İmdat Freni

Lenin, Berman Ve Günümüze Dair Notlar – Yener Çıracı

Her şeyin bir şaşırma dürtüsü değil de kafa karışıklığı uyandırdığı dertli çağımızda, antik diyalektikçiler bize her şeyi “naif” (yani iddiasız) bir biçimde sorgulamayı, doğal tarihsel evrenle karşılaşıldığında şaşırma sanatını öğretmektedirler.

Lenin, Felsefe Defterleri

Neoliberal kapitalizmin derin bir krizde olduğu, proleterleşme ve mülksüzleşmenin sınırlarına dayandığı, doğanın sınırsız bir yağmasıyla iç içe geçen sermaye birikim sürecinin gezegeni tehdit eder boyuta geldiği yaklaşık on yıldır çeşitli biçimlerle tartışılıyor. Bununla birlikte Arap Baharı ile başlayan isyanlar, neoliberal kapitalizmin “olağan” biçimlerle sürdürülme sürecini bir kenara bırakıyor ve “olağanüstü” durumları (faşizmin yükselişi) olağanlaştıran bir sürecin kapısını aralıyor.

Doğal alanların yağmalanıp metalaştırmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan Covid-19 pandemisi devletlerin ve sermayenin egemenliklerinin yeniden pekiştirip, sermaye birikimini akıl almaz boyutlara çıkarabileceği gibi[1] cılız da olsa dayanışma kanalları yaratmanın örneklerini ortaya çıkarmaktadır. Pandeminin ortaya çıkmasıyla yaşanan kısa süreli şokun ardından bugün büyük şirketler ve devletler için pandemi sürecinin nasıl kullanılacağı dair bir kafa karışıklığı belirtisi görünmemektedir. Aşısı olan bir hastalıktan her gün binlerce insan ölüyor, ilaç şirketleri ve patent sahipleri bu ölümler üzerinden servet biriktiriyor, ağırlıklı olarak hizmet sektörü olmak üzere toplumun bir bölümü acımasız ve sağlıksız koşullarda çalıştırılıyor, diğerleri ise eve kapatılarak tüketmeye sevk ediliyor. Aynı zamanda ülkemizde dahil olmak üzere on yıldan fazladır büyük isyan deneyimleri yaşayan devletler askeri, teknolojik ve biyopolitik her türlü egemenlik biçimini olası isyanları kuşatacak ve bastıracak bir biçimde yeniden yapılandırıyor.

Böylesi devrimci bunalım çağları, mevcut düşünselliği ya da teoriyi, günün çelişkilerine yanıt üretebilmesi için zorluyor. “Korku içinde geçmişin ruhlarını çağırmak” ve “eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlerini ödünç alanlar” tam da böylesi dönemlerde yeniden ortaya çıkıyor. Bu yüzden “bırakın ölüler kendi ölülerini gömsünler!” çıkışı bize bugünün çelişkilerini anlamayı ve aşmayı hedefleyen bir düşünsel sürecin adımları için zorluyor.

***

Kevin B. Anderson, Lenin üzerine yaptığı bir çalışmasında Felsefe Defterleri’nin ve özel olarak da Hegel okumanın Lenin’in teorisinde bir kopuşu beraberinde getirdiğini iddia ediyor. Hatta bu iddiasını Lenin’in “Batı Marksizmi” olarak bilinen Hegelci Marksistlere yolu açanlardan biri olduğunu söyleyecek kadar ileri götürüyor. İddiayı bir kenara bırakıp Lenin’in neden böyle bir çaba içinde olduğuna kısaca bakabiliriz.

“Büyük Savaş”ın patlaması, Avrupa’nın en örgütlü ve güçlü işçi partisi olan Alman Sosyal Demokratların Alman burjuvazisine savaş için destek vermesi, 2. Enternasyonal’in çöküşü gibi tarihsel olayla oldukça bilinir durumdadır. Az bilinen şeylerden birisi ise Lenin’in böyle bir cendere içinde kendini bir kütüphaneye kapatması, dışarıyla temasını sınırlandırması ve yaklaşık 8 ay boyunca diyalektik çalışmasıdır. Bu süre zarfında özellikle Hegel’in Mantık Bilimi üzerinde duracaktır.

Savaşın yarattığı büyük yıkım, bütün işçi sınıfı örgütlerinin emperyalizmin paylaşım savaşları altında zayıflaması ve dahası Enternasyonal’in çökmesi Lenin’i bugünün dünyasında aşina olduğumu anlamda güncel sorunlara gündelik olarak hızlıca yanıt vermeye çalışan bir aceleciliğe itmemiş görünmektedir. Aynı zamanda bütün bu karmaşanın ve devrimci bunalım çağının içinde “ölülere” de sığınmamış ya da bildiğimiz anlamda sığınmamıştır.

Anderson, Felsefe Defterleri’nin Lenin’in teorisinde diyalektik bir kopuşu beraberinde getirdiğini söyler. Buna göre bu kopuş, Lenin’in teorisinde üç ana ekseni ortaya çıkarır. Birincisi kapitalizmin en yüksek aşaması ve savaşın da temellendirilmesi açısından Emperyalizmin temellendirilmesi, ikincisi devrimci öznenin kapasitesini genişletecek biçimde ulusal kurtuluş üzerine yazıları ve son olarak siyasal iktidar hedefinin açık ve net bir şekilde ortaya konduğu “Devlet ve Devrim.” Her biri Lenin’in Marksist teoriye kattığı önemli eserlerdir.

Lenin, Marksist düşünce içerisinde en fazla efsanelere konu olan insanlardan biridir. Teorisini aynı zamanda devrim pratiğiyle birleştirmesi, teori içerisindeki otoritesini sarsılmaz bir biçimde sağlamlaştırmaktadır. Oysa tarihe biraz daha yakından bakıldığında Lenin’in düşüncelerinin gelişiminin lineer bir çizgide olmadığı, inişli çıkışlı ve daha da önemlisi kimi yerlerde eski düşüncelerini yeniden gözden geçirdiği görülecektir. Örneğin uzun yıllar örgüt teorisinde temel alınan “Ne Yapmalı”nın (1902) örgüt modeli ve kimi tartışmaları bizzat Lenin tarafından 1905’lerden itibaren pratikte değiştirilmeye başlanır. Bu değişimi sağlayan en temel etken ise 1905 devrimidir. Devrim, işçi sınıfının potansiyelini ortaya çıkardığı için Lenin, Parti’ye işçi sınıfının katılmasına ve tüm örgütü bu şekilde yeniden dizayn etmeye çalışır. Geriye sadece Lenin’in bu önerisi karşısında Bolşevik Parti içerisinde Lenin’e karşı çıkışlar, yeni döneme uygun olarak önerdiği yeni örgütsel biçimler ve Lenin’in önerisini “Ne Yapmalı”dan hareketle reddeden Bolşeviklerin tartışması kalır.[2] Lenin, kendi söylediklerini bile kimi zaman tersine çevirme özelliğiyle ünlüdür. Bu yüzden Marksizme ana ilke olarak “somut durumların somut tahlilini” yerleştirmeye çalışır.

Günümüzde, belki de Lenin’i istisna olarak kabul etmek gerekir. Yaşadığı dönem içerisinde işçi sınıfının ve devrimin çıkarlarını temel alması Lenin’in karmaşık süreçlerle baş etmesini ve kimi zaman şaşırtıcı ve kafa karıştırıcı durumlar olsa da (Lenin Alman Sosyal Demokratların Alman burjuvazisine destek verdiğine ilk anda inanmamıştır) yolunu bulmayı başarabilmiştir. Ancak bu sarsılmaz otoritedir ki Lenin’i bugün “geçmişin ölüsü” yapabilecek bir tehlikeyi barındırmaktadır.

Belki de ihtiyacımız olan günümüzdeki bu karmaşık bunalım çağında Lenin’in kıyafetlerini giymek ve sloganlarını benimsemek değildir. Onun geçmişle kurduğu yaratıcı ilişkiyi kurabilmektir. Örneğin Fransa’da İç Savaş ve Paris Komünü üzerine alıntı ve tartışmalarla dolu olan Devlet ve Devrim’in aslında Sovyetler üzerine konuşuyor olmasıdır. Ya da Emperyalizm öncesi kapitalizminin devrimci öznesi olarak kabul edilen işçi sınıfının yanına Emperyalizmle birlikte sömürgecilik karşıtı mücadeleyi, ulusal kurtuluş hareketlerini de eklemesiyle devrimci öznenin kapasitesini artırmaya çalışmasıdır. Belki de Lenin ile kuracağımız ilişki böyle yaratıcı bir biçimde olabilir. Bugünün dünyasını, dinamiklerini ve somut koşullarını görmeye çalışan, siyasal iktidar ve kapitalizm karşıtı potansiyel taşıyan her özne ve hareketten korkup geri çekilen değil de “şaşırma dürtüsü” ile ele almak vs.

***

Katı olan her şey buharlaşıyor!” Marshall Berman, Komünist Manifesto’nun en akılda kalıcı cümlelerinden olan bu çıkarımı, 1980’li yıllarda yazdığı kitabına isim olarak vermiştir. Avrupa’da “komünizm hayaletinin” dolaştığı ve 1848 devrimlerinin hemen öncesinde yazılan Manifesto, yeni bir dünyada mücadelenin nerede ve kimler arasında gerçekleşeceğini öngörür. Berman’ın kitabı ise işçi sınıfı hareketlerinin bin bir türlü yolla bastırıldığı, yeni bir sermaye birikim modeli olarak neoliberalizmin ortaya çıktığı, birkaç yıl sonra “Tarihin sonu”nun geldiği söylenen bir atmosferde, Reagan Amerika’sında geçer. Tüm bunların ve Marksizmin geri çekilmesiyle ortaya çıkan postmodernizme karşı Berman, modernizmin ve modernist düşüncenin hala devam ettiğini iddia eder. Berman’ın kitabı şöyle başlar:

Bugün, dünyanın her köşesindeki insanlarca paylaşılan haya­ti bir deneyim tarzı; başka bir deyişle uzay ve zamana, ben ve ötekilere, yaşamın imkânları ve zorluklarına ilişkin bir deneyim tarzı var. Bu deneyim yığınını modernlik diye adlandır­mak istiyorum. Modern olmak, bizlere serüven, güç̧, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modem ortamlar ve dene­yimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bö­lünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yeni­lenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girda­bına sürükler. Modem olmak, Marx’ın deyişiyle “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir evrenin parçası olmaktır.

Bu paragraf Berman’ın düşüncesinin özünü oluşturur. Ona göre Modernizm, iç içe geçen katmanları, insanlığın gelişmesiyle yıkımı, birleşmeyle bölünmüşlüğünü aynı anda barındırır.

Bu iç içe geçmiş çelişkilerin günümüzde varlığını devam ettirmesi, Berman’ın tezinde öne sürdüğü temellerden biridir. Bununla birlikte Modernizmin gündelik bir deneyim olarak yaşanması da söz konusudur. Perry Anderson’ın kitabına yazdığı eleştiriye verdiği yanıtta öğrencilerinin ve tanıdığı insanların gündelik deneyimlerinden verdiği örnekler bu şekilde değerlendirilebilir. Berman, gündelik hayata dokunmayan bir teorinin etkisiz olduğunu düşünür.

Kitap, Modernizmi dönemlere ayırmakla birlikte Berman’ın üzerinde durduğu esas isimler 19. Yüzyıl düşünürleridir. Berman’ın bu yüzyılın insanlarını seçmesinin arkasında yatan sebep bu düşünürlerin Modernliğin karmaşıklığını, zenginliğini ve çelişkilerini kavramış olmalarıdır. Bir tarafta Avrupa’yı saran ve insanlığın kurtuluşunu saran Devrim vardır, diğer taraftan onun geri çekilmesiyle birlikte ortaya çıkan Gericilik. Diyalektiğin özünde bulunan “her şey karşıtına gebedir” ifadesi Berman’ın da kitabının ana temalarından biridir. Ve Berman 19. Yüzyıl düşünürlerinin hepsinin bu görüşü paylaştığını ve her şeyi olduğu gibi kavrama yeteneklerinin olduğunu düşünür.

Marx ve Nietzsche’nin paylaştıkları sesin kendine özgü ve dikkate değer yanı sadece yorulmak bilmez bir koşuşturma, yanıp tutuşan bir enerji, imgelem zenginliği değildir. Bu ses ani ve çarpıcı ton ve vurgu değişimleriyle, kendine dönmeye, tüm söylediklerini sorgulamaya ve yadsımaya; kendini uyumlu ya da uyumsuz seslerden oluşan geniş̧ bir diziye dönüştürmeye; elinden gelenin ötesine, daha geniş̧ bir menzile uzanmaya; her şeyin karşıtına gebe olduğu ve “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir dünyayı dile getirip kavramaya her an hazırdır. Bu ses zaman zaman, kendini keşfetme ile kendini alaya alma, kendinden haz duyma ile kendinden kuşkulanma arasında gider gelir. Acıyı ve zorluğu bilen bir sestir, bunların üstesinden gelecek gücü̈ olduğuna da inanır. Büyük tehlike her yerdedir, her an başa gelebilir, ama en de­rin yaralar bile enerjiyle dolup tasmasını engelleyemez. İronik ve çelişkilidir, çok sesli ve diyalektiktir. Modem hayatı bizzat modernliğin yarattığı değerler adına mahkûm eder. Ya­rın ve yarından sonranın modernliklerinin, günümüz mo­dern insanını çökerten yaralan sağaltacağını umar – üstelik çoğu kez de umuda karşı çıkarak… 19. yüzyılın tüm büyük modernistleri -Marx ve Kierkegaard, Whitman ve Ibsen, Ba­udelaire, Melville, Carlyle, Stirner, Rimbaud, Strindberg, Dostoyevski ve daha birçokları- benzer ritimlerle ve bu min­valde konuşurlar.

Berman’ın kitabını yazmasında postmodernizm oldukça önemli bir rol oynar. Bunun yanında bir şekilde 21. Yüzyıl için düşünsel bakış açısı sağlamaya çalışır ve bunu da 19. Yüzyıl düşünürlerine dönüş yapılarak elde edilebileceğini iddia eder. Neden Berman için 19. Yüzyıl düşünürleri bu kadar önemlidir? Peki ya 20. Yüzyıl düşünürleri?

Berman’a göre 19. Yüzyıl düşünürleri modern hayata hem hayran hem de düşmandır. Aynı zamanda yorulmak bilmeden onun belirsizliği ve çelişkileriyle boğuşurlar. Bütün bu iç gerilimler, onların yaratıcılıklarının da kaynağıdır. Ama 20. Yüzyıldaki düşünürler öyle değildir. Onlar daha çok kutupsallıklarla ve bütüncülleştirmeyle, genelleştirmeyle uğraşır. Berman’a göre bu düşünürler ya Modernizmi körü körüne kucaklamıştır ya da bütünüyle aşağılamıştır. Berman’a göre her iki durumda da dünyayı değiştiren insan öznesi ortadan kalkmaktadır. İnsanı özne kılan ve yapma edimi veren 19. Yüzyıl düşünürlerinin aksine 20. Yüzyıl düşünürleri insan etkinliğine ve öznesine bütünüyle kapalı, değiştirilemez bir biçim ortaya çıkarır.

Berman’ın insan öznesini yeniden etkin kılma ve yaşadığımız dünyayı bütün çelişkileriyle görme isteği duyduğu için 19. Yüzyıl düşünürlerini bu kadar vurguladığı söylenebilir. Çünkü insanı öznellikten çıkaran gelenekler o kadar güçlüdür ki Berman’a göre bu durum Hegel ve Marx’ı sahiplendiğini söyleyen Yeni Sol’a bile sirayet etmiştir.

Berman bu geleneklere yol açan insanların başında Weber’i görmektedir. Weber’in -ister burjuva ister aristokrat ister devrimci- insana karşı çok az inanç beslediğini söyler. Bu yüzden onun tarzı bir tür muğlak liberalizmdir. Ve Weber çok sağda bir siyaset biçimi ortaya koymuştur. Berman bu sağcı siyasetin birçok düşünür tarafından benimsendiğini de belirtir. Bu siyaset biçimi o kadar güçlü bir haldedir ki Herbert Marcuse gibi Yeni Sol temsilcilerine kadar uzanır. Berman bunu şöyle aktarır:

Bu paradigmaya göre hem Marx hem de Freud miatlarını doldurmuştur: Sadece sınıfsal ve toplumsal mücadeleler değil, psikolojik çatışma ve çelişkiler bile “toptan yönetim” devletince ortadan kaldırılmıştır. Kitlelerin egoları, idleri yoktur, ruhları iç gerilim ve dinamizmden yoksundur: Düşünceleri, ihtiyaçları, hatta düşleri “kendilerine ait değildir”; içsel yaşantıları, ancak ve ancak toplumsal sistemin karşılayabileceği arzuları üretecek şekilde “toptan olarak yönetilmekte”, “programlanmaktadır”. “İnsanlar kendilerini metalarda tanırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, dubleks evlerinde, mutfak araç̧ gereçlerinde bulurlar.

Berman bu düşüncelerin modernliği seven ya da nefret edenlerce paylaşılan ortak şey olduğunu söyler. “Modernlik makinalarca oluşturulmaktadır ve modern insanlar sadece mekanik kopyalardır.” Berman bu düşüncesiyle Marcuse’un Hegel ve Marx’ın eleştirel geleneğinden koptuğunu düşünür.

Kısacası Berman’a göre 20. Yüzyıl düşünürlerinde “tek boyutlu” bir paradigma vardır ve bu paradigma insana özne olma, kendi hayatı üzerinde denetimsizliği beraberinde getiren bir paradigmadır. Ve 1960’ların genç radikaller kendi hayatlarının kontrolünü ele almak için mücadele ederken bile, bu paradigmada kendi içinde değişim göstermemiştir.

Berman, 20. yüzyılda modernliğe dair söylenebilecek son sözü olanın Foucault olduğunu düşünür. Ama onun söylediklerinin de Weber’in değiştirilemez paradigması ya da demir kafesinden çok daha kapsamlı bir kafes olduğunu söyler. Foucault’nun hapishanelere, tımarhanelere, hastanelere kafayı taktığını, buralardan iktidar tartışması yürüttüğünü ama onun teorisinde de herhangi boşluk ya da özgürlük alanı olmadığını belirtir.

İşte tüm bunlardan hareketle Berman, 19. Yüzyıl düşünürlerinin 21. Yüzyıl dünyası için söyleyeceklerinin olduğunu ve onların birbiriyle çelişkili şeyleri aynı anda gören gözlerine günümüz dünyasında ihtiyaç olduğunu düşünür.

***

Perry Anderson, Berman’ın kitabına dair bir eleştiri yazısı yazar. Başlangıçta kitabın hakkını teslim etmekle birlikte sonradan ne yaptığı kafa karıştırıcıdır. Öyle ki Berman bile bu eleştirileri nasıl değerlendirmesi gerektiğini düşünemez. Anderson bir dizi sanat eseri ve modernlik gelişmiyle Berman’ın tezine kimi yerlerde karşı çıkıyor gibi görünmektedir. İkisi de postmodernizme karşı Marksizmin savunulması konusunda ortaklaşır ama bu ortaklıkta kimi farklılaşmalar da söz konusudur. Ki Berman’ın Anderson’a yazdığı sonraki eleştirisi buna örnek verilebilir.

Eleştiriye geçmeden önce Anderson ve yöntemiyle ilgili kısa bir bahsin söz konusu olması, ikisi arasındaki tartışmaya biraz daha açıklık kazandırabilir. E. P. Thompson, bütünüyle polemiklerle dolu olan kitabı Teorinin Sefaleti’nde Perry Anderson’ı tarih incelemesinde “model” oluşturmakla daha özel olarak da Fransız Devrimi’nin model almakla suçluyordu. Buna göre Anderson İngiliz tarihini ele alıyor ancak İngiliz tarihini incelerken tarihsel gelişimi Fransız Devrimi’nin gelişim modeliyle inceliyordu. Yani İngilizleri incelerken kafasında Fransızlar vardı. Hatta Thompson, Anderson’ın İngiliz tarihini Fransız tarihine benzemediği için küçümsediğini söylüyordu. Anderson’ın tarihsel okuması Berman’a verdiği eleştiriye de yansımış görünmektedir. Bu yüzden Berman Anderson’ı eleştirdiği sonraki makalesine “Sokağı Okuyabilmek” adını vermiştir.

Berman’ın bir romantik olduğu söylenebilir. Bu yüzden umut etmek, yeni düşler keşfetmek onun için oldukça önemlidir. Çağlar boyunca ayakta kalmamızın, bunca yıkıma rağmen yaşamaya devam etmemizin arkasında da bu düşüncenin yattığını düşünmektedir. “İnsanlık, şimdiye dek tarihin yoluna diktiği duvarlar karşısında peşin bir mağlubiyeti kabullenmeye yanaşsaydı, tarihimiz çoktan so­na ermiş̧ olurdu.” Berman bu anlamda Anderson’un “soğuk” bir teorisyen olduğunu düşünür. Genel geçer teorilerin, yüksek bir perdeden konuşmaların kimseye yararı olmadığı görüşündedir. Bu yüzden cevap yazısı bütünüyle öğrencileri ve tanıdıklarının gündelik hayata tutunma, mücadele etme biçimleriyle örülüdür.

Anderson ile Berman arasındaki devrim fikri tartışmasının kritik ayrımı da tam olarak burasıdır. Anderson’a göre devrim en temelde siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. Bu yüzden tanımını çok net sınırlarla çizer. Berman ise sıradan insanların, sokaktaki gündelik yaşamın değişim ve dönüşümünü ele alacak bir perspektifle bu tanımı genişletmeye çalışır. Anderson’ın siyaset deyince sadece tarihe damgasını vurmuş devrimleri gördüğünü söyler. Tıpkı “kültür deyince sadece başyapıtları görmesi gibi” diyerek de ekler. Ve son olarak Anderson’ı fildişi kulelerden teori yapmakla eleştirir. Araştırmaların gündelik ve gerçek hayattan kopuk bir şekilde, sayılara, kavramlara ve istatistiklerle incelenen bir nesneye dönüşmesini, sıradan insanların neler yaşadığını ve hissettiğini bilmeden teori üretmenin yeterli olmayacağını belirtir. Ve son olarak “sokağı okumayı bilmedikten sonra Kapital’i hatmetmiş olsak neye yarar?” diyerek makalesini bitirir.

***

Berman ve Anderson arasındaki tartışma aslında bir döneme damgasını vuran, özellikle 1990’lı yıllardan sonra ülkemizde de hızlıca görünür olan bir tartışmanın bir parçasıdır. Sovyetler Birliği çöktükten sonra devrim fikrinin kendisinde çok ciddi bir tahribat söz konusu olmuştur. Anderson’ın savunduğu çizginin bu kadar net olmasının sebebi yaklaşan postmodernizme karşı bir barikat çekmek ve Marksist siyaset biliminin sınırlarının korunmasına yönelik bir savunma geliştirmek olduğu söylenebilir. Bununla birlikte özellikle Sovyetler Birliği’nin bürokratik iktidar yapısı, siyasal iktidarın doğasına, yozlaştırıcılığına ve kötülüğüne dair hem duygusal hem de teorik bir geri çekilişin yolunu açmıştır. Bir başka deyişle siyasal iktidar fikrinden vazgeçiş, dünyayı değiştirmenin başka yollarını arama ve devrimi gündelik hayata yayan bir biçimi savunmayı beraberinde getirmiştir. Berman ve Marksist teoride bu fikriyatı geliştirmeye dönük önemli katkılar olmakla birlikte gündelik ve sıradan mücadelelerinin teorik halkası beklendiği gibi Marksizmle dolmamış, her ikisinin de eleştirdiği postmodern bir perspektifi egemen hale getirmiştir. Elbette ki bunun bu kısa yazıya sığmayacak bir dizi yapısal ve öznel sebepleri vardır.

Yaşadığımız dünya toplumsal çelişkilerle sınıfsal çelişkilerin büyük bir hızla iç içe geçtiği ve birbirinden ayrı düşünülemez hale gelmeye başladığı bir duruma doğru gitmektedir. Bu yüzden bu çelişkilerin ertelenmesi, ötelenmesi ya da görünmez hale getirilmesi artık mümkün değildir. Dolayısıyla sadece siyasal iktidara odaklanan, gündelik hayatın dönüşümü ve değişiminden uzak bir perspektifi benimsemenin yolu bir anlamda Berman’ın bahsettiği “fil dişi kuleler” benzetmesine çıkacaktır. Politik doğruculuk ya da haklı olmak, teorinin pratikte kanıtlanması için yeterli olmadığını defalarca göstermiş ve göstermeye devam etmektedir. Son 10 yıldır dünya genelinde kesintisiz bir ayaklanma çağında yaşıyoruz ancak yüksek teori buraya ne kadar etki ediyor bilmiyoruz. Bununla birlikte devrim fikrinin, siyasal iktidarı ele geçirme perspektifinden ayrılarak tahribata uğratılması, sıradan, gündelik olana yayılması yaygın kanının aksine dönüşüm için yeterli olmadığını gösterdiği söylenebilir. Çünkü son kertede bilinmektedir ki gündelik ve sıradan dönüşüm illa ki devlet ile karşı karşıya gelmektedir. Bu yüzden bir dönemin toplumsal hareketler içerisindeki hakim eğilimi “iktidar olmadan dünyayı değiştirme” fikri, hayatın doğal akışı ve pratik deneyimlerle gözden düşmüştür. Çünkü neoliberal kapitalizm krizine “olağanüstü durumları olağan durumlara dönüştürerek” başka bir deyişle devletleri güçlendirip faşizmi yükselterek cevap vermektedir. Dolayısıyla hayatın kendisi siyasal iktidarı hedefleyen bir mücadeleyi zorunlu kılmaya başlamıştır.

Sonuç olarak her iki yaklaşım da ayrı ayrı ele alındığında geldiğimiz bugünlerde başarısız sayılabilir. Yüksek teori ve politik doğruculuk ya da Berman’ın dediği gibi Kapital’i hatmetme tek başına kaldığında, öznesini yitirdiğinde zayıf durumdadır. Aynı şekilde gündelik hayata yayılmış her dönüşüm ve değişim mücadelesi siyasal iktidar hedefi olmaksızın gerilemeye ve yenilmeye açıktır. Bugün, ikisinin de gerekliliği reddedilemeyecek durumdadır. O halde her ikisini de içererek aşacak şekilde bir devrim fikri ve teorisi nasıl inşa edilebilir?

Kaynakça

  • Kevin B. Anderson (2014), Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, İstanbul; Yordam Yayınları, (Çev. E. Günçiner).
  • Marshall Berman (2013), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul; İletişim Yayınları (Çev. Ü. Altuğ, B. Peker).
  • Marshall Berman (2014), Marksizmle Maceram, İstanbul; İletişim Yayınları, (Çev. A. Ülçer)
  • Perry Anderson (2003), Tarihten Siyasete Eleştiri Yazıları, İstanbul; İletişim Yayınları, (Çev. S. Coşar)

[1] Forbes dergisinde yayınlanan en zenginler listesi ve pandemi dönemlerindeki servet artışına bakılabilir.

[2] Tony Cliff, Lenin Cilt 1: Partinin İnşası, İstanbul; Z Yayınları, sf. 187-188