İmdat Freni

Sınırların Açılması Üzerine Kendi Kendimize Cevabı Kolay Bir Soru – Eyüp Özer

Temmuz 1938‘de Kristallnacht’dan birkaç ay önce ABD’deki Fortune dergisi okurları arasında bir anket yapıyor; “Alman, Avusturyalı veya diğer siyasi mültecilerin, ABD’ye gelişine izin verilmesine dair tutumunuz nedir?” diye soruyor.[1] Cevaplar şöyle:

Göçmen kotamızı arttırmamız gerekse bile, gelmelerini teşvik etmeliyiz %4,9
Gelmelerine izin vermeliyiz ancak göçmen kotamızı arttırmamalıyız %18,2
Mevcut koşullarda onların gelmesine engel olmalıyız %67,4
Bilmiyorum %9,5

Ardından Kasım 1938’de Kristallnacht sırasında 91 Yahudi öldürüldü, 26 000 kişi toplama kamplarına gönderildi ve yüzbinlerce Yahudi artık Almanya’dan kaçmanın yollarını arıyorlardı. Tam da bu nedenle ABD’de Ocak 1939’da bir başka anket yapılıyor ve “ABD Hükümeti, Almanya’dan kaçan 10 000 mülteci çocuğun Amerikalı ailelerin evlerinde bakılmasına izin vermeli midir?” diye soruluyor. Yüzde 61 hayır diyor. [2]

1938’de ABD’de yaşasaydınız siz ne derdiniz gibi cevapsız bir soru sormayacağım ama peki “2020 Şubat’ında, gece hava sıcaklığının zaman zaman -7 dereceye vardığı karlar altındaki sınırında yüzbinlerce insanın açık havada yaşamak zorunda kaldığı Türkiye’de yaşıyor olsaydınız, sınırın açılması konusunda ne derdiniz” sorusu o kadar da anlamsız olmasa gerek.

Gerçek İnsanlar Söz Konusu

Malum bu aralar hangi televizyon kanalını açsanız karşınıza tüm tartışma programlarında bir şekilde İdlib çıkıyor, bu tartışmalar sayesinde hepimiz çeşitli karayollarının adını bile öğrenirken, en ufak köyün mezralarının isimlerini duyarken, orada yaşayan insanların durumu hakkında çok az şey duyuyoruz; yukarıdaki soru veya benzerleri hiç dile getirilmiyor. Artık F-35’inden, S-400’üne, oradan SU-bilmem kaçına kadar, çeşitli yüksek teknoloji ürünü silahlar günlük hayatımızdaki tartışmaların bir parçası haline geldi. Tıpkı bu silahlara dair sahip olduğumuz algının sanallığı gibi bölgedeki insanların da sanal varlıklar olduğunu düşünmeye başladık.

Bölgedeki halk sanki gerçek insanlar değiller de, bir bilgisayar oyununun yapay grafik karakterleriymiş gibi sadece rakamlar olarak bahsediliyor ve unutmamamız gerekiyor ki (hatırlaması her ne kadar rahatsız edici olsa da, uykularımızı kaçırması gerekecek olsa da) bu halk bizim sınırımızda yaşam mücadelesi veriyor. Birkaç gün önce, 20 Şubat’ta, Birleşmiş Milletler, Kuzeybatı Suriye’deki insani duruma dair bir rapor yayınladı.[3]

Bu rapora göre, sadece 1 Aralık 2019 -12 Şubat 2020 arasında yerinden edilen insan sayısı 800 000’e ulaşmış durumda. Bu kişilerin yüzde 60’ı çocuk, kadın ve çocuklar ise toplamda yüzde 81’i oluşturuyor. Çeşitli makalelerde ve tartışma programlarında her ne kadar bölgeden gelen rakamların güvenilmezliğinden sürekli dem vurulsa da, herhalde Birleşmiş Milletler’in açıkladığı resmi rakamların nispeten daha güvenilir bir kaynak olarak kabul edilebileceği konusunda herkes hemfikir olabilir.

Bu son çatışmalardan önce bile İdlib’in nüfusu 3 milyona varmıştı ki, şu anda 4 milyon civarında olduğu belirtiliyor, wikipedia’dan hızlıca bir baktığınızda İdlib merkezinin 2011 öncesi nüfusunun 382 000 kişi olduğunu görebilirsiniz. Şehrin böylesi hızlı bir nüfus artışını karşılayacak ne içme suyu altyapısı, ne gıda altyapısı var.

Aynı BM raporuna göre, 9-12 Şubat arasında yerinden edilen insan sayısı 142 000. 1 Aralık’dan sonra yerinden edilenlerden yaklaşık 550 000 kişi İdlib bölgesinin diğer mahallerine giderken, 250 000 kişi ise Afrin, Cinderes, Al Bab, Azez gibi bölgelere sığınmış.

Eksi Yedi

Tüm bu bölgelerde, barınacak yer, gıda ve gıda dışı ihtiyaçların karşılanamadığını BM kendisi de kabul ediyor. Yerinden edilen kişilerin % 93’ü, en acil ihtiyaçlarının barınacak bir yer olduğunu belirtiyor. Bu kişilerin % 17’si kamplarda kalırken, % 12’si bireysel çadırlarda barınmaya çalışıyor, % 15’i ise bitmemiş binalarda kalıyor. 82 000 kişi ise açık havada ağaçların altında kalıyor. Bu yaz, Süleyman Soylu da yaptığı bir açıklamada yüzbinlerce kişinin zeytin ağaçlarının altına sığındığını belirterek, bu kişilere kapıları açmamakla övünüyordu. En son 12 Şubat’ta Arnavutluk’ta yaptığı açıklamada Mevlüt Çavuşoğlu da, Merkel’in Erdoğan’la yaptığı görüşmenin ardından, Almanya’nın sınırda briket ev yapımı için 40 milyon Euro sağlayacağını duyurmuştu. Avrupa Birliği, tüm bu insani krize sadece kendisine daha fazla mültecinin gelmemesini nasıl sağlarız diye bakıyor ve bunun için para harcamaya hazır olduğunu da gizlemiyor.

Bölgeden bugünlerde gelen resimler ve videolarda her yerin karla kaplı olduğunu kolayca görebiliyoruz. 10 Şubat’ta hava sıcaklığı -7 dereceye kadar düşmüş; -7 derecede çocuklarınızla beraber dışarıda yatmak zorunda kaldığınızı düşünün.

Bu soğuklarda evlerden kaçarken eşyalarını alabilen aileler, ısınmak için mobilyalarını ve kişisel eşyalarını yakmışlar. BM’nin kontrolündeki kamplardan sadece birinde 5 kişi, zehirli gaz çıkaran eşyalarını yaktıkları için boğularak yaşamlarını yitirmişler.

1 Aralık’tan sonra yerinden edilenlerden 488 000 kişinin kış yardımına ihtiyaçları olduğu, yerel STK’ların birkaç gün içinde çok sayıda çocuğun soğuktan dolayı yaşamını yitirdiğini bildirdiği, son çatışmalar nedeniyle 11 Şubat itibariyle, 72 sağlık tesisinin hizmetini durdurduğu belirtiliyor. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, 29 Nisan 2019 – 10 Şubat 2020 arasında, İdlib, Hama ve Halep’te 1710 sivilin öldürüldüğünü bunların 337’sinin kadın ve 503’ünün çocuk olduğunu açıklamış.

Sınırını Kapayan Ülkenin Vatandaşları Olmak

Tüm bu rahatsız edici verileri vermemizin nedeni, durumun yakıcılığını hepimizin yeniden hissetmesini sağlamak. Yani bizdeki tartışmaların yarattığı hissiyatın aksine burada bir bilgisayar savaş simülasyonu oyununun hayali karakterleri değil, gerçek insanlar yaşıyor ve bizler de sınırını kapayan ülkenin, İdlib’deki savaşın aktörlerinden biri olan ülkenin vatandaşları olarak bunlar da bizim de payımız ve sorumluluğumuz olduğunu bilmeliyiz, her ne kadar görmezden, duymazdan gelmek istesek de. Dolayısıyla en başta sorduğumuz soru, şu an için çok gerçek ve çok acildir. Türkiye’nin sınırda bekleyen yüzbinlerce kişiyi, kendi kaderlerine veya ölüme terk etmesine sessiz kalabilir miyiz yoksa “acilen sınırlar açılsın” talebimizi olabildiğince yüksek sesle haykırmalı mıyız? Türkiye’nin mali kaynaklarının bunun için yetersiz olduğunu söyleyenler olacaktır. Geçtiğimiz günlerde, Ali Koç’un, Fenerbahçe’ye sponsorluklar hariç, 237 milyon 85 bin TL hibe ettiği haberleri yer alıyordu.[4] Dolayısıyla kaynak sorana, verilecek adres bellidir. Sadece bir tercih yapmamız gerekiyor, birileri zenginliklerine daha fazla zenginlik katıp, sadece kendi zevkleri için bir top oyununa yüz milyonlar harcayabilecek servete sahip olabilmeli midir yoksa çoğu çocuk yüzbinlerce kişi -7 derece soğukta ölüme mi terk edilmelidir?

Elbette bu soruya verilecek yanıt, bir ilk “vicdani” hamle. Nasıl bir insan olduğumuz veya olmak istediğimiz ve insanlığı nasıl tasavvur ettiğimizle ilgili. Bu vicdani, etik tercihi nasıl örgütleyeceğimiz, nasıl gerçek kılacağımız, yaşadığımız sınırlar içindeki milyonlarca göçmene eklenecek yüzbinlerce yeni mültecinin insana yaraşır koşullarda yaşayabilmesinin nasıl sağlanacağı ise doğrudan, uzun soluklu bir siyasal mücadelenin konusu.


[1] The Myth of Rescue: Why the Democracies Could Not Have Saved More Jews from the Nazis, William Rubinstein, https://books.google.com.tr/books?id=6IaEAgAAQBAJ&pg=PA50&lpg=PA50&dq=fortune+poll+opinion+on+refugees+1938&source=bl&ots=CiUtVWog_-&sig=5WznfatLu15git589mw3nFz7_TY&hl=en&sa=X&redir_esc=y#v=onepage&q=fortune%20poll%20opinion%20on%20refugees%201938&f=false

[2] https://www.adl.org/blog/closing-the-borders-to-refugees-wrong-in-the-1930s-and-wrong-today ve https://www.washingtonpost.com/news/worldviews/wp/2015/11/17/what-americans-thought-of-jewish-refugees-on-the-eve-of-world-war-ii/

[3] https://reliefweb.int/sites/reliefweb.int/files/resources/nws_sitrep8_20200213.pdf

[4] https://t24.com.tr/haber/ali-koc-un-fenerbahce-ye-bagisladigi-para-aciklandi,826182