İmdat Freni

Ulusal Edebiyat: Bir Varoluş Krizi – O. Yiğit Özdemir

“En büyük şiir Birleşik Devletler’in kendisidir… Damarları şiirle dolu bu ulusun, bu ulus şairlerini bekliyor…”

Walt Whitman

Şairlerin ulusları yarattığı, onlara sur borusundan ruhlarını üflediği sıkça karşımıza çıkan bir mecazdır. Kimi zaman bu şairlerin yerini, şiir yazamayan, ancak şairane duyguları tehlikeli bir biçimde milliyetçi düşüncelerle melezleyen teorisyenler de alabilir.

Buna en yakın örnek, herhalde Ziya Gökalp. Gökalp’in teşkilat sorunlarıyla ilgilenen Talat Paşa’ya Selanik’te “Teşkilat… Bu o kadar önemli değil. Teşkilat kalıptır, binadır, hendesedir. Bu kalıbın içine hangi ruh üflenecek”[1] demesinde olduğu gibi, kitleleri harekete geçirecek fikirler, idealler de imal eder kimileri. Gerçekten de milliyetçiliğin kökenine indiğimizde, şairane bir şekilde yüceltilmiş aşağılık duygusundan başka bir şey bulmak zordur.

Peki, öyleyse yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanı ortak bir amaç uğruna seferber edebilmek için, düşman icat etmek, ya da var olan düşmanlıkları körüklemek mi gereklidir illa? Her ulusal edebiyatın kendisiyle beraber ilişkilendiği, aynı anda hem benzerliğin, hem de farklılığın rekabetini örgütlediği, su yüzüne çıkarttığı ve gerektiğinde beraber soluk alıp (Bifo’nun altını çizdiği gibi –con-spirare) gerektiğinde okyanusun derinliklerine ittiği başka uluslar vardır. Derrida’nın dekonstrüksiyon için söylediklerini, pekâlâ uluslar için de söyleyebiliriz: her daim “birden çok”.

Bir ulusun varlığı bir diğer ulusun kimlik ve kişiliğine bu kadar içten, narin ve nazik iplerle bu kadar hayatiyetle bağlıysa, o halde Walt Whitman’ı coşa getiren sebepler üzerinde durmak ve kozmopolit ve neo-liberal solun bu türden konulardaki alerjik parantezini kapatarak bakmak gerekiyor. Ulusları yapan şairlerse, onlara bu bilinci, diğer uluslarla, insanlığın genel havuzunda beraber yüzüldüğü, bu koşuya beraber durulacağı bilincini de aşılayan, yine dizeleri ve çileli yaşamlarıyla, şairlerdir.

II. Misyoner edebiyat, misyonsuz edebiyat, edebiyata içkin görevler

“Geleceğin şairleri! Geleceğin söylevcileri, şarkıcıları

            çalgıcıları!

Bugün doğrulayamaz beni, ne istediğimi, neden yana

            olduğumu bilemez, anlatamaz bugün,

Ama siz, yeni bir döl, katışıksız, atletik, bu toprağın

            Yetiştirdiği çocuklar, gelmiş geçmiş döllerin en büyüğü

Kalkın! Çünkü siz doğrulayacaksınız beni.”

Geleceğin ŞairleriWalt Whitman

Whitman’ın şöhretlenmesi, biraz da İç Savaş yıllarından sonra, Lincoln’lü yıllarda, 1866 senesinde William O’Morris’in onun hakkında yazdığı kısa tanıtıcı kitapla, The Good Gray Poet ile olur. Gerçekten de Whitman’ın, Rusların Mayakovski’si gibi ulusal bir şair olarak taçlandırılması ise, demokrasi davasının Amerikan topraklarında, son derece pragmatik sebeplerle yeşerdiği 20. yy’da gerçekleşecektir. Kendisine açılan müstehcenlik davalarından çok sonra.

Bu gerçekten de bütün ABD’li şairlerin kendisini Avrupa şiiriyle yan yana görmek üzere aportta beklediği yıllarda, zahmetsizce yazılmış görünen ‘zor’ dizeleri bize armağan eden şairin tüm şiirlerinin, manifesto havasında yükselen bu sesin yalnızca ABD’li yurttaşlar nezdinde yükselmediğini söylemek gerek. Whitman gerçekten de uluslararası öneminden ötürü, ABD’ye bir demokrasi payesi biçiyordu. Onun popüler tabirle bir “erime noktası” (melting pot) olarak kabul gördüğü 1950’li yıllarda tahtına oturmuş olması bizleri şaşırtmasın.

Turgenyev’in Batılı bir toplum tahayyülünü, kuşak çatışmasını işlediği yıllarda yazıyordu bu dizeleri Whitman. Marx ise 1861’de gerçekleşen Amerikan İç Savaşı’nı Kapital’de “çağımızın şimdiye kadar gerçekleşen en önemli olayı” diyerek selamlar. Gerçekten de Amerikalıların değil, ancak Gündüz Vassaf’ın tabiriyle “Amerikalılara bırakılamayacak kadar değerli” olan “Amerika”nın gelecekte sözünü söyleyebileceği bir aşırılık, bir fazlalık vardır ulus tahayyülünde.

Geçtiğimiz sene Amerikan başkanı Donald Trump milliyetçi bir konuşma yaparak elinde tuttuğu İncil’i göstericilere salladığında, The Atlantic bu durumun sebebi ayaklanmaya şu şekilde yer veriyordu “1968 olaylarından beri gerçekleşen en büyük isyan”. Ulusun harcını döken, emeği ve gözyaşıyla ona değer ve gelecek biçen herkesin söz söyleme hakkının garanti altında olduğu söylenen Amerika Birleşik Devletleri’nde milyonlarca insan sokağa dökülmüş, onları zapturapt altına almak için füzeleri ve tümenleri taşıyan yüzlerce askeri kamyon otobanları işgal etmişti.

O halde, burada ulusal edebiyat tartışmasında bir “niyet”le karşı karşıyayız. Gerçekten de varoluşsal bir çatlaktır bu. Ulus gibi yapay bir şeyi övmek, ki aslında ancak yapıntı şeyler bu kadar göğe çıkartılabilir, çoktan gerçekleşmesi imkânsız bir vaatte bulunmak gibidir. Yalnız bu, şu şekilde de anlaşılması gereken bir mefhum: bu vaat, her daim geleceğe ertelenen, süreç içerisinde anlamlanan bir utkudur.

Zehirli insanlar, ırkçı kuramlar, Nihal Atsız gibi menşei belirsiz haydutların zehirlediği ulusal şiir ve edebiyat damarını, gerçekten ulusu kurucu bir ütopya etrafında birleştirecek şairler geldiğinde kalınlaştırmak gerekecektir. Her ülkenin dünyaya vermek zorunda olduğu moral, teknik, estetik bir renk, bir doku vardır. Bunu yapamayan yapılar, er ya da geç, arkalarında bıraktığı tahribatla silinir gider.

III. Bir malzeme: Tarih

“Neslimin en iyi zihinlerinin delilikle parçalandığını gördüm”

UlumaAllen Ginsberg

“Amerika çocukken bir komünisttim üzgün değilim

Ne zaman fırsatını bulsam marihuana çekerim

Evimde günlerce kıpırdamadan oturur ve dolaptaki gülleri izlerim.”

AmerikaAllen Ginsberg

Ginsberg’in Amerika adlı şiirinde verdiği tarih 1956, arkasında Vietnam karşıtı gösterilerin heybeti yok belki henüz, belki tam da bu yüzden daha gerçek, tek başına, Amerika’yla baş başa ve karşı karşıya. Bir boğanın matadoruyla yüzleşmesi gibi bir yüzleşme tonu hâkim şiire.

İlk dize ise sanki Whitman’ın gelecekteki şairlere dair beklentilerinin bir yankısı, en büyük zihinlerin ölümüne, acı çekerek istila edilmesine bir ağıt. Uluma’nın bu ilk ve en meşhur dizesi, savaş sonrası, baby boomer  adıyla bilinen şöhretli kuşağın tepkilerinin kaynama noktasında bir kızıl termometre.

Yeniden denemek konusunda bir söz alamayacak kadar savaş yorgunu, bitkin ve gerçek bu dizeler. Dolayısıyla, onda emin olduğumuz şey, hiçbir şeye zorlanamamak için büyük bir savaş veriyor olması.

McCarthy’ci histerinin tüm Batı dünyasında ve elbette Menderes hükümetiyle de Türkiye’de pek çok yazarı, şairi, sanatçıyı, oyuncuyu, entelektüeli, kısacası kendisine karşı sindirilemeyecek lokma olarak gördüğü pek çok değerli düşünce insanını tasfiye ettiği günler, o günler. Kızıl korkusunun (Red Scare) tahmin edilenden fazla yayıldığı, Amerika isminin kapitalizmle, SSCB isminin sosyalizmle özdeşleştirildiği, dünyanın bu ikisi arasındaki askeri, sınaî ve kültürel rekabete, ama soğuk ama sıcak sahne olduğu günlerde, Ginsberg bu dizeleri yazıyor.

Tarih her zaman beklendiği opaklıkta seyretmez, hatta çoğu zaman Marx’ın tabiriyle “kötü tarafından seyrettiği” bile söylenebilir. Yine de şairlerin umudu ve umutsuzluğu, ona kaldığı yerden devam etmekte bize ihtiyaç duyduğumuz “mutlu ölümü” (Camus) verebilir. Gerçekten de, ulusal edebiyatın varoluş krizi burada yatar, Whitman’ın da sık sık söylediği gibi tek bir insandaki bütün insanlarda, insanlıkta, bütün insanlıktaki tek bir insanda ve onun “varoluş krizinde”.

IV. Bir diğer çatlak: ekolojik kriz

“Ancak sizin Agora Tanrıçanızla, bu tam da en önemli soru. Geçimlik sağlamak –ancak nereye kadar? Bir araya toplamak –ancak ne kadar? Her daim biriktirmek mi demek istiyorsunuz –hiçbir zaman harcamamak?”

TrafikJohn Ruskin

Doğayla kurduğumuz temellük ilişkisinde sorunlu bir ilişkilenme tarzı olduğunu ilk söyleyen Marx değildi elbette, ancak bunun bir “varoluş krizi” yaratacağını, bu temellük tarzının çok geçmeden “metabolik bir çatlağa” dönüşeceğini söyleyen o oldu.

O halde ulusların tarihini, doğayla nasıl düğümlemeli ki hem insan, hem de doğanın kurtuluş umudu için bir muştu barındıran, coğrafyanın kadere düğümlendiği çehresindeki izlerde belli olan, yeni bir var olma kipini edebiyatta da tanımlayabilelim? Doğayla insanın çatışması olarak soyutlanan şey, aslında doğayı temellük etme tarzımızdaki olası kırılmalarla birlikte “kurucu yabancılaşma”yla dağlanmış öznelliğimizde, hâlihazırda içerisinde olduğu doğayı esirgesin, çevresi sükûnetin sularından da içebilsin.

Edebiyat doğal değildir, elbette, ulusal edebiyat ise çoğu zaman doğallaştırılmış bir sanayi savaşları tarihçesidir. Ancak yine edebiyatın doğayı kat etmesi son derece mümkün. İnsan Hegel’in tabiriyle her daim “doğanın yarası” olarak kalacaksa da, en azından ulusal mizacını yonttuğu söylem tarzını dönüştürebilme becerisine sahip.

Sanıyorum gelecekten gelen şiirin kendisini imha etmeden sunabilmesi, dille kurduğu bu ölüm kalım ilişkisindeki dramatikleştirmeyi taşıması ve aşmasından geçiyor. Bu da sermayenin –ya da Ruskin’in deyimiyle Geçim Tanrısının- dil ile kurduğu ilişkiyi kırılmaya uğratmakla, bu türden bir edebiyatla mümkün.


[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2019/02/07/ziya-gokalpin-kurt-sorunu