Bizler, tüm dünyayı vuran ve her yerde gerici, güvenlikçi, şoven politikalarla karşılık verilen bu kitlesel göçler çağında birlikte yaşamanın yalnızca parti programlarına yazılacak bir madde değil, benliğimize nakşedilecek bir değer olduğunu; birlikte yaşamanın ise bu topraklarda yaşayan herkesin aynı haklara sahip olmasından ve hep birlikte daha fazlasını kazanabilmek için örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçtiğini idrak etmek durumundayız.
Gramsci yılbaşlarından nefret ettiğini söylerken, şüphesiz haklı argümanlar getirir. Yeni bir tarih başlıyormuş izleniminin yaratıldığını ve bunun hem hayatın sürekliliğini kaybetmemize sebep olduğunu hem de tarihin esasında aynı sabit hat üzerinde devam ettiğini görmemizi engellediğini ileri sürer. Fakat bu dünyada yaşadığımız ve bu toplumun içinde şekillendiğimiz için bir dizi şeye direnmenin gerekliliğini bilmek ve gereğini yapmaya çalışmakla birlikte kimi kültürel davranış ve düşünce kalıplarına uymaktan vazgeçemiyoruz. Ve kendimizi akıntıya salıveriyoruz.
Bir de işte yılbaşı kutluyoruz. Envaı çeşit ritüelinin arasında bir de daha öznel, daha içten yapılan o meşhur yıllık muhasebe var. Bu vesileyle geçtiğimiz yıl zarfında yaşadıklarımı gözden geçirirken benim için en çarpıcı ve, nasıl desem, “öğretici” olan olayın İstanbul seçimlerinin iptalinin ardından meydana geldiğini hatırladım. Üç yıla yakın zaman önce üniversitedeki görevimden ihraç edildikten bir müddet sonra yabancı basınla çalışmaya başladım. Bir Fransız dergi için Ekrem İmamoğlu’nu takip ediyorduk. Esenyurt’taki miting sırasında birkaç sokak röportajı yapmak icap etti. Hali vakti yerinde görünen genç bir iç mimar. Mahalleli, belli. Azeri’ymiş, ailecek her zaman MHP’ye oy veriyorlarmış ancak son seçimde, iptal edilende, İmamoğlu’nu desteklemişler. Sebeplerini sorduğumda aldığım yanıt şu oldu: “Abi bir bak sağına soluna, burada benim Kürt kardeşim rahatça kendi dilini konuşamıyorken etraf Arapça tabeladan geçilmiyor”.
Halklar arası kardeşleşmenin, yakınlaşmanın, duygu birliğinin kurulmasının bir biçimi de buymuş demek. Son gelen yabancı karşısında kardeşleşmenin diyalektiği.
Maalesef bu topraklar öteki olarak görülene, yabancı olarak kodlanana karşı zulüm konusunda bereketli. Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Alevilerin başına gelenlere bakınca milyonlarca Suriyelinin, yüzbinlerce Afrikalı, Pakistanlı, Iraklı, Afgan, Filistinli, Orta Asyalı ve daha nicelerinin güven içinde bu ülkede yaşamlarını sürdürebileceklerine inanmak için bir neden yok.
Oysa hangi birimiz popüler anlatılara acısını en fazla geçirebilmiş parya halkların, köklerinden koparılmış siyahların, köklerini kurutmak için en “modern” tekniklerin seferber edildiği Yahudilerin hikayelerini izlerken, okurken dehşete düşmüyor, insan evladını yapabileceklerinden dolayı lanetlemiyor ki?
İnsanın kendi dünyasını terk etmesini, hayatından göçmesini John Berger o yalın ve çarpıcı üslubuyla şöyle tarif ediyor:
“Mülteciler uzun ve meşakkatli yolculuklardan, başkalarının ne denli alçalabileceğine bizzat tanık olduktan, her şeyden çok kendi benzersiz ve bildiğinden şaşmaz cesaretlerine güvenmeyi öğrendikten sonra, bir yabancı transit istasyonunda bekler bulurlar kendilerini; artık anavatanlarından onlara kalan sadece kendileridir: kendi elleri, kendi gözleri, kendi ayakları, omuzları, bedenleri, üzerlerine geçirdikleri giysiler ve bir çatı özlemiyle geceleri altında uyumak için başlarına çektikleridir”[1].
Kendi deneyimi içinden konuşan Hannah Arendt’in titizce seçilmiş sözcükleri de birer kamçı darbesinden farksız:
“Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu. Akrabalarımızı Polonya gettolarında bıraktık ve en iyi arkadaşlarımız toplama kamplarında öldürüldü, ve bu özel yaşamlarımızın parçalanması anlamına geliyor”[2].
Bu satırlarda tarif edilen vahşete maruz kalan, ruhunda açılmış bu iltihaplı yaralarla yaşamak durumunda olan milyonlarca insan, burada, yanı başımızda. Ve bir yandan tüm toplumu sarmış göçmen düşmanlığının yarattığı tehdit atmosferinde her bir günlerini geçirmek, bir yandan da devletin sertleşen göçmen politikalarıyla, sınır dışı edilme tehlikesiyle yaşamak, en azından hayatta kalmak zorundalar.
Bizler, tüm dünyayı vuran ve her yerde gerici, güvenlikçi, şoven politikalarla karşılık verilen bu kitlesel göçler çağında birlikte yaşamanın yalnızca parti programlarına yazılacak bir madde değil, benliğimize nakşedilecek bir değer olduğunu; birlikte yaşamanın ise bu topraklarda yaşayan herkesin aynı haklara sahip olmasından ve hep birlikte daha fazlasını kazanabilmek için örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçtiğini idrak etmek durumundayız.
Öte yandan hepimizin ailelerinin, atalarının bir yerlerden göçmüş olması gerçeğinin ötesinde her birimizin baskı, savaş, açlık veya iklim krizinin tetikleyeceği felaketlerden kaynaklı olarak potansiyel göçmenler olduğumuzu unutmamalıyız. Kendi olası göçlerimizde karşılaşmak istediğimiz hayat için de şimdiden kollarımızı sıvamak ve harekete geçmekten başka yolumuz yok.
Mevcut ve potansiyel tüm göçmenlere iyi
seneler!
[1] J. Berger, “Mekanla İlgili On Not”, çeviri: Beril Eyüboğlu, Manzaralar, Metis, 2009, s.224.
[2] H. Arendt, “Biz Mülteciler”, çeviren: Erdem Üngür, https://multeciyimhemserim.org/2017/04/27/hannah-arendtin-we-refugees-baslikli-yazisinin-cevirisi/