Yoldaşımız Ilya Budraitskis ile Bir+Bir sitesi adına Yücel Göktürk tarafından yapılan söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz. – İmdat Freni
İşgal, ya da Putin’in deyişiyle “özel askeri operasyon” sizin için sürpriz oldu mu?
Ilya Budraitskis: Oldu. Son âna kadar buna ihtimal vermiyordum. Zira, başarısızlıkla sonuçlanması kaçınılmazdı. Rusya’nın böyle bir savaşı kazanabilmesi mümkün değil. Şu ya da bu şekilde yenilgiye uğrayacak.
Nasıl bir yenilgi olur bu?
Rusya bu işgali siyasi olarak nasıl yönetebilir? Bir kukla hükümetle mi? Öyle bir hükümetin ne uluslararası camiada ne de Ukrayna halkının nezdinde meşruiyeti olabilir. Şimdi bile, güney Ukrayna’daki işgal altındaki bölgelerde, örneğin Kherson’da, Rusya yerel halkın katılımını sağlayan, saygısını kazanan yerel yönetimler kuramıyor. İşgal altındaki bölgelerdeki yöneticilerin birçoğu Rus emniyet güçlerinden devşirme. Ve bu yöneticiler topluma net bir mesaj veremiyor –bu bölgeler Rusya Federasyonu’nun bir parçası mı olacak, yoksa Donetsk ve Luhansk gibi bir kukla “halk cumhuriyeti”ne mi dönüşecekler?
Rusya, dediğiniz gibi, yenilmeye mahkûmsa Putin niçin böyle kritik bir stratejik yanlış yaptı?
Putin Ukrayna halkının çoğunluğunun Rus birliklerini selamlayarak karşılayacağını, kayda değer bir direnişin olmayacağını düşünmüştü. Kremlin Ukrayna’nın teslim olacağını bekliyordu. Rus yetkililer kendi propagandalarına inanıyor. Yaptıkları propagandaya göre, Ukrayna halkının büyük çoğunluğu Rusya yanlısı bir hükümeti bağırlarına basmaya hazırdı, sadece küçük bir milliyetçi azınlık böyle bir hükümet kurulmasına karşı çıkıyordu, dolayısıyla yapılması gereken bu azınlığı izole etmekti. Ancak, bunun gerçeklikle ilişkisi olmadığı ortaya çıkınca, stratejiyi “uzun vadeli tahripkâr bir savaş”a çevirdiler, Ukraynalılara ve Avrupalı müttefiklerine direnişin çok pahalıya mâlolacağını kabul ettirmeye yöneldiler. Ne var ki, Ukrayna’nın işgali Rusya için hâlâ bir çıkmaz sokak –bu kadar geniş bir alanı istila etmek ve sömürge tarzı bir saf şiddetle yönetmek mümkün değil.
ABD ve müttefiklerinin uyguladığı yaptırımların Rusya ekonomisi üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
Yaptırımların çok ciddi etkileri oldu. Yüzlerce, binlerce işyeri iflasın eşiğine geldi, enflasyon katlandı. Yıl sonuna doğru hayat daha da zorlaşacak. Ancak, Rusya ekonomisi ayakta kalacak, çünkü bütünüyle doğalgaz ve petrol ihracatına yaslanıyor ve bu iki kalemde büyük sorunlar yaşanmıyor. Öte yandan, IMF’nin son raporuna göre, Rusya ekonomisi yıl sonunda yüzde 6 küçülmüş olacak. Bu da şu anlama geliyor: Yaptırımlar ortalama vatandaşı yoksullaştırıyor ve ülkenin ekonomik büyümesini engelliyor, ama Putin’in savaşa son vermesini sağlayamıyor.
Bu işgal ne gibi siyasal sonuçlar doğurabilir?
Bir öngörüde bulunmak çok zor. Birkaç ihtimalden biri, ateşkes ve bunun sorunu dondurması. Bu durum Putin rejiminin bir süre daha, ama muhtemelen çok uzun olmayan bir süre varlığını koruması demektir. Bu da sosyal ve ekonomik çöküşün ve rejimin baskıcı eğilimlerinin sürmesi demek olacak. Putin iktidarı Moldova ve Baltık ülkeleri gibi post-Sovyet devletlere karşı saldırgan politikasını da sürdürecektir. Putin rejimi ancak savaşla istikrarını koruyabilecek bir model haline geldi. İhtimallerden biri bu anlattıklarım, diğeri ise şu: Rus işgalinin yenilgiye uğraması kesinleşirse, yaptırımlar toplum için dayanılmaz hale gelirse, tabanda ve siyasal elit içinde muhalefetin büyüyerek bir siyasi krize yol açmasına ve bunun bir rejim değişikliği yaratmasına tanık olabiliriz. Ukrayna’nın işgaliyle birlikte açık bir yarı faşist diktatörlüğe dönüşen bu rejime duyulan yaygın pasif hoşnutsuzluk kitlesel protesto gösterilerine dönüşebilir.
Muhalefet ne durumda? Eylül 2021 seçimlerindeki tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Putin on yılı aşan iktidarında “denetimli demokrasi” veya “güdümlü demokrasi” denen bir siyasal sistem kurdu. Bu sistemde rejime kökten muhalif partiler seçimlere katılamıyor. Parlamentoda muhalif partiler var, ama bunlar şu veya bu ölçüde Kremlin tarafından yönlendiriliyor. Yarı bağımsız yegâne parti Komünist Parti. 2021 Eylül’ündeki seçimlerde bayağı başarılı oldular, oyların yüzde 20’sini aldılar. Ancak bu başarıyı sadece kendi güçleriyle değil, muhalefetin ortak stratejisi sayesinde elde ettiler. Muhalefetin ortak stratejisi, kazanma ihtimali en yüksek adayların parti kimliği gözetmeksizin desteklenmesine dayalı “akıllı oy” tabir edilen yöntemdi. Ve birçok bölgede seçilme ihtimali en yüksek adaylar Komünist Parti’nin adaylarıydı.
Komünist Parti’nin nasıl bir yapısı var, nasıl bir komünizmi temsil ediyor?
Komünist Parti 1990’larda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin halefi olma iddiasıyla, ama farklı bir programla kuruldu. Stalinizm, Rus milliyetçiliği ve bir tür sosyal demokrasinin karışımı bir yapısı var. Son yıllarda en güçlü muhalefet odağı haline geldiler; rejime duyulan hoşnutsuzluğun ifadesi Komünist Parti’ye oy vermek oldu. Birçok liberal Putin’den kurtulma adına Komünist Parti’ye oy verdi.
Rusya Komünist Partisi’nin anti-demokratik bir yapısı var. Partinin liderliği Kremlin’le bağlantılı ve birtakım gizli anlaşmalarla sadık muhalefet rolünü oynamaya hazır. Partinin çizgisini değiştirmek isteyen akımlar ya tasfiye ya da marjinalize ediliyor. Parti yönetimi bu konuda çok mahir. Fakat gene de birçok yerel temsilci toplumdaki çeşitli akımlara açık olan bir siyasal kültürü geliştirmek için çabalıyor. Bu, kuşak çatışması meselesiyle de yakından ilgili bir durum. Parti liderliği çok yaşlı. Gennady Zyuganov 1993’te lider seçilmişti. Şimdi 76 yaşında, otuz senedir koltukta. Partiyi kontrol altında tutan sabit lider. Kremlin’le anlaşmaya hazır bir kişilik.
Komünist Parti’nin Lenin’le ilişkisi nasıl?
SSCB’nin kurucusu olduğu için Lenin’i saygıyla anıyorlar. Ama asıl Stalin’i önemsiyorlar, çünkü neticede 1920’lerin başından 1950’lerin başına kadar SSCB’nin lideri Stalin’di. Öte yandan, Zyuganov konuşmalarında Samuel Huntington’a ve medeniyetler çatışmasına atıfta bulunuyor. Kitaplarında Rus medeniyetini Batı etkisinden korumak gerektiğinden söz ediyor. Bu bakımdan Zyuganov’la rejimin ideologları arasında büyük bir fark yok.
Komünist Parti Ukrayna’nın işgaline nasıl bakıyor?
Ukrayna’nın işgali Komünist Parti için büyük bir sınavdı. Parti liderliği işgali destekledi ve bu, seçimlerde onlara oy verenlerin birçoğunun beklentisiyle çelişiyordu. Partide savaş aleyhtarı sesler de vardı. Örneğin, işgalin başlangıcında, Komünist Partili üç vekil itirazlarını açıkladı. Partinin bazı yerel temsilcileri, Moskova Belediyesi Meclisi’nin bazı üyeleri dahil olmak üzere, açıkça savaş karşıtı tutum aldılar. Parti liderliğinin savaş yanlısı politikasına karşı çıkarak parti üyeliğinden istifa edenler oldu.
Genel kamuoyunun tutumu ne yönde? Çoğunluk işgal ve savaş yanlısı mı?
Putin iktidarının son on yıldaki icraatı toplumun depolitize edilmesi yönünde oldu. Putin’in kurduğu politik sistemin çok önemli bir ögesi buydu. Toplumun çoğunluğu alternatif bir siyasi tutum almaktan, hükümeti onaylamadıklarını açıkça ifade etmekten korkuyor. Bu nedenle, hoşnutsuzluğun gerçek düzeyinin ne olduğunu söylemek zor. Kamuoyu yoklamalarına bakarsanız, toplumun yüzde 70’i, Ukrayna’ya yapılan “askeri operasyon”u destekliyor. Bu kamuoyu yoklamalarını yapan kişilerin birçoğu, insanların bu soruya cevap vermeyi reddettiklerini itiraf etti. Kamuoyu yoklama kuruluşlarının hepsi, şu veya bu ölçüde, Kremlin’in denetimi altında. Gene de toplumun yüzde 30’u savaş yanlısı olmadığını beyan etti. Bu gurur duyulacak bir şey.
Bu yüzde önümüzdeki günlerde artar mı sizce?
Kamuoyu yoklamalarının anlattığım yapısı nedeniyle tahmin yapmak zor. Putin’in depolitizasyon stratejisinin çok önemli kısmı toplumun maddi refahına dayanıyor. Hayat standardının düşmesi Putin’in ödemek zorunda kalacağı ağır bir bedele sebep olur. Putin iktidarının temeli toplumun 1990’lardaki öfkesiydi. 1990’larda ülke kaos içindeydi ve Putin’le birlikte bir istikrar oluştu. Dolayısıyla, savaşı destekleyenler 90’lardan beri elde ettikleri her şeyin yok olması, alıştıkları tüketim seviyesinin kaybolması endişesi taşıyor. Şimdilik şartlar pek o kadar kötü değil, ama yıl sonuna dek Ukrayna sorununa bir çözüm bulunamazsa, duyulan o endişe politik sonuçlar doğurabilir.
“1990’larda ülke kaos içindeydi” dediniz. Kaosun sebebi neydi?
1990’lar Rusya için “şok terapi”, yani 1990’ların ilk yarısındaki kökten piyasacı reformlar demektir. Putin iktidara geldiğinde, bu sosyal kaosa, suça ve yoksulluğa son vereceğini, güvenlik, istikrar ve ekonomik büyüme dönemine girileceğini vaat etmişti. Putin’in iddiası şudur: Kendisi iktidarda olmazsa Rusya tekrar kaosa düşer. Ukrayna savaşındaki retorik de aynı: “Kaosu ve ulusal güvenliğimizin tehdit edilmesini önlemek için bu askeri operasyonu yapmak zorundaydık. Dolayısıyla, savaş söz konusu değil. Bu, refahımıza, esenliğimize yapılan tehditleri önlemek için girişilen bir harekât.”
Rusya’yla Ukrayna arasındaki gerilimin arka planında neler var?
Birçok sebep var. Gerilim 2000’lerin başında başladı. Geçenlerde vefat eden Ukrayna’nın ilk devlet başkanı Leonid Kravchuk bir Sovyet bürokratıydı, sonradan bağımsızlık yanlısı bir tutum aldı. Onun Putin veya Lukashenko’dan temel farkı, 1994’te seçimleri kaybettiğinde, yenilgiyi kabul etmesiydi. Bu bir dönüm noktasıydı, 1994 sonrasında siyasal anlayışlar değişti. Post-Sovyet devletlerin çoğunluğunda otoriter tek adam rejimleri kuruldu. 2004’te, Ukrayna’daki başkanlık seçiminde, mücadele Rusya yanlısı Yanukovich ile Batı yanlısı Yushchenko arasındaydı. Seçimlerden önce, Rusya’nın hangi adayı destekleyeceği besbelliydi. Yanukovich’in kriminel bir geçmişi vardı, popüler bir isim değildi, Ukrayna’nın Rusça konuşan kesimiyle güçlü bir bağı yoktu. Büyük sermayenin adamıydı, organize suçlarla ilişkiliydi. Gene de Rusya onu destekledi. Bu çok kritik bir andı, zira Putin o gündür bugündür aynı güçleri destekliyor, Doğu Ukrayna’nın büyük sermayesini arkasına alan siyasetçileri.
2000’lerin başında, Ukraynalıların çoğunluğu Ukrayna’nın Rusya’ya komşu olması nedeniyle NATO’ya girmemesi gerektiğini düşünüyordu. NATO üyeliğinin Ukrayna için iyi olacağını düşünenler azınlıktaydı. On yıl içinde bu tablo değişti. Sebep yalnızca “Batı propagandası” değildi, daha ziyade Rusya’nın Ukrayna politikasının yanlışlığıydı. Bu yanlış politikanın temelinde Ukraynalıların bilincini, beklentilerini umursamamak yatıyordu. Rusya için önemli olan “bizim elemanlar”dı – Yanukovich veya Medvedchuk gibi büyük sermayenin Kremlin yanlısı, yolsuzluklara batmış siyasetçilerdi.
“Seçim kazanmak istiyorsan seçmenlerin senin istediğin yönde oy kullanmalarını sağlayacaksın”: Putin’in siyaset anlayışı bu cümledir. Ona göre, demokratik seçim diye bir şey yoktur, her zaman ve her yerde bütün seçimler manipüle edilir. Dolayısıyla, Ukrayna’da Yanukovich’i desteklediğinde, manipülasyonlar yoluyla durumu denetimi altında tutabileceğini ve arzuladığı seçim sonucunu elde edeceğini düşünüyordu. Ama Kasım 2013 – Şubat 2014’te Maidan ayaklanması oldu ve Yanukovich devrildi. Putin’e göre, her kitlesel ayaklanma birilerinin tezgâhıdır –CIA’in ve benzeri güçlerin. Maidan’ı da dış güçlerin bir tezgâhı olarak görüyordu.
Söz “seçim manipülasyonu”na gelmişken… Putin’in Aralık 2011 ve Mart 2012’deki seçim zaferleri hile iddialarıyla gölgelenmiş ve meşruiyeti tartışmalı hale gelmişti. O süreç nasıl seyretti, nasıl aşıldı?
Meşruiyet krizi Eylül 2012’de, Putin üçüncü defa başkanlık seçimine gireceğini ilan etmesiyle başladı. Bu anayasaya aykırıydı. Putin’in üçüncü kez başkan olmak istemesi rejimin daha otoriter ve daha tek adamcı olmaya yöneldiğini gösteriyordu. Bu ilanın on ay öncesinde, Aralık 2011’de, Putin’in Birleşik Rusya Partisi parlamento seçimlerini kazanmıştı, ama o kadar çok hile vakası vardı ki, on binlerce insan sokağa çıktı, seçim sonuçlarını protesto etti. Bu gösteriler Putin’in zaferini gölgeledi. Ancak, dört ay sonra, Mart 2012’de, Putin başkanlık seçimini kazandı. Bunun sebebi sadece seçim hileleri değildi, “idari mobilizasyon” tabir edilen uygulamaydı. Kamu çalışanları –öğretmenler, hekimler, emniyet güçleri– rejimin dayattığı yönde oy verdi. Putin ayrıca, ABD muhafazakârları ve Türkiye’deki iktidar gibi, “kültür savaşı” kozunu kullandı. “Liberal azınlığın” karşısına “sessiz çoğunluğu”, geleneksel değerlere bağlı kesimleri çıkardı. Tam da o esnada anti-LGBTİ+ ve benzeri söylemler resmi propagandanın öne çıkan unsurları oldu. Öte yandan, ağırlıklı olarak liberallerin temsil ettiği muhalif hareket sadece demokratik haklara odaklanarak toplumsal tabanını daraltmıştı. Derken, 2014’te Kırım ilhak edildi ve Ukrayna savaşının fitili ateşlendi. Kırım’ın ilhakı Putin’in iç politikasıyla derinden bağlantılıydı. Putin seçmenleri “ulusalcı siyaset” etrafında topladı. Kırım’ın ilhakını ve Rusya’nın oynamak istediği uluslararası rolü destekleyenlerin Putin’i de desteklemeleri gerekiyordu, çünkü Putin’in meşruiyeti ile Rusya’nın uluslararası arenadaki çıkarlarının meşruiyeti birbirinden farklı şeyler değildi.
2014’te, “Kırım mutabakatı” ilan edildi. Bu, Rusya toplumunun çoğunluğu Kırım’ın ilhakını destekliyor demekti. Ve tabii bu çoğunluk Putin rejimini de destekliyor demekti aynı zamanda. İki-üç yıl bu ulusalcı siyaset iş gördü, ama 2017’den itibaren “Kırım mutabakatı” daha da sorunlu bir hale gelmeye başladı, zira insanlar büyüyen sosyal eşitsizlikten ve rejiminin otoriterliğinden mustaripti. Alexey Navalny’nin populist muhalefeti bu anda başladı ve gençliğin önemli bir kısmını cezbetti. Bu durum, rejimin gözünde, 2012’deki kitlesel gösterilerden daha tehlikeliydi. Navalny 2012’den gereken dersi çıkarmıştı: Sosyal eşitsizliğe odaklandı ve söylemini onun üzerine kurdu.
Navalny nasıl bir geçmişten geliyor?
Siyasal kariyerine 2000’lerin başında, liberal olarak başladı. Liberal demokrat parti Yabloko’nun üyesiydi. Geleneksel Rus liberalizminin yürümediğini, toplumsal bakımdan çok dar sınırlar içinde olduğunu görerek partisinden ayrıldı. Rusya’da rejime rakip olmak için geniş bir sosyal tabana ve eşitsizliklere hitap eden bir söyleme sahip olmak gerekiyor. Navalny 2000’lerin başında ulusçuluğa göz kırpıyordu, sonradan yolsuzluklara odaklanmaya başladı. Aslında yolsuzluk doğru bir terim değil, çünkü sorun siyasal ve sosyal gücün yapısal organizasyonu, siyasal ve iktisadi gücün birbirlerinden ayrışmaması. Siyasal hâkimiyete sahipseniz ülkenin iktisadi kaynaklarına da hâkim oluyorsunuz. Navalny yolsuzluklar üzerinden Putin rejiminin yapısına çomak soktu ve eşitsizlikleri vurgulamaya başladı. “Şu yatlara, villalara, ülke dışındaki Rus elitlerinin devasa mal varlıklarına bakın. Ve sonra dönüp Rus halkının büyük çoğunluğunun yaşadığı yoksulluğa bakın”, Navalny’nin söylemi buydu. Ancak bu sol bir söylem değildi, popülistti. Popülist siyaset Putin için tehlikeli, çünkü toplumun liberal kesimleriyle demokrasiden ziyade sosyal adalet talebini öne çıkaran kesimler arasında ortak bir zemin oluşturuyor. Navalny’nin örgütünün 2021’de vahşice imha edilmesinin sebebi buydu. Navalny’yi zehirlediler, sonra da hapse tıktılar. Aktif taraftarları tutuklandı veya ülkeyi terketmek zorunda kaldı. Örgütleri rejim tarafından “aşırı uç” olarak damgalandı ve yasaklandı. Navalny de dokuz yıl hapis cezasına mahkûm edildi.
Medeniyetler Çatışması’nda, Samuel Huntington “Avrupa’daki en belirgin kültürel sınırın Batı ve Doğu Ukrayna arasında uzandığını, ancak Ukrayna’nın medeniyetler çatışmasına bir istisna teşkil ettiğini, Doğu ve Batı Ukrayna toplumları arasında savaş ihtimalini çok düşük gördüğünü, zira iki toplumun da Slav ve Ortodoks olduğunu” söylüyordu. Öngörüsünde yanıldığı ortada, ama “fay hattı” tespiti doğrulanmış görünüyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Huntington çağımızın çok önemli düşünürlerinden. Önemi öngörülerinden ötürü değil, sunduğu dünya görüşünün etkisinden ötürü. Huntington’ın dünya görüşü küresel elitlerin siyasal tahayyülleri üzerinde çok etkili oldu. Özellikle Rus elitleri arasında çok yankılandı. “Fay hattı” tespitinde haklıydı, ama görüldüğü gibi, öngörüsü yanlışlandı. Aynı kitapta, Huntington Yunanistan’ın AB üyesi olmasını yanlış buluyordu, çünkü ona göre AB Batı medeniyetine, Yunanistan ise Batı medeniyetine değil, Ortodoks medeniyetine aitti. Bu nedenle aralarında anlaşmazlık çıkacaktı. Bu defa öngörüsü doğrulandı, AB-Yunanistan arasında anlaşmazlık çıktı, ama sebep Huntington’ın kavramsal çerçevesindeki gibi kültürel-dini farklar değildi, AB’nin iktisadi sistemiyle Yunanistan’ın yapısal sorunları arasındaki ilişkiydi. Ukrayna konusunda ise dil ve kültür meselesinin bir siyasal sorun barındırdığını söylerken haksız değildi, ama çatışma çıkmayacağını öngörürken diğer siyasal faktörleri gözardı ediyordu.
Putin rejiminin kilometre taşlarına göz atalım. Putin’in 2000 yılında iktidarı Yeltsin’den devralışıyla birlikte, Rusya’da muhafazakâr-otoriter paradigma siyasete hâkim olmaya başladı. 2006’da, Putin’in partisinin önde gelen ideoloğu Surkov “egemen demokrasi” kavramını ortaya attı. 2007’de, Putin ülkesinin iç ve dış güvenliğinin iki koşulu olduğunu ilan etti: Muhafazakâr değerler ve nükleer güç. 2008’de Gürcistan’la savaşa girildi. 2012’de, yeni rejimin ideoloji cephesini oluşturmak üzere İzborsk Kulübü kuruldu. 2012’den itibaren, Putin’in söylemi İzborsk’un söylemine paralel olarak anti-Batı çizgide ilerlemeye başladı. “Rusya’nın demografik ve ahlâki krizi”ne çarenin “manevi ve muhafazakâr değerler” olduğu vurgulandı. 2014’te, Rusya-Ukrayna arasında Minsk Antlaşması imzalandı, ancak bu antlaşmaya karşı İzborsk “topyekûn askeri harekât” propagandasına başladı. 2015’te, İzborsk’un önde gelen teorisyenlerinden Valery Korovin’in The End of the Ukraine Project (Ukrayna Projesinin Sonu) adlı, temel tezi “Ukrayna Lenin tarafından yaratılmış suni bir tarihsel konudur” olan kitabı yayınlandı. Korovin ayrıca Ukrayna’daki Rusların, neo-Nazilerin etkisi altındaki Ukrayna hükümetinin “Russofobi”sine hedef olduğunu iddia ediyordu. Yedi yıl sonra, Ukrayna işgalinin başladığı günlerde, Putin “özel askeri operasyon” adını verdiği saldırıyı gerekçelendirirken Korovin’in tezini yankıladı. Buna, İzborsk’un 2016’da yayınladığı Doctrine of the Russian World’de (Rus Dünyasının Doktrini) vurgulanan “Rusların ve Ukraynalıların tarihsel birliği”ni de ekledi. Putin rejiminin ideolojik çerçevesinin bu kronolojisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, Putin rejiminin ideolojisinin bugünlere gelişindeki adımlar böyle. Ancak, Putin rejiminin İzborsk ideologlarıyla ilişkisi çok karmaşık. İzborsk üyeleri Rus devletinin baskıcı ve askeri aygıtında egemen olan düşünce biçimini formüle ederek dile döküyor. İzborks’un kurucusu Alexander Prokhanov kariyeri boyunca Rusya ordusuna yakın bir gazeteci-yazar olarak tanındı. O ve yönettiği Zavtra (Yarın) adlı gazete yönetici elitler nezdinde çok etkili. Prokhanov kariyerine Soyvetler’in Afganistan’ı işgal etmesini savunarak başlamıştı. Bunu militarist-emperyalist bir biçimde yapıyor, savaşı romantize ediyor, Rus askerlerinin cesaretine methiye düzüyordu. Bu, Rus devlet aygıtında egemen olan düşüncenin ifadesiydi.
Putin’e gelince, onun söylemi bir alaşım. İktidarının başında, Sovyetler’in çöküşünü “Rusya’nın başına gelen en büyük siyasal felâket” olarak adlandırırken Rusların duygularına hitap ediyordu. Ancak, Rusların büyük çoğunluğu için söz konusu felâket jeopolitik değil, sosyaldi. Felâket sosyaldi, çünkü radikal piyasacı reformlar toplumsal yıkıma yol açmıştı. Putin Sovyet toplumunun yıkımına duyulan bu derin, acılı kaygıyı jeopolitik hınçla ikame etti. Bu ikame Putin’in söyleminin çok önemli bir unsuru: Toplumu onarmak, sağaltmak istiyorsak, Rusya’nın uluslararası arenadaki gücünü restore etmeliyiz. Putin rejiminin ideolojik numarası bu ve bu çok başarılı olmuş bir numara.
Putin’in restorasyon söylemi “Çarlık Rusya’sının manevi mirasıyla Sovyetler Birliği’nin askeri ve nükleer gücünün buluşması” diye özetlenebilir. Bu “buluşma”nın dinamikleri neler?
Çarlık Rusya’sıyla SSCB’yi buluşturan kavram “Tarihsel Rusya”. Putin’in de kullandığı bu kavram İzborsk çevrelerinde çok popüler. “Tarihsel Rusya”nın ardındaki fikir şu: Çarlık Rusya’sı ve Sovyetler Birliği aynı özün farklı devlet biçimleridir, öz Rusya’dır. Ve post-Sovyet dönemdeki Putin Rusya’sı da o tarihsel özün yeni varoluş biçimidir. Bu formülasyonun ideolojik kökenlerine baktığımızda, Ekim Devrimi sonrasında Rusya’dan iltica eden Beyaz Rusların bir kısmının 1920’lerde yazdıklarını görüyoruz. Mülteci Beyaz Rus topluluklarda çeşitli fikir akımları vardı ve bunlardan biri Sovyet hükümetinin tanınması gerektiğini öne sürüyordu. Savunucularının anti-komünist olduğu bu görüşe göre, Bolşevikler, özellikle de Stalin liderliği “Tarihsel Rusya”yı restore ediyordu, Rus İmparatorluğu’nu başka bir ad altında yeniden kuruyordu. Bu akımın güncel teorisyenlerinden biri olan Nikolay Ustryalov, 1990’larda ve 2000’lerin başlarında, Rus düşünürleri etkileyen bir isimdi. “Tarihsel Rusya” kavramı sözünü ettiğim gelenekten alındı, Prokhanov ve diğer İzborsk mensupları tarafından işlendi, nihayetinde Putin’in anlatısına girdi.
Rusya devletinin reenkarnasyonuna dair bu büyük anlatı, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin kutlandığı 9 Mayıs Zafer Günü törenlerinde dile getirilir oldu. Sovyet döneminde Kızıl Meydan’da böyle bir kutlama yapılmazdı. Çünkü savaşın anısı çok tazeydi; kötürüm kalan, yakınlarını kaybeden milyonlar vardı. Zafer Günü kutlamaları 1970’lerde, Brejnev döneminde başladı. Brejnev II. Dünya Savaşı gazilerindendi, bu ulusalcı anlatıyı mobilize etmek iktidarını sağlamlaştırmak bakımından işine geliyordu. Gene de o dönemki törenler bugünkülere kıyasla çok daha sönüktü. 9 Mayıs kutlaması Putin’le birlikte giderek popülerleşti ve özellikle 2014’teki Kırım işgaliyle rejimin ideolojik enstrümanlarından biri haline geldi.
Putin’in kendisini Batı karşıtlığına konumlaması Huntington’ın medeniyetler çatışması fikrini benimsemesine yol açtı. Putin’in Batı karşıtlığında derin anti-devrimci görüşlerinin önemli yeri olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Putin birkaç yıl önce, I. Dünya Savaşı’nın yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada, Rus ordusunun I. Dünya Savaşı’nda neredeyse muzaffer olduğunu, ancak “hainler”in 1917’de Rusya’yı sırtından bıçaklayarak zaferi engellediğini söyledi. Ve o “hainler”i Kırım’ın ilhakına karşı çıkanlara benzetti. Onlar da Bolşevik, teslimiyetçi, anti-yurtsever zihniyeti temsil ediyordu.
Putin’in bu yılki Zafer Günü söylevini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Putin’in 9 Mayıs söylevi “Rusya ile Batı arasındaki ezeli çelişki” nakaratıydı. SSCB’nin “Tarihsel Rusya”nın adlarından biri, faşizmin ya da Nazizmin ise Batı’nın Rusya’ya karşı yürüttüğü ezeli saldırganlığın tezahürlerinden biri olduğu fikrini tekrarladı. Putin’e göre, Napoleon veya Hitler arasında pek bir fark yok, ikisi de Rusya’nın bekasını ve manevi değerlerini ezelden beri tehdit eden Batı’nın temsilcisi. 9 Mayıs söylevinde, Putin 12. yüzyıldaki Rusya kralı Monamakh’ı ve 18. yüzyılda Osmanlı’ya karşı savaşan Amiral Ushokov’u da andı.
Ushokov akla Napoleon’u yenilgiye uğratan, Savaş ve Barış’ta da övgüyle anılan General Kutuzov’u getiriyor. Rus edebiyatı dendiğinde akla ilk gelen isimlerden olan Tolstoy’la rejimin ve muhalefetin ilişkisi nasıl?
Tolstoy günümüz Rusya’sında çok tartışmalı bir yazar. Savaşa karşı çıkan kesimler Tolstoy’dan yaptıkları pasifist alıntılarla kendilerini ifade ediyor. Rejim ise haliyle Tolstoy’a soğuk duruyor. Tolstoy hâlâ okul müfredatında var, ama eserlerinin kısaltılmış versiyonlarına atıf yapılıyor. Savaş ve Barış’tan alınan bazı pasajlarla, o büyük eser Rus halkının Fransız işgaline karşı kazandığı zaferin anlatısı olarak sunuluyor. Tolstoy öyle bir yere indirgeniyor. Öte yandan, Dostoyevski “Batı’nın liberal değerleri”ne, “renkli devrimler”e, LGBT+ haklarına karşı resmi propagandanın aracı olarak kullanılıyor.