetinmeyen, günümüz insanının ve insanlığının içsel gereksinimlerine bir ifade vermeye çalışan sanat, devrimci olmak, yani toplumun eksiksiz ve köklü biçimde yeniden inşasını, salt entelektüel yaratıcılığı ona köstek olan zincirlerden kurtarmak ve tüm insanlığın geçmişte ancak kimi dahilerin ulaştığı mertebelere yükselmesini sağlamak için bile olsa, istemek durumundadır”.
Sanatın toplumsal gerçeklik karşısındaki duruşunu ve içinden taşan “ütopik fazla”yı (Bloch), yine aynı dönemde Partisan Review’e yazdığı bir mektupta şöyle betimliyordu Troçki: “Genel bir bakış açısıyla insan sanatta, varoluştaki ahenk ve bütünlüğe –yani toplumun onu mahrum ettiği en değerli servetlere- talebi dile getirir. İşte bu nedenle her otantik sanat yapıtı gerçeğe karşı çıkışı, bilinçli ya da bilinçsiz, aktif ya da pasif, iyimser ya da kötümser bir karşı çıkışı taşır içinde. Her yeni sanat akımı isyanla başlamıştır”. 1935’te Kültürün Savunusu Kongresi için hazırladığı konuşmada da André Breton bu bağlantıya şu sözlerle değinir: “Dünyanın yorumlanması faaliyeti dünyanın dönüştürülmesi faaliyetine bağlı olmayı sürdürmelidir. İnsanın sorununu çeşitli biçimler altında derinleştirmek şairin, sanatçının görevidir… Onun ruhunun bizzat bu yöndeki sınırsız yürüyüşü potansiyel olarak dünyayı değiştirme değerini taşır… Böylesi bir yürüyüş –üstyapının gelişmiş bir ürünü olarak- dünyanın ekonomik dönüşümünün gerekliliğine ancak güç katabilir.”
Bilinçdışı süreçlerin önemine de vurgu yapan Coyoacan manifestosunun, belki de en vurucu ifadeleri, sanatın ve her türden entelektüel faaliyetin, gerek sermayenin gerekse devletin hedeflerine, yani dışsal dinamiklere tabi kılınmaması gerektiğine ilişkin olanlardır. Yazarlar, Genç Marx’ın “basın özgürlüğünün ilk koşulu [yazarlığın] bir meslek haline gelmemesine dayanır” sözlerinin kapsamını genişleterek sanatsal yaratım için hayalgücünün herhangi bir dayatma altında olmamasının zorunluluğuna vurgu yapar ve şu sözleri ekler: “Bizi, bugün ya da yarın, sanatın kendi olanaklarıyla kesinlikle bağdaşmaz olduğunu savunduğumuz bir disipline tabi olmasını kabul etmeye zorlayacak olanlara karşı, biz kati bir redle ve şu formüle bağlı kalmaya kararlı irademizle yanıt veriyoruz: sanatta tam serbestlik”. Metnin bu kısmı özellikle önemlidir, çünkü Breton’un hazırladığı ilk metindeki ifade şöyledir: “Sanatta tam serbestlik, proleter devrime karşı olmak hariç”. Böyle bir ifadenin istismar edilip yeni kısıtlamalara da yol açabileceği çekincesiyle kaldırılmasını talep eden Troçki’dir. Tümüyle Troçki’nin elinden çıkma bir sonraki paragraf, onun bu konudaki yaklaşımını berrak bir şekilde ifade eder: “Eğer devrim maddi üretici güçlerin gelişimi için sosyalist bir merkezi plan rejimi kurmak durumundaysa, entelektüel yaratıcılık için, hem de en başından itibaren, anarşist bir bireysel özgürlük rejimi düzenlemek ve temin etmek zorundadır. Hiçbir otorite, hiçbir baskı, en küçük bir komut izi bile olmamalıdır bunda!”.
Lev Troçki’nin, sanatın bağımsızlığı konusundaki tutumu, elbette farklı vurgular ihtiva etmekle birlikte, özünde 1923’ten beri pek değişmemişti. Edebiyat ve Devrim’de şöyle diyordu: “… Sanat kendi yolunu, kendi yöntemleriyle yine kendisi açmalıdır. Sanatın yöntemleri Marksizmin yöntemleriyle aynı değildir. Parti, proletaryayı yönetiyorsa da tarihsel süreci yönetmez. Partinin doğrudan doğruya ve zorlayarak, kararlarla yönettiği alanlar vardır. Sadece işbirliği yaptığı ve cesaretlendirdiği alanlar vardır. Nihayet, sadece yön verdiği alanlar vardır. Sanat, partinin komut vermeye çağrıldığı bir alan değildir.”
Bildirgenin son paragraflarında devrimi sanatın yöntemleriyle savunmak ve devrimi tahrif edenlere karşı sanatın özgürlüğünü savunmak konusunda “Marksistlerle anarşistlerin elele yürüyebileceği” vurgulanır ve bir Uluslararası Bağımsız Devrimci Sanat Federasyonu’nun (FIARI) kurulması için çağrıda bulunulur. 25 Temmuz 1938 tarihini taşıyan metin şu şiarla son bulur: “Devrim için Sanatın Bağımsızlığı, Sanatın Nihai Özgürleşimi için Devrim”.
Breton’un Fransa’ya dönüşü üzerine çalışmalara başlanır. Anti-stalinist bir devrimci tutuma sahip kimi aydın ve sanatçılarla irtibata geçilerek bir ulusal FIARI komitesi kurulur. Fakat ne FIARI’nin bülteni Clé [Anahtar] iki sayıdan fazla yayınlanabilir ne de federasyonun kendisi gerçek bir etkinlik kazanabilir. Uluslararası konjonktür bir “sanatçı birleşik cephesine” pek elverişli değildir. Faşizme Karşı Mücadele’nin yazarının ifadesiyle, silahlar konuşmaya başlayınca, kalemler susmak durumunda kalmıştır.
Hiç şüphesiz bildirgenin yazıldığı dönemin siyasal-toplumsal bağlamı hayli değişime uğradı. Bugünün kültürel evreni ise piyasa despotizmi, ahlakçı muhafazakarlık ve otoriter siyasetin işgaliyle karşı karşıya. Fakat Coyoacan manifestosundan saçılan kızıl ve kara alevler bu cendereyi infilak ettirecek gücü taşıyor hâlâ.
Bu yazı Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinin Ocak-Şubat 2013 tarihli 1. Sayısında (Yeni Dizi) ve ardından e-skop sitesinde yayınlanmıştır.