İmdat Freni

Parlamenter Yanılsama, CHP ve Emekçilerin Kurtuluşu – Masis Kürkçügil

Şimdi sormuyorlar. Eskiden insanların kendilerini solcu, sağcı, muhafazakâr veya İslamcı mı gördüklerini sorduklarında “sosyalist” şıkkı da eklenirdi kamuoyu araştırmalarında. Yüzde 3’ten yüzde 5’e kadar uzanan bu kesimdeki insanların sosyalizmle ilişkilerinin organik olup olmaması bir yana seçmen olarak da ancak en fazla onda birinin herhangi bir sosyalist partiye oy verdiği söylenebilir. Uzun yıllar boyu CHP’ye (bir dönem SHP’ye ve hatta örneğin 1999 seçimlerinde ÖDP’nin en havalı günlerinde DSP’ye) büyük miktarda oy veren bu kesimin baraj altı kalmaması ve Demirtaş’ın söylem değişikliği üzerine HDP’ye de oy verdiği bilinmekte. 2010’dan sonra AKP’ye hayırhah bakanların ise çıkardıkları gürültü ötesinde bir kıymeti harbiyesi olmadığı söylenebilir.

Tabii Türkiye’de solun ve sağın ne olduğuna dair ilginç tartışmalar eksik olmaz. Demirel, İnönü CHP’ye “sol” deyince onların da kendilerine “sağ” dediğini, daha önce sağ-sol ayrımı olmadığını belirtmişti. Oysa geçmişte CHP’nin sağ, Serbest Fırka’nın sol addedildiği günler de olmuştu. 1946’da çok partili sisteme geçişte TKP’nin DP ileri gelenleri ile flörtü de eklenebilir buna.

Zaman zaman CHP’nin geçmişi itibarıyla hiç de sol olmadığına dair ciddi eleştiriler getirilmiştir. Meksika’daki PRI (Kurumsal Devrimci Parti) ile hiçbir akrabalığı olmamasına rağmen onun gibi devlet kuran (nedense marifet sayılır) ve kendini halkın sahibi, sonra da avukatı sayan bir partinin elbette ne Avrupa’daki işçi kökenli sosyal demokrat partilerle ne de Latin Amerika’daki popülist partilerle bir benzerliği vardır. Ama Avrupalı sosyal demokrat partileri de “enternasyonali dinlerken” ağlamakla sınırlamamak, örneğin Ocak 1919’da Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in katilleri olduklarını da unutmamakta yarar var. Bütün bu geçmişin üzerine son elli yılda sosyal demokrasinin de neoliberalizme biat ettiği ayrıca eklenmeli.

Hangi CHP?

Zülfü Livaneli’nin İrfan Aktan ile görüşmesinde değindiği konular belki de bu tükenmeyen geçmişe bir güncellik kazandırdı. Ancak Deniz Baykal’ı CHP’nin bünyesine aykırı bir tümör gibi göstermek ne kadar gerçekçi? Deniz Baykal’ı en iyi demesek de en keskin bir biçimde tanımlayacak resim 2002 seçimlerinde kürsüdeki assolistleridir: O güne kadar gelmiş geçmiş Türk-İş başkanları arasında en renksiz-ruhsuzu Bayram Meral, ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, Dünya Bankasının önde gelen simalarından, Ecevit’in davetiyle gelip kriz sırasında İsmail Cem’in Yeni Parti kurmasına gaz verip son anda Baykal’a dümen kıran Kemal Derviş ve bunların arasında ne aradığı pek belli olmayan Livaneli.

Ama Baykal’ın karşısında bir erdem timsali olarak gösterilen Erdal İnönü’nün “12 Eylül’deki silahlı kuvvetlerin müdahalesi zorunlu bir müdahaleydi” (Nokta; 15.9.1985) cümlesini siyaseten nereye koymak gerekecek?

“Millet İttifakı” ve “Demokrasi Güçleri”

 “Demokrasi güçleri”nin büyük bir dayanışmayla belediye seçimlerinden başarıyla çıkılmasına neden olan seçim taktiğini 2023 Haziran başkanlık seçimlerinde göstermesine kilitlenmiş bir tartışma ortamında “sosyalist inşa” gibi bir konuyu açarak pişmiş aşa su katmanın alemi yok dense de özellikle 1973 seçimlerinden başlayarak düze çıkmak için onun bunun himmetine muhtaç hale gelmenin elli yıl sonra maliyeti anlaşılmadıysa sonrası için de söylenecek fazla söz yoktur.

Seksenli yılların ortalarında merkez sağ ile merkez solun “demokrasi” ortak paydasında uzlaşabileceğine bel bağlayanların doksanlı yıllardaki SHP-DYP koalisyonunun pratiğini çabuk unuttukları hatırlanabilir. O gün ANAP’a karşı aranılan bu “asgari müşterek”, bugün ANAP’ın rolüne sıvanan AKP’ye karşı merkez sağa oynayan İYİ parti ile kurulabilirse, ne diye farklı bir sonuç versin ki!

Öte yandan parlamenter yanılsama ile siyasal partilerin kılık kıyafet değişikliğini veya geliş gidişlerini “seçmen” bazında açıklamak yerine de toplumdaki daha derin siyasal ve sınıfsal çalkantılarla açıklamaya çalışmak daha yerinde olur. Örneğin Ecevit 1973’te şahlanışa geçmiştir. Elbette CHP içinde İsmet Paşayı da yolcu eden, öncesinde Güven Partisi benzeri unsurları ayıklayan partinin iç dinamiğinin önemi vardır, ancak altmışlı yıllardaki TİP’in şahsında cisimleşen bir dizi mücadelenin iteklemesini de es geçmemek gerekir. Hatta Ecevit’in 1977 seçimi ve sonrasındaki tutumuna bakılırsa 1973 Ekim seçimlerindeki Ecevit’i radikalleştiren, harekete dinamizm kazandıran altmışlı yılların sosyalist hareketinin kılıç artıklarıdır. 1973’te solundan beslenen Ecevit 1977’de kendine göre soldaki %1’e değil de sağa yönelince sonuçta 99 model bir Ecevit ile karşılaşılacaktı. İdeolojik olarak da reddi mirasta bulunurken, yani Kemalist Devrimleri üst yapı devrimleri diye önemsemeyip “toprak işleyenin su kullananın” derken yirmi yıl sonra değme milliyetçileri bile kıskandırmıştır.

“Millet İttifakı” + HDP bir tür “Demokrasi güçleri” diye nitelendiğine göre bu demokrasinin zemininin ne kadar sağlam olduğunu anlamak için AKP’nin gidişini beklemeye gerek yok. Ayrıca muhalefeti bir araya getirmek ayrı bir şey, inandırıcı bir siyasal alternatif inşa etmek ayrı. AKP’nin erimesine rağmen örneğin CHP’nin hamle yapamaması bu bapta ele alınabilir. Öte yandan emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu için yapılacak işler ise bambaşka bir bapta ele alınmalı. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaksa (olmayacaksa zaten geçmiş ola) bu parlamenter yanılsamalarla herhangi bir güzergahta rastlaşmaları bile kazara olacaktır ancak.

“Asgari Müşterek” ve Emekçilerin Kurtuluşu

Genel olarak muhalefete yakıştırılan asgari müşterek “insan hakları ve demokrasi” olarak sunulacaksa, mevcut muhalefet oluşumlarının bu konudaki bakışını, yalnızca sosyal boyutuyla değil demokratik haklar konusunda da pek ortaklaşamayacakları HDP karşısındaki tutumlarından çıkarsamak mümkün.

Neoliberalizm Özal’dan başlayarak sistemi sağa çekti. Henüz neoliberalizmi terbiye ederek kapitalist sistem içinde mevcut tahribatları giderecek bir yol bulunamadı. Toplumdaki güç ilişkileri dönüşmeden radikal değişimler hayal hanesinde kalmaya mahkûm. Demokrasi ittifakı denebilecek girişimlerin içeriksiz, yani toplumsal-sınıfsal talepler açısından herhangi bir radikal dönüşüm peşinde olmadan defi bela kabilinden siyasetinin bugüne kadar herhangi bir karşılığı olmadı. Ne de olsa mevcut güçler arasındaki ilişkileri medenileştirme dışında bir role de soyunmamakta. CHP ve İYİ Partinin koçluğundaki Millet İttifakı’na HDP’nin nasıl monte edileceğine dair müzakereler, vakti geldiğinde bu partiler arasında halledilebilir. Sosyalistlerin burada bir rol oynamaları imkânsız, zaten anlamsız da. AKP’nin tedrici mevzi kaybına bel bağlamış ve geri kalan her şeyi sonrasına ötelemiş bir siyaset, tarihin sürprizlerine hazırlıksız yakalanabilir.

Bütün bu felaketler girdabından kurtulmanın bir reçetesi yok. Hele parlamenter yanılsama en azından son yarım asırda olduğu gibi yeniden ve yeniden bellek kaybına yol açabilir. Bizzat emekçilerin, ezilenlerin, gençlerin, kadınların özne olmadığı bir mücadelenin yokluğunda bedava umut peşinde sürüklenmenin akıbeti yıkımdır.

Nerede baskı ve sömürü varsa orada yürütülecek mücadelelerin biriktireceği deneyimler çok önemli olmakla birlikte ancak bir başlangıçtır. Bu mücadeleleri de ortaklaştırmak, bugün ve gelecek konusunda uğruna mücadele edilebilir bir programatik çerçevede somutlamak gerekir.

Ayyuka çıkan nepotizm, mafyöz ilişkiler, yürütmenin alabildiğine güçlendirilmesinden öte “şahsileştirilmesi” vd. aysbergin görünen yüzü. Bütün bunlara karşı antikapitalist, ekolojist, feminist, enternasyonalist ve demokratik bir alternatif geliştirilmediği takdirde umudu yeşertmek mümkün olamayacaktır. Düzen partilerinin manevraları baş döndürücü olabilir lakin işçi sınıfının ve ezilen kesimlerin kendi bayraklarıyla siyasete doğrudan müdahalesi olmadan baskı ve sömürüyü geriletmek mümkün olmamıştır.

Gasp edilen haklarının peşinde, eylem yaptıkları Ankara’dan Soma’ya dönüş yolunda hayatını kaybeden Tahir Çetin ve Ali Faik İnter’in ardından yaptığı konuşmada Özgür Özel kalabalık cenazeler kaldırmanın marifet olmadığını, cenazenin bulunduğu güzergahta madenciler 45 kişi ile yürüyüş yaptıklarında 1000 kişi olsalardı ölümlerin olmayacağını söylerken basit bir gerçeği dile getiriyordu. Nereden başlamalı sorusuna somut bir cevaptır bu.