Ekim 1917 ayaklanmasını başaran Petrograd işçileri ve denizcileri; II. Sovyetler Kongresi’nde iktidarı ele geçirme kararını veren ve çoğunluğu oluşturan delegeler; Lenin ve Troçki’nin önderliği altında muzaffer sosyalist devrimi tasarlayan ve gerçekleştiren Bolşevik parti militanları ve yöneticileri insanlık tarihinde yeni bir dönemi açtı: Kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi. Bu dönemi tüm insanlık adına açtılar çünkü yarım yüzyıl önce Rusya’da başlayan toplumu dönüştürme çabasını tüm dünya düzeyinde tamamına erdimek gerekmektedir.
Daha o zamanda Rosa Luxemburg’un ifade ettiği gibi bu girişimin temel tarihsel meziyeti burada yatmaktadır: belirleyici anda, şimdiye dek sosyalizme sahip çıkan partilerin tereddüt ettiği noktada (Komün’ün ilanı sırasında Parisli sosyalist gruplar haricinde) bir tek onlar hamle etmeye cüret etti. Kapitalizmin alaşağı edilmesi meselesini kuramsal spekülasyonlar alanından çıkarıp tarihsel gerçekliğinkine sokan onların bu gözüpekliğidir.
Bu amaçla Rus proletaryası, bünyesinde sağlam bir çoğunluğu elde etmiş Bolşevik partisinin yönetimi altında ve köylülüğün kayda değer bir kısmının desteğiyle marksist teorinin önemli bir meselesini pratiğe geçirebilmiştir: eski burjuva devleti aygıtının parçalanması, onun yerine genel oyla seçilmiş ve hem yasama hem yürütme işlevlerini yerine getiren işçi, asker ve köylü konseylerine dayalı yeni tipte bir devletin konulması.
Tarih, marksist teorinin ve Bolşevik pratiğin bu konuda haklı olduğunu tümüyle doğrulamıştır. Ekim 1917’den beri kapitalizmin başarılı biçimde yıkıldığı her yerde bu ancak baskıcı devlet aygıtının ve hepsinden önce burjuva ordusu ile polisinin ve egemen sınıflardan gelen yahut onlara bağlı yüksek bürokrasinin parçalanmasıyla mümkün olmuştur. Sosyalist olduğunu söyleyen partilerin bu belirleyici sıçramayı yapmayı reddettiği her yerde kapitalizm muhafaza edilmiş ve büyük zayıflık hatta görünür çöküş anlarının üstesinden gelerek tekrar konsolide olmuş ve saldırıya geçebilmiştir.
Alman kapitalizmi, üstüste gelen halk ayaklanmaları ve iki muzaffer genel greve rağmen 1918-1923 arası, savaş sonrasının fırtınasını kat edebildiyse eğer, bu Alman sosyal-demokrasisinin 1918-1919’da Reichswehr’i ve burjuva devletini kasten kurtarmış ve muhafaza etmiş olmasındandır.
Leon Blum gibi ılımlı bir gözlemci dahi 1933’da bunu açıkça kabul etmiştir: Hitler’in iktidara gelişi, Kasım 1918’de proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmeyi reddetmiş olmasından dolayı tarihin sosyal-demokrasiye kestiği cezadır. Fransız kapitalizmi 1944-1947 savaş sonrası krizinden sağ çıkabildiyse bu Fransız Komünist Partisi’nin ve İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu’nun (SFİO/sosyal-demokrat parti) aynı hatayı tekrarlamasından dolayıdır. De Gaulle’cü kişisel iktidar ve büyük sermayenin güçlenişi –FKP genel sekreteri- Maurice Thorez’in 1944 sonundaki politikasının ürünüdür: tek ordu, tek polis, tek devlet (De Gaulle’ünki).
Uzun Bir Devrimler Silsilesinin Başlangıcı
O zamandan beri Ekim 1917’nin örneği birçok ülkede takip edilmiştir. Muzaffer sosyalist devrimler Sermaye’nin hükümranlığına 1945’te Yugoslavya’da, 1949’da Çin’de, 1954’te Kuzey Vietnam’da, 1959’da Küba’da son vermiştir. Bu zaferlerin göreli olarak azgelişmiş ülkelerde meydana gelmesi bir tesadüf değildir.
Dünya emperyalizminin öncelikle en zayıf kesimlerinde yıkılması mantıklıdır. Emperyalist ülkelerde kör bir şovenizm şeklini alarak devrime karşı seferber edilen milliyetçi duygu, yabancı sermayenin ulusu tahakküm altında tuttuğu ve yerel egemen sınıfların bu duygunun güçlenişini sağlamaktan aciz kaldığı yerlerde devrimci bir güç halini alır.
Ekim devrimi yeni bir üretim biçimi sayesinde, göreli azgelişmiş bir ülkenin çeyrek yüzyıl içerisinde büyük bir sınai güç haline gelebileceğini pratikte göstermiştir. Sosyalizmin kapitalizme üstünlüğü bundan böyle ekonominin büyüme oranı, çelik ve çimento tonu, 10 bin kişi başına hekim ve hastane yatağı gibi verilerle ifade edilmektedir.
Sovyet örneği, 1917’de Rus halkının karşılaştığı sorunlara benzer meselelerle karşı karşıya bulunan tüm halkları derinden etkilemek durumundaydı. Çin devriminin zaferi ve sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki halkların evrensel özgürleşme hareketi, tarihsel açıdan ve güncel biçimi altında sosyalist Ekim devriminin ürünüdür. Şüphesiz bu hareket Rus devriminin zaferi olmaksızın da meydana gelecekti, fakat Ekim bunu onlarca yıl hatta bir yarım yüzyıl kadar hızlandırmıştır.
Bolşevikler Rusya’da iktidarı öncelikle ülkelerinin ekonomik gelişimini veya üçüncü dünya halklarının özgürleşimini hızlandırmak için almadılar. Marksizmin geleneksel kaynaklarıyla bolca beslenmiş örnek birer enternasyonalist olarak kendi devrimlerini dünya sosyalist devrimine, özellikle de orta ve batı Avrupa devrimine basit bir girizgâh olarak tasarlıyorlardı. Ve Lenin’in çeşitli kereler yazdığı gibi, Alman, İtalyan, Fransız ve İngiliz işçilerinin kendi devrimlerini, göreli olarak daha düşük sayıda olan ve teknik ve kültürel kalifikasyon bakımından daha az gelişmiş olan Rus proletaryasından çok daha etkin biçimde yapacağına ve sosyalist toplumlarının inşasına çok daha yetkin biçimde başlayacaklarına kesinlikle iknaydılar.
Bu umut söndü. Nesnel açıdan ütopik olmasından kaynaklı değildi bu: çeşitli kereler Batı ve Orta Avrupa’da devrimci durumlar meydana geldi ve bunlar vesilesiyle hem toplumsal ve siyasal krizin derinliği hem de emekçi kitlelerin cüretkâr atılımı iktidarın emekçiler tarafından fethini mümkün kılıyordu: 1918-1919’da, 1920’de, 1923’de Almanya’da; 1920’de, 1945-46’da, 1948’de İtalya’da; 1936’da, 1944-46’da Fransa’da; 1936’da İspanya’da, 1945’te Britanya’da… ve atladıklarımız var.
Fakat tüm bu anlarda eksik olan, Ekim zaferini mümkün kılmış olan Bolşevikler gibi bir önderlik: tarihsel fırsatların kaçmasına izin vermemek için yeterince berrak görüşlü, yeterince kararlı ve kitleler içinde yeterince etkisi olan bir önderlik. Sosyal-demokrasinin kapitalizmin yıkılması yoluna başkoymayı reddetmesi, genç komünist partilerin olgunluk eksikliği ve Sovyet diplomasisinin her daim dalgalı ve geçici ihtiyaçlarına artan oranda tabii oluşları bu zafer fırsatlarını kaçırılmış fırsatlara dönüştürdü.
Stalinizmin Nedenleri ve Sonuçları
İlk muzaffer sosyalist devrim böylece kendini göreli azgelişmiş bir ülkede yalıtılmış buldu. Bir yandan SSCB’nin ekonomik ve sosyal politikası her ne olursa olsun yaşam seviyesi, doğal olarak, Batılı emekçilerinkinin altındaydı. Bu hem daha düşük bir başlangıç noktasından yola çıkmalarından, hem de mevcut kaynakların önemli bir kısmını ekonomik ve kültürel gelişimin ihtiyaçlarına, sanayileşmenin ihtiyaçlarına ayırmaya dönük gereklilikten kaynaklanıyordu. Bunun Batı’daki emekçilerin tutumu üzerinde olumsuz bir etkisinin olmaması düşünülemezdi – özellikle de Stalin Batı’dakinden daha az gelişmiş ve sosyalizmin inşasını tamamlamış olmaktan uzak olan bir ekonomiyi “sosyalist” hatta “komünizm yolunda” diye adlandırma hatasına düştüğünde. Öte yandan bu zor maddi koşullar altında Sovyet işçileri her geçen gün iktidarı doğrudan yürütme kanallarından uzaklaşıyorlardı –ki Marx ve Lenin temel eserlerinde bu konunun önemini vurgulamışlardı. İktidara giderek ayrıcalıklı bir bürokrasi tarafından el konuluyordu.
Daha 1921’de Lenin Sovyet devletini bürokratik olarak deformasyona uğramış işçi devleti olarak nitelendirir. Bu bürokratik deformasyon, Stalin döneminde gerçek bir yozlaşmaya dönüşür. Çeşitli görüşlerin, eğilimlerin, partilerin çatışmasını ve ekonominin bizzat işçiler tarafından yönetilmesini içermesi gereken sovyet demokrasisi giderek boğulur. Sol muhalefetin yenilgisinin ardından Bolşevik partinin bünyesinde bile demokrasi ortadan kaldırılır. Emekçilerin siyasal hakları had safhada kısıtlanır.
Hükümet ardı ardına değerlendirmelerinde ve kararlarında hata yapar. Bunlar Sovyet halkına, kolaylıkla kaçınılabilecek devasa bedellere mal olur. Ekim devriminin başlıca yöneticileri – onun dolaysız örgütleyicisi olan Troçki başta olmak üzere- ve Leninist merkez komitenin çoğunluğu Stalin tarafından katledilir. Birkaç gün önce Sovyet basını Stalin terörünün resmi bilançosunu çıkarttı: 1934 ve 1938 yılları arasında öldürülen Bolşevik parti mensubu sayısı 700 bini geçiyor…
Bu geriletici dönüşüm Batılı işçileri elbette ki soğutur. Sosyalizmi Stalinist terörle –haksız biçimde- özdeşleştirirler. Fransız devriminin eserini diktatörlüğe ve Napolyon savaşlarına yol açtığı için reddetmek ne kadar yanlışsa Stalin diktatörlüğüne yol açması nedeniyle Ekim devrimini mahkum etmek de bir o kadar yanlıştır. Bununla birlikte her iki durumda da yabancı tepki ve saldırı bu büyük devrimlerin aldığı trajik yönelimde büyük bir sorumluluk taşımaktadır. Her iki örnekte de devrimin eseri, zorbalığın en beter aşırılıklarının üstesinden gelindikten uzun zaman sonra da varolmaya ve meyvelerini vermeye devam etmektedir.
Sovyetler Birliği’nin sosyalist demokrasi yolunda tekrar diriltilişi şimdiden başladı. Yeni ekonomik ve uluslararası koşullar da bu yönelimin lehine işliyor. Bürokratik yöneticiler iktidarlarını ve ayrıcalıklarını muhafaza edebilmek için bu süreci yönlendirmeye çalışıyor fakat işçiler er ya da geç tekrar iktidarın doğrudan yürütmesini ellerine alacaktır.
Çözmeleri gereken sorunlar çok sayıda ve karmaşık olacaktır. Fakat bizim gerçekleştirmemiz gerekenin esas kısmı orada çözülmüştür: büyük üretim araçlarının kolektif mülkiyeti. Ekim devriminin temel kazanımı hala mevcut, en karanlık yılların üstesinden geldi ve İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin zaferi sonrasında da ülkenin şaşırtıcı bir gelişimini sağladı.
Sovyet halkının bu kazanımı tüm insanlığın kazanımıdır. Bu nedenle Ekim devriminin ellinci yıldönümü tüm insanlık için bir bayram günüdür.