“Zenginler şarkıları dinler;
yoksullar şarkılara tutunur ve onları sahiplenir”
John Berger, Hoşbeş
Sömürgecilik tarihi göstermektedir ki, egemenler hangi silahı kullanırsa kullansın, baskı kurma konusunda ne kadar gaddar olursa olsun, direniş bir şekilde, kendisine yeni yöntemler ve araçlar yaratarak yoluna devam eder. Sömürgeciye karşı direniş tarihi, büyük kahramanlık hikâyelerinin, önemli şahsiyetlerin yanı sıra bir kültürel tarih de bırakır geriye. Kültürel semboller, değerler, ürünler bu tarihin içerisinde yaşamaya devam eder. Rastafaryanizm ve reggae müzik, sömürgeciliğe (ve neo-sömürgeciliğe) karşı verilen insanlık mücadelesinin yaşamaya devam eden kültürel karşılıklarından birisidir.
Afrika’dan Yeni Kıta’ya
“Kamçının şaklayışını her duyduğumda,
Kanım donuyor, Köle gemisinde,
Hatırlıyorum ruhumu nasıl insanlıktan çıkardıklarını.”
Bob Marley and the Wailers, Catch a Fire
Amerika kıtasını keşfeden Avrupalıların bölgeyi sömürmek için köle haline getirdikleri, sonrasında çoğunluğunu katlettikleri Amerika yerlileri kendilerine yeterli gelmeyince, köle ithal etmek için başvurdukları diğer bir kıta Afrika olur. Balık istifi şeklinde bindirildikleri gemilerle, türlü işkence eşliğinde Amerika’ya götürülen 15 milyonu aşkın siyahın yüz binlercesi bu yolculukta hayatını kaybeder. Sağ şekilde karaya ayak basanlar da şanslı değildir. Çünkü o dönem bir kölenin, yakalanmasının ardından, ortalama yaşam süresi dokuz yıldır. Tabii bu uygulamalar pek kimseyi rahatsız etmemektedir. Öyle ki, aynı dönemde Vatikan’da siyahların insan olup olmadıkları tartışılmaktadır. Aydınlanmanın büyük isimleri için de siyahlar başta olmak “diğer” halklar insan hakları kavramının kapsamı için bir muammadır.
Plantasyonlarda ölümüne çalıştırılan, sömürge görevlilerinin işkencesine maruz kalan siyah köleler, çok geçmeden örgütlenmeye ve isyan etmeye başlarlar. Her şeyden önce onurlu bir yaşam için isyan eden kölelerin liderleri, böylesine bir aşağılanmaya maruz kalmak yerine ölmeyi tercih edeceklerini söylerler. Yer yer başarılı olan bu isyanlar, beyazların barış anlaşması yapmak istiyoruz diyerek silahsızlandırdığı binlerce siyahı katletmesiyle ve buna benzer ahlâksız birçok yöntemle bastırılır.
Bu dönem Afrikalıların isyanlarını önlemek için kullanılan bir yöntem de köksüzleştirmedir. Beraberlerinde kendi kültürlerini, inançlarını, ayinlerini de getiren siyah köleler, Avrupa kültürüne saygı besleyen, kendi ırkından ve kültüründen utanan insanlara dönüştürülmek istenmektedir. Bu amaçla, ayinlerde kullanılan davul yasaklanır, misyonerler yoğun bir Hıristiyanlık propagandasına başlar. Ancak Afrikalılar buna direnir. Afrika’yı, zorla götürüldükleri coğrafyalarda, yaşatırlar. O dönem bir köle öldüğünde Afrika’ya döneceğine inanılır örneğin. Bu nedenle ölünün yakınları mezar başına yemek ve rom koyarlar. Davul ve ritim köleleri birbirine bağlamaya, isyanların arka planı olmaya devam eder.
1834’e gelindiğinde, İngiliz sömürgeciliğinin merkezi olan Batı Hint Adaları’ndaki köleler sayısız isyan çıkartarak, güçlü bir anti-kolonyal hareket yaratmış haldedir. Bunun en önemli aşaması 1804 Haiti Devrimi’dir. Bu güçlü isyanların verdiği zararlardan endişe duyan, bunun yanı sıra artık köleliğin değil ücretli çalışmanın daha avantajlı olduğuna inanan İngiliz egemenleri sömürgelerindeki köleliği kaldırma kararı alır. Fakat, siyahların bu kazanımı onlara müreffeh bir yaşamın kapılarını açmaz. Ücretli sömürünün koşulları kölelikten olsa olsa biraz daha iyidir ve siyahların onurlarına uzanan el hâlâ tepelerindedir. Bundan dolayı bu dönem ırksal ve dini mücadelelerle iç içe geçmiş bir sınıf mücadelesinin doğmasına vesile olur. Jamaika işçi sınıfı doğmaktadır, ama bu sınıf siyah olduğunun bilincinde bir sınıftır.
Bir önder doğuyor: Marcus Garvey
Yüzyılın sonuna doğru anti-kolonyal siyah mücadelesi kendi entelektüel cephesini de kurmaya başlamıştır. Beyazların silahlarına kendi silahlarıyla (pala, balta vs.) cevap veren hareket, şimdi de beyazların fikirlerine karşı savaşmak istemektedir. Bu aşamada sahneye çok güçlü bir figür çıkar: Marcus Garvey. İngiliz patronların dayattığı sefalet koşullarına karşı savaşırken, kendi kimliğine ve kültürüne sahip çıkmanın da mücadelesini veren 19. yüzyıl sonu Jamaika’sında büyüyen Garvey, hayatını, siyahların kurtuluşu için evrensel ve bütünlüklü bir program hazırlama ve bütün siyahları bunun etrafında toplamaya adar.
ABD’ye yerleştiğinde kurduğu UNIA (Dünya Zencilerini Geliştirme Derneği) ve Negro World gazetesi oldukça büyük bir etki yaratır. UNIA’nın onlarca şubesi açılır, gazete siyahlara büyük bir heyecan verir. Birçok sayısı iktidarlar tarafından toplatılır. Garvey’in zamanında siyahlar kölelikten kurtulmuş durumdadır, ancak ABD’de ayrımcı uygulamalar sert bir şekilde sürmektedir. Amerikan sinema endüstrisi yerlilerin yanı sıra, siyahları da değersiz, gözden çıkarılabilir, alt seviye insan grubu olarak sınıflandırmaktadır. Afrika’nın birçok bölgesinde bağımsızlık mücadeleleri devam etmekte, sömürgeci devletlere direnenler en vahşi yöntemlerle katledilmektedir.
Böyle bir ortamda Garvey, siyahların uluslararası birliğine ve mücadele ortaklığına vurgu yaparken, din olgusuna da özel bir önem verir. Beyazların Tanrı’ya kendi beyaz gözlüklerinden baktıklarını, “beyaz bir din” yaşattıklarını, siyahların Tanrı’ya Etiyopya penceresinden tapacaklarını söyler. Kitab-ı Mukaddes’te geçen “Prensler Mısır’dan çıkar, Etiyopya ellerini Tanrı’ya uzatır” sözlerine vurgu yapan Garvey, siyahlar için Afrika’nın vaat edilmiş topraklar anlamına geldiğini, dünyaya dağılmış siyahların bu topraklarda yeniden buluşacağını iddia eder.
Jah Rastafari
1930 yılında Haile Selassie (Ras Tafari)’nın Etiyopya İmparatoru olması, Garvey’in sözlerinden etkilenen siyahlar için beklenen anın geldiğini gösteren bir işarettir. Siyahlara müjdelenen Mesih gelmiştir. Gerek zamanlama, gerekse Selassie’nın kişisel karizması kısa zamanda yeni bir dini akım ortaya çıkarır: Rastafaryanizm.
İncil’in seçici bir okuması bu akımın literatürünü şekillendirir. Selassie, Yahuda’nın Aslanı olarak anılmaya başlanır. Ki sarayında aslan beslemesi de, Afrika’da aslanların bolca bulunması da aslanı rastafaryanlar için bir sembol haline getirir. Babil, yani Babylon, siyah mücadelesinin tam karşısında yer alan ne varsa onu simgeler: sömürgeciler, emperyalistler, yozlaşmış Batı.
İncil’de cennetlerin efendisi olarak geçen Jah, Tanrı’larına verdikleri isimdir. Garvey’in dediği gibi Afrika vaat edilmiş topraklar, yani Zion’dur. Musevilikten de etkilenen Rastafaryanizm, bu kaynakların dışından (çoğunlukla Afrika’nın geleneklerinden) unsurları/sembolleri de ekler bünyesine. Örneğin, Ganja (esrar) içmek bir ibadet, Jah’la bir muhabbet içerisinde girmek demektir. Kenyalı anti-sömürge isyancıları Toprak ve Özgürlük Ordusu (Mau Mau)’nda gördükleri uzun ve keçeleşmiş saç stilini benimserler (yaygın bilinenin aksine bu saç stilinin adı rasta değil dreadlock’tır). Dini toplantılarda çalınan müzikler ise ritme dayalıdır. Bir nevi ilahi olarak anılabilecek bu ritim yapısı, Karayipler’den, reggae dahil, birçok tarzın çıkmasına ön ayak olacaktır.
Bu akımın doğduğu ve geliştiği yer, tabii ki, Jamaika’dır. Kısa bir sürede ülkenin çeşitli yerlerinde rastafaryan komünler oluşmaya başlar. Tayfun Atay’ın kitabının ismine göndermeyle, rastafaryanizm, “Din Hayattan Çıkar” önermesinin birebir karşılığı denebilecek bir örnektir.
Kökteki ritimler
“Reggae, ıstırap çekmenin biçimlendirdiği bir muhalefettir.
Size baskı yapanlara geri gönderdiğiniz bir titreşimdir.”
Rico Rodriguez, Jamaikalı Tromboncu
1935 yılında Mussolini İtalya’sının Etiyopya’yı işgal etmesi bütün dünyadaki siyahlar arasında anti-faşist bilinci geliştirir. Faşizm karşıtı büyük gösteriler düzenlenir. Etiyopya ordusuna yardım göndermek için kampanyalar düzenlenir. Bu seferberlik daha fazla siyahın Rastafaryanizme ve Etiyopya’ya ilgi duymasına yol açar. Rasta komünleri çoğalmakta, rastalar politikleşmektedir. Ancak çok geçmeden bu durumdan rahatsız olanlar da ortaya çıkar.
Yoksulluğun sert bir şekilde yaşandığı ve politik yozlaşmanın had safhada olduğu Jamaika’da, git gide yükselen Rastafaryan hareket bir tehdit olarak algılanır. Rastalar akıl hastanelerine kapatılır, dreadlock’ları zorla kesilir, uyuşturucu bulundurmak suçlamasıyla hapse atılır. Yoksulluktan kaçarak İngiltere’ye yerleşenler İngiliz yetkilileri rahatsız eder. Serserilik ve hırsızlık yapan bir grup olarak fişlenirler. ABD ve Kanada’da da rastalar benzer bir algıyla tecrit edilmeye çalışılır.
Ancak, büyüyen Rastafaryan hareket olur. Büyüdükçe de politikleşir. 1959 Küba Devrimi’ne destek verirler. Devrimden sonra Küba’ya olan sempatileri daha da büyür. Çünkü Küba, Afrika ülkelerinin bağımsızlık mücadelesine doğrudan destek veren bir ülke haline gelir. 1979’da gerçekleşen Grenada Devrimi’nde, diktatör Eric Gairy’yi deviren gerillaların arasında 400’den fazla rasta vardır. Aynı dönemlerde Guyana hükümeti, radyolarda reggae çalınmasını yasaklayan bir karar alır. Çünkü reggae baskıya, sömürüye karşı güçlü bir ses olarak yaygınlaşmaktadır.
Reggae, tıpkı diğer Karayip müzikleri ska, kalipso gibi zaman içinde, kendi yatağında akarak evrilmiş bir türdür. Uzak geçmişi Afrika’nın otantik ayinlerine ve burada çalınan ritimlere uzansa da, yakın geçmişi, sürekli beyaz müziği çalan Jamaika radyolarını kapatıp, bahçelerinde sound system’ler kuran rastalara dayanır. Dick Hebdige’ın dediği gibi “reggae’deki en önemli kavramlardan biri ‘uyarlama’dır. Bazen bir reggae plağı basılır ve bunu bir çırpıda aynı ritim ya da melodinin kelimenin tam anlamıyla yüzlerce farklı uyarlaması takip eder”. Fotoğraf ve sinemadaki montaj tekniğini hatırlatırcasına ve telif hakkı kaygısı olmadan, sanatçılar birbirlerinin ritimlerinin üzerine yeni sözler ekler, melodileri değiştirir, şarkıları ‘mix’ler. Bu açıdan aslında reggae kolektif bir mirasın üzerinde yükselir.
Reggae’yi uluslararası alanda sahneye çıkartan hiç kuşkusuz Bob Marley’dir. İlk olarak grubu The Wailers (Peter Tosh, Bunny Wailer) ile müzik yapan, sonrasında ise yola tek başına devam eden Marley, reggae’yi dünyaya tanıtırken, aynı zamanda Rastafaryan düşüncenin etki alanını da genişletir. Örneğin, Rastaman Vibration isimli albümü başlı başına politik bir bildiri gibidir. İşçi sınıfının çilesinden, Afrika kurtuluş mücadelesine, Jamaika’yı saran gündelik şiddet ortamından, ABD’nin Karayipler’e müdahale çabalarına kadar birçok siyasi konuyu şarkılarında işleyen (No Woman, No Cry isimli şarkının sözleri de, Jamaika’nın yoksul bir mahallesinde kocası polis tarafından tutuklanan bir kadına yöneliktir) Marley, Zimbabve’nin 1980 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından düzenlenen resmi törende sahne alarak, birçok siyasiden daha fazla ilgi görür.
“Rastafari şarkısı, yani reggae, en yüksek kendini ifade etme biçimidir. Hem toplumsal bir eleştiri hem de derin ırksal hafızanın ifadesidir. Bu hafıza, rastaların Jamaika dilinin temelinden yola çıkarak kendi dillerini, Rasta dilini, geliştirmeleriyle hayatta kalmıştır” demektedir Horace Campbell. Rastalar, resmi dilleri haline gelmiş olan İngilizceyi de olduğu gibi kullanmamışlardır. Dilin yapısını, kelimelerin söyleniş ve yazılışlarını değiştirerek, bozarak kendilerine özgü bir dil yaratmışlardır. Sömürgeciliğe bir golü de böyle atmak istemişlerdir (Bunun en iyi örnekleri için Eek A Mouse adlı sanatçı dinlenebilir).
Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı kültürel bir direniş niteliği taşıyan reggae, hiphop başta olmak üzere diğer alt kültürler gibi, sistem tarafından soğurulma, kitle kültürünün kâr odaklı işleyişine bir “renk” olarak katılma tehlikesiyle karşı karşıya. Belki de bu eşik çoktan geçildi. Jamaika egemenleri için bir turizm kalemi olarak görülen rastafaryan kültür, devletin kanatları altında ehlileştirildi. Ancak, onun teliflere sığmaz kolektif üretim kültürünün, algoritmaların müzik üzerinde kurmaya çalıştığı sultaya karşı direnenler için sağlam bir gelenek olacağı da kuşkusuz. Bunun yanı sıra, Black Lives Matter isyanında da gördüğümüz gibi, sürmekte olan kavga aynı zamanda geçmiş adına, geçmişteki mağluplar adına verilen bir kavgadır. Reggae’nin bu kavgaya ritmini veren bir kültürel miras olmaya devam edeceğini de söyleyebiliriz.
Asırlar önce Atlas Okyanusu’nun ortasında, bir geminin deposunda can veren; plantasyonlarda işkence altında onurunu korumaya çalışan; Kongo’da ülkesinin bağımsızlığı için Che ile omuz omuza savaşan; otobüslerde sırf kimliği yüzünden arkada oturtulmaya zorlanan; kısacası insan olduğunu beyazlara kanıtlamak için mücadele üstüne mücadele veren siyah halkların sesi, reggae ile yıllar sonra bize ulaşıyor. Egemenlerin zulmüne inat, ezilenler kendi sesleriyle, kendi dilleriyle, kendi ritimleriyle konuşmaya devam ediyor.
Kaynaklar
Dick Hebdige, Kes Yapıştır: Kültür, Kimlik ve Karayip Müziği, çev. Çağatay Gülabioğlu, Ayrıntı Yayınları, 2003
Horace Campbell, Rasta ve Direniş, çev. Irmak Ertuna-Howison, Dipnot Yayınları, 2016
John Berger, Hoşbeş, çev. A. Biçen, B. Eyüboğlu, O. Tecimen, Metis, 2016