2001 krizi koptuğunda 57. Türkiye Hükümeti iktidara geleli henüz iki yıl bile olmamıştı. Hem de arkasında % 55,57 gibi güçlü bir seçmen desteğiyle gelen bir hükümetti bu. Ancak şu eski kısır döngü devam ediyordu. Tıpkı 1978 ve 1994 krizlerindeki gibi sarpa saran ekonomik göstergelerin sorumluluğu iktidarın sosyal demokrat ayağının sırtına yüklendi ve Ecevit Hükümeti yolcu edildi. Koalisyon ortaklarının bir sonraki seçimde toplam oyu 14,71’e düşerken, büyük paydaş DSP 1,22 ile dibe vurdu. Açıkça talan edilip içi boşaltılan batık bankalar dönemin simgesi olarak haber spotlarına demir attı. -Bu krizde sadece finans sektöründe 50 bine yakın kişi işsiz kalmıştı!-
Muazzam bir yolsuzluk zinciri söz konusuydu. Gerçi 1996 yılındaki meşhur “Susurluk kazası”, bu ilişkiler zincirinin üç ayağını, mafya, siyaset ve bürokrasiyi açıkça teşhir etmişti. Ticari ya da finansal ayak da pek uzaklarda olmasa gerekti. Yine de ekonomi, 1980 sonrası adet olduğu üzere, müstakil bir bilim dalı olarak, bu ilişkilerin sıçrattığı zifostan Maradonavari bir çalımla sıyrılmayı becermişti işte. 3 Kasım 2002 günü AKP iktidara geldi ve hepsi de ilelebet unutuldu…
Pastoral tabloların ve cumbalı kasabaların saflığı artık iktidardaydı. Kültürü hor görülmüş, aksanıyla alay edilmiş halkın temsilcileri iktidardaydı. Eşrafıyla, kıyıya köşeye atılmış kasaba avukatıyla, badem bıyıklı dershanecisiyle, imamıyla, ağası ve marabasıyla taşra, yekpare bir mevsimdi artık. En azından popüler algı bu yöndeydi. Yukarıdaki tabloda eksik olan koalisyon bileşenleri hayli bir yekûn tutuyordu oysa. Her seçimde iktidar partisinde saf tutmayı becermiş, bir dönemin ANAP, DYP, MHP ve MSP’li siyaset eşrafı, devlet ihaleleri peşinde koşan müteahhit takımı, güce tapmayı amentü bellemiş burjuvazi, devletin kirli işlerini gördüğünü ima etmekten inanılmaz bir haz duyan lümpen membaı mafya taifesi ve bilcümle tarikat ehli…
İşin aslı, yukarıdaki paragrafta adı geçen koalisyon bileşenleri hala daha 1950’den beri Türkiye’de “siyaset yapmanın” o en bilindik tarzıyla hareket ediyordu. Malum, Türkiye’de muteber siyasetçi demek, mümkün olduğunca fazla kesimle pazarlık yapan ve masadan anlaşarak kalkmayı başaran siyasetçi demekti. Arazi yağmasına göz yummaya söz verirdi mesela ya da filan bakanlıkta kadrolaşma talebini karşılardı seçmeninin. Kızına beleşe diploma, aptal oğluna makam sözü verirdi. Bu pazarlıktan başarıyla çıkmak halk nezdinde zekâ göstergesiydi, takdire şayandı. Mühim olan, bir yerel cemaatin, bir aşiretin, bir etnik aidiyetin ya da bir çıkar grubunun önde gelen isimlerini kendilerini desteklemeye ikna etmekti.
İşte bu pazarlığın kendisine özgü bir hukuku vardır. Mafyöz bir hukuktur bu. Açığa çıktığı anda büyüsü kaybolur zira. Olup bitenin herkes farkındadır. Ancak ocak başı sohbetlerinde, taksi duraklarında, otel lobilerinde, lise bahçelerinde dahi fısıldanan pazarlık koşulları siyasetçilerin kamuoyu önündeki tartışmalarına ve üniversite kürsülerine yansımaz. Onlar parti tabanlarını hala daha ordunun silah kapasitesi ve kıta sahanlığı ya da din ve milliyetçilik üzerinden ayrışan sosyolojik kategoriler olarak göstermeye devam ederler. Bu okumanın tamamen hatalı olduğu söylenemez gerçi. Ama en masum ifadeyle eksik bir okumadır bu.
Herkesin bilip, kimsenin yüksek sesle dile getirmediği bu kirli pazarlıklar 2002 yılından önce çoktan kurumsallaşmıştı. AKP yapısal ve zımni bir ahlaksızlığı miras almış, kimi zaman yeni oyuncuları da dâhil etmiş, kimilerini dışlamış ve oyun masasını kendi meşrebince sürekli yeniden kurmuştur. Seçimler yoluyla kaynakların başına geçme olasılığı zayıflayan hasımların çoğu bu süreçte teslim olmuş, kendilerine uygun görülen izbe salonda barbut atmaya fit olmuşlardır. Pazarlıkta suyun başını tutan, tok satıcıyı oynayan AKP giderek güçlenmiş, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın bütün neo-patrimonyal rejimlerinin yaptığı gibi, siyasetin paydaşları arasındaki toplumsal kaynakların geçici kullanım hakkı ilişkisini rafa kaldırmış, onların ezeli ve ebedi sahibi rolüne bürünmüştür. Bir diğer deyişle devleti kendisine mal etmiştir. Pazarlık artık yönetenlere biat etmiş çıkar grupları arasında gerçekleşmektedir.
Günümüze özgü olan, başkanlık sistemiyle birlikte bu pazarlıkları sözde görünmez kılan rasyonel-legal çerçevenin çatlamasıdır. Parlamenter sistemin sağladığı meşruiyet görüntüsü, başkanlık sisteminde hukuki zeminin keyfi dokunuşlarla her gün yeni baştan dokunduğu bir düzene dönüşmüştür. Kısacası, hukuki mekanizmanın reformu tartışmalarını bu tarihsel çerçeveyi göz önünde tutarak değerlendirmek gerekiyor.