Antik tiyatroda Olimpos’un tanrıları çatışmaları çözmek veya trajik çıkmazlara bir çözüm bulmak üzere gökten inerlerdi: Mekanik bir çark sistemi bu kurtarıcı müdahaleyi sahneye koymayı sağlıyordu. Gayet iyi bilinen deus ex machina ifadesi buradan gelir. Modern kapitalist medeniyette bu mizansenin doğası değişti; şimdi machina’nın kendisi deus rolünü oynuyor, gerçek bir ilahmışçasına diz çökerek tapınılıyor ona ve tüm zorluklara mucizevi bir çözüm getirmesi bekleniyor. Olabildiğince hoşgörüsüz bir tekno-bilimsel ruhban sınıfı tarafından ritüelleri ihtişamlı bir şekilde gerçekleştirilen makine dini çağında yaşıyoruz. Yeni deus machina, ataları Baal veya Moloch’la karşılaştırılamayacak ölçekte insanların kurban edilişine ihtiyaç duymaktadır. Ve tüm ilahlar gibi, insanları kendi suretine, yani makinenin suretine göre şekillendirmeyi amaç olarak koyar önüne.
Dolayısıyla bu makine dininin ilk emri insanların Aygıtlara tabi kılınması ve son tahlilde bedenlerin ve ruhların tümüyle mekanikleşmesi. René Descartes’ı bu yeni tapıncın kurucusu olarak görebiliriz. Metafizik Düşünceler’inde “insanı çarklardan ve yaylardan meydana gelen bir saat” gibi gördüğünü yazıyordu. Mekanik rasyonalitenin Kartezyen ruhu daha iyi özetlenemezdi. Elbette 18. Yüzyılın Sanayi Devrimi metafizik spekülasyonlar aşamasından pratik çalışmalarınkine geçmeyi sağladı. “Liberal ve insancıl” müteşebbis Josiah Wedgwood’un güzel ve kuvvetli ifadeleriyle amaç “insanları hata yapması mümkün olmayan makinelere dönüştürmek”tir. Peki ulaşılabildi mi bu hedefe? Kısmen evet diyebiliriz sanırım.
İngiltere’de şair Heinrich Heine şu gözlemde bulunuyordu: “Makineler insanlara, insanlar da makinelere benziyor”. Atalarımız olan Luddistler’in gayet iyi kavradığı gibi bu yeni makinelerin amacı insanların çalışmasını hafifletmek değil işçileri Üretim Aygıtının çarkları haline getirmekti. Zor Zamanlar’da Charles Dickens daha o zamanlardan mekanik döngülere zincirlenmiş işçilerin koşullarını tasvir ediyordu; fabrikadaki buhar makinelerinin pistonlarının hareketini tarif etmek üzere “melankoliden delirmiş bir filin kafası gibi tekdüze biçimde inip kalkan” bir ritimden söz ediyor. Güzel olmasına güzel bir imge, fakat hiçbir şekilde gerçekliğe uymayan bir mukayese: Hiçbir fil, ne denli delirmiş veya melankoliye kaptırmış olsa da kendini, mekanik hareketin sonsuz, bitmek bilmeyen o ezici tekdüzeliğini tekrar edemez…
Bu yöndeki köleleştirmede, bu kez devasa sayılabilecek bir diğer adım Henri Ford tarafından atılır. Aldous Huxley’in tarif ettiği cesur yeni dünyanın iyi yurttaşlarının dualarında “Our Ford” olarak geçen Henri Ford hem iğrenç bir makineyi, insanların hayatları boyunca tutsak kalacağı tekerlekli bir demir kafesi kitlesel biçimde üretti, hem de işbirlikçisi Taylor ile birlikte bant sistemine dayalı üretim yöntemini, emekçileri Makinenin tekerrür eden hareketlerine bütünüyle tabi kılan bilimsel şaheserini icat etti.
Kaptan Ludd’un dostları uğursuz makinelere çekiç ve baltalarla saldırırken kültürel alanda insan yaşamının mekanikleşmesi kabusuna ilk isyan edenler romantikler olmuştur. Romantizmin liberter ve devlet-karşıtı ruhu, 1797’de “Alman İdealizminin En Eski Sistemi” adlı anonim (fakat muhtemelen Schelling tarafından kaleme alınmış) bir belgede ifade edilen şu inançtan ilham alıyordu: “Her devlet özgür insanlara mecburi olarak bir mekanik çarklar sistemi gibi muamele eder”.
Romantik yazarlar bedenlerin topyekûn otomatikleştirilmesi kabusunu iliklerine kadar hissediyorlardı. E.T.A Hoffmann Kum Adam’da, güzel Olympia’ya çılgınca âşık olan bir adamı anlatır. Fakat bu kişi, harikulade biçimde şarkı söyleyen ve dans eden Olympia’nın hareketlerinin ve sözlerinin “makinenin işleyişini anımsatan düzenli ve nahoş bir ritme sahip” olduğunu fark etmiyordu. Hikâye dramatik biçimde bu otomat-kuklanın, gözlerinin fiyatı hakkında tartışan iki şeytani yaratıcısı tarafından parçalarına ayrılmasıyla sona erer. Hoffmann hakkında bir değerlendirmesinde (1930) Walter Benjamin masallarının otomatik ile şeytani olanın özdeşliğine dayalı olduğunu, yazara göre modern insanın yaşamının “içindeki Satan tarafından yönetilen rezil bir suni mekanizmanın ürünü” olduğunu gözlemler.
Benjamin içinse şeytandan ziyade ne boynuzu ne kuyruğu olan fakat kuvvetle muhtemeldir ki çatallı dile sahip bir başka efendi Aziz Mekaniğin iplerini çekiştirmektedir: Sermaye. Tamamlanmamış büyük eseri Pasajlar Kitabı’nda, hiç şüphesiz Marx’ın analizlerinden esinlenerek şöyle yazar: Makinelerin verdiği terbiye sonucu emekçiler “hareketlerini otomatın tekdüze ve kesintisiz hareketine uyumlandırmak” zorundadır. İşçi derin bir haysiyet kaybına uğrar ve “çalışması deneyime tümüyle kapalı” hale gelir. Deneyim yitimi, Benjamin’in gözünde, bireylerin robota dönüşümüyle yakından ilintilidir: Makineyle boğuşan emekçilerin anlamdan yoksun, tekrar eden ve mekanik hareketlerini Edgar Alan Poe ve E.T.A Hoffmann tarafından tarif edilen, kalabalık içinde yürüyenlerin otomatı andıran hareketlerinde de bulabiliriz. Her iki kesimin de davranışları tepkimeye dayalıdır, tıpkı “hafızalarını tümüyle tasfiye etmiş” çarklı kuklalar gibi. Otomat alegorisi, kapitalist sanayi medeniyetinde bireylerin yaşamının mekanik, tekdüze, boş ve tekerrüre dayalı karakterine dair keskin algı Benjamin’in son yazılarını kat eden büyük işrak[1] temalarından biridir.
Bedenlerin ve ruhların mekanikleşmesi aynı zamanda cyborg’ların, bedenleri “bilgisayara bağlanmış” insanların yaratımıyla “bilimsel” bir biçim alabilir. Kimi zaman da “asosyal” davranışları denetlemek için beyne elektrotların yerleştirilmesine dayalı deneylerle “tıbbi” bir şekle bürünebilir. Yetmişli yılların liberter esinli muazzam bir romanı olan Zamanın Kıyısındaki Kadın’da Amerikalı yazar Marge Piercy Meksika kökenli bir kadının isyanını anlatır. Zihinsel yolla gelecekte seyahat etme kabiliyetine sahip olan bu karakter akıl hastası olduğu iddia edilerek bir psikiyatri kliniğine kapatılır; beyin cerrahisine ve iradenin elektronik kontrolüne ilişkin bilimsel deneyler için bir denek haline gelecektir. Ancak laboratuvar şeflerinin kahve makinesine zehir dökerek kaçmayı başaracaktır…
Bireylerin çalışma süreçlerinde, “serbest zamanlarında”, toplumsal ve kültürel hayatlarında ve hatta duygusal ilişkilerinde makinelere tabi kılınmasına karşı, insanların mekanik kuklalara dönüşmesine karşı bazı sürrealistler tepki gösterir. Bu mücadelede gizli silah olarak kara mizahı kullananlara karşı özel bir yakınlık duyuyorum. Birçok örnek arasından bilhassa çarpıcı olan bir tanesini nakledeyim: Jan Svankmajer’in Sürrealist Medeniyet (1976) adlı derlemede yayınlanmış olan kısa metni “Gelecek Mastürbasyon Makinelerinin”. Zanaatkârane versiyonunda bu makine, erkekler için, doğal boyutlarda bir kadın biçimine sahiptir fakat “çok orijinal bir mekanizma”yla donatılmıştır: Mastürbasyoncu kişi penisini “vajinal orifis niyeti gören” bir gediğe “kendisinin harekete geçirdiği bir sarkaç sayesinde mastürbe edilmek amacıyla sokar”. Stadyumlarda, garlarda, otellerde vs. kamunun hizmetine sunulmuş olan otomatik versiyonunda ise mastürbasyon makinesi deliğinden içeri atılan bir madeni parayla çalışır ve tıpkı telefon kulübelerindeki gibi devam edebilmek için üç dakikada bir yenisini atmak gerekir. Bu muhteşem icat kişiyi “partnere dönük usanç verici adımları atmaktan ve kur yapma zorunluluğundan kurtarır”.
Sürrealistlerin bedenin mekanikleşmesine ilişkin (olumsuz) tutumunu şiirsel bir şeklî dönüşüm nesnesi haline gelmiş mankenlere -Chirico’nun “Tedirgin Edici Esin Perileri”- veya -Hans Bellmer tarafından erotik imalarla uzuvları farklı biçimlerde birleştirilmiş- oyuncak bebeklere yönelik hayranlıklarıyla karşılaştırmak ilginç olurdu. Bu iki figürde makineleşme değil söz konusu olan, Pygmalion mitindeki gibi heykelin canlı bir bedene sihirli dönüşümüdür. Ody Saban’ın ateşli pentürleriyle Virginia Tentindo’nun leziz heykellerini en büyüleyici ifadeleri arasında sayabileceğimiz şiirsel erotizm, makine tapıncının dondurucu soğukluğuna karşı sunulmuş par excellence sürrealist alternatiftir.
Bireysel ve kolektif serbest öznelliğin en üst ifadesi olan otomatik yazım[2], öznenin modern “otomasyon” süreci tarafından yıkıma uğratılmasına karşı radikal bir sürrealist misilleme değil midir? En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum. Enfes beden, motor yağı değil de yeni şarabı içmeyi sürdürdükçe umut tükenmemiş demektir…[3]
Çeviri: Uraz Aydın
[1][1] Rasyonel olmayan, daha çok dini-mistik bir aydınlanmayı, bir içedoğuşu ifade eden illumination’ın Türkçesi için tasavvufta aynı anlamı taşıyan “işrak”ı kullanıyoruz. (Ç.N.)
[2] Bilincin veya iradenin herhangi bir biçimde müdahale edemediği, düşüncenin serbest akışının “otomatik” olarak aktarıldığı yazım (veya çizim) biçimi. Bu, sürrealizmin temel tanımıyla iç içe geçen bir kurucu pratik olarak görülebilir. André Breton Sürrealizm Manifesto’da (1924) sürrealizmi şöyle tanımlıyordu: “Kişinin, düşüncenin gerçek işleyişini sözel, yazılı ya da başka herhangi bir şekilde ifade etmeyi seçtiği katıksız ruhsal otomatizm; Estetik veya ahlaki kaygılardan arınmış olarak, mantık tarafından uygulanan hiçbir kontrolün geçerli olmadığı, düşüncenin kendini ortaya koyduğu bir düzlem”. (Ç.N.)
[3] Yazar burada Leziz Ceset adıyla anılan sürrealist oyuna gönderme yapar. Herkesin sırayla, diğerlerinden habersiz birer unsurunu ekleyerek (kim, nerede, ne zaman…) cümle oluşturmaya dayalı bu oyun ilk oynandığında ortaya çıkan ve oyuna da adını veren sonuç şöyledir: “Leziz ceset yeni şarabı içecektir”. (Ç.N.)