Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyumdan sonra başlayan tartışmalara iktidar cephesinin ilk verdiği karşılık ‘elitizmi savunan ve kendi fanusunda yaşayan bazı kadrolar, milletin iradesiyle yapılan bir atamaya tepkililer’ gibi bir varsayımla serdedilen görüşlerle oldu. Bu gibi çıkışlar ile toplum nezdinde, kayyum atamasının normal ve hatta haklı olduğu anlatılmak isteniyordu. Bir delinin kuyuya attığı taş, kırk akıllının marifetiyle çıkar mı bilinmez ama üniversitelerde öğrencilerin demokratik talepleriyle başlayan mobilizasyon yurt sathına yayılmayı sürdürüyor. AKP’nin on binlerce öğrenciyi hapsederek, üniversiteleri ticarethaneleştirerek, KHK’lar ile akademiyi sığlaştırarak ve öğrencilerin geleceğine ipotek koyarak ‘sağladığı’ sakil ve kirli sükûnet ortamı yavaştan kayboluyor. Üniversite ortamlarının pandemi koşullarına rağmen ileriki dönemde daha da hareketleneceğini şimdiden öngörebiliyor ve bekliyoruz.
Bir Meşruiyet Retoriği Olarak Merkez-Çevre
AKP siyasetinin ‘en meşrulayıcı’ argümanı olarak merkez-çevre tartışması öne sürülmüştü. Buna göre merkezde olan bazıları, çevrede yaşayan bazılarını aralarına almak istemiyorlar ve eş düzey bir temsil ve ifade hakkını bu insanlara çok görüyorlardı. Bu durumu, Kemalizmin elitizmi ile dindar ve geleneksel yaşayan taşralılar ikiliği üzerinden resmetme tutumu oldukça yaygındı. Bu anlatıya göre merkezde bulunanlar iyi okullarda okuyor, maddi sıkıntı yaşamıyor ve güçlü iletişim ağlarına sahip olabiliyorlardı. Ancak hem merkezin yaşam kültürüne adapte olamamaktan hem de mahrum bırakılmışlıktan sebep, çevreden gelenler kabiliyetlerine kıyasla olmaları gereken yerlerde değillerdi ve siyasal alanda kıstırılarak/kısıtlanarak temsil edilebiliyorlardı. Haliyle ülke yönetiminde önemli anlamlar ihtiva eden muteber ve kilit pozisyonlarda yer edinemiyorlardı. Modern cumhuriyet tarihi gözümüze sokulan bu siyasal anlatının pek de genellenemeyeceğini gösteren vakalarla dolu. Ancak bir düzeyde geçerliliğinin ve mobilizasyon kabiliyetinin olduğunu söylemek gerekir.
Sonu AKP taraftarları için “Ak Devrim” ile neticelenen merkez-çevre geriliminin yaslandığı gerçeklik farklı ‘İslamcılık’ terkiplerini sahiplenen kadrolar için söz konusu olabilir. Müslümanlığın siyasal alana müdahil olması gerektiğine inanan ve çeperlere itildiğini düşünen bu kesimler 80 darbesi sonrasında daha fazla hareket alanına sahip oldular. Darbeden önce sol terkiplerin nüfuz edebildiği ve şehre/merkeze müdahil kılabildiği çeperler, darbeden sonra kapitalizme ve devletin makbul gördüğü kültürel etkilere açık hale geldiler. Halk için temelinde samimi bir dönüştürme arzusu taşıyan ama hem türediliklerinden hem de zımnen veya doğrudan teslim oldukları patronaj ilişkilerinden sebep olumsuz bir dönüşüm geçiren ‘İslamcı’ terkipler ise merkezi arzuluyordu. Bu istidatlara sahip üç etkili akımın görüntülerini biliyoruz: Gülenciliğin her türlü yola başvurarak kilit kurumlara sızma ve bu kurumların sahibi olma siyaseti, Selametçilerin taşralı karakteriyle birlikte ahlakı korur gözükerek merkez siyasete dönük gayretleri ve retorikte bağımsızlıkçı, yer yer antikapitalist ve anti-devletçi (görece anarşist) tutumları içeren ‘radikal’ İslamcıların rahatsızlıkları, merkeze dönük koşunun görüntüleri olarak kabul edilebilir. AKP bu gibi merkeze koşuşların başarısı ve gayreti olarak olumlandı, koşanların yeşerdikleri siyasallık ve tekliflerindeki işlerlik mesele edilmeden, anlatıdaki salt sınıfsal karakter gözetilerek… Ve tabii AKP ekonomik krizin yarattığı rüzgârı da arkasına almıştı. AKP siyaseti bu enerjileri mezcederek, ‘demokrasi arzusu taşıyan bileşenler’ olarak takdim edip, sisteme kattı ve günün sonunda kapitalizmin hizmetine amade kılarak iyice güdükleştirdi. Bu süreçte bütün taşralı zafiyetleri ve arzularıyla siyasete dahil olan bu kadroların, daha eşitlikçi bir toplumsal dönüşüme hizmet etmektense, kendilerini seçkinleştirme arzusunu gözettiklerini maalesef yaşadık. Teklif ettikleri hâkim kültür, toplum tarafından seçildikleriyle övünen, ama topluma rağmen seçkin bir hayatı yaşamaya dönük fırsatçılıklara kapı aralayan bir mahiyet taşıyordu. Özetle merkez-çevre bahsi bazı haklı talepleri ve toplumsal hafızayı barındırsa da ekabir taifeye öykünenlerin yükselme manivelası olarak işlev gördü. [1]
Modern zamanlarda merkez-çevre olarak kavramlaştırılan bu gerilim yeni değil. Tarihte ve hayatta benzer görüntüleri vaki: Ekabirler ile reaya, sunuf-u devlet ile esnaf (kelime anlamı: sınıflar), akbudun ile karabudun, efendi ile köle, ağa ile maraba gibi ezen-ezilen diyalektiğini imleyen tavsifleri biliyoruz. Tarih bize bu gibi tavsifleri anlamlı görüp sınıf siyaseti ortaya koyabilenlerin başarılarını ve etkili mücadelelerini bolca yaşattı. Sınıfa dair bazı kabulleri de barındıran merkez-çevre bahsi, AKP siyasetinin taşıyıcılarının parlattığı gibi her şeyi izah etme kabiliyeti taşımıyor. Ancak halihazırda elit bir hayata öykünen kadrolar hala toplum nezdinde yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için bu gibi vurgulara sığınıyorlar. Toplumu yalnız bırakarak ve değerleri istismar ederek…
Avamlık-Havaslık, Kurum Kültürü
AKP propagandistlerinin kurdukları bağlam pek oturmuyor.
Geleneğe baktığımızda avam ve havas kavramlarını görüyoruz. Özellikle ilmî alanlarda bir değerlendirme yapılırken toplumun avam ve havas olarak ikiye ayrıldığını hatta bu konuda oldukça cüretkâr bir ulema (alimler) kültürüne sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Meseleleri değerlendirirken ilmî anlamda nüfuz kabiliyeti olmadığı görülen insanlara avam deniyor. Bu tahfif, ekabir ve üst sınıf olmaktan çok gayretle ve merakla kazanılan idrak derinliğini meşru ve makbul kabul etmekle ilişkili. Havaslık, ilmî vukufiyet gözetilerek kazanılan bir sıfat, “alimin uykusu cahilin ibadetinden evladır” ifadesi bu yüceltmenin bir görüntüsü. Anlamlı bir örnek olduğunu düşündüğümden aktarayım; 8. ve 9. yüzyılda yaşamış olan Iraklı hadis alimi Cafer b. Muhammed şöyle diyor: “İnsanlar dört sınıftır: Bilen ve bildiğini bilen; o alimdir. Ondan ilim öğreniniz. Bilen ve bildiğinden haberi olmayan; o uyuyandır, onu uyandırın. Bilmeyen ve bilmediğinden haberi olan; o cahildir ve onu bilgilendirin. Bilmeyen ve bilmediğinden haberi olmayan; o ahmaktır ve ondan sakının.” [2]
Bilginin ve idrak sahibi olmanın bu denli yüceltilmesi sadece doğu ve güney Akdeniz için geçerli değil. Bu yaklaşım insanlığın geneline teşmil edilebilir. Haliyle eğitim ihdas eden kurumlar için sınamalar, referans mektupları ve el vermeler üzerinden ilerleyen kabul süreçleri (kimileri bunu ‘ahbap çavuş ilişkisi’ basitleştirmesiyle değerlendirse de) oldukça meşru bir tutum olarak görüldü/üyor. Kurumların kültürleri de hoca-öğrenci ilişkisinin ortaya koyduğu pratikler ile vücut bulur. [3]
Havaslığı gözetmek eğitim ihdas eden her kurum için mukadder. Hocaların talebelerine el vermeleri, muteber toplantılar tertiplemek, kurumun verimliliğini arttırıcı düzenlemeleri ve uygulamaları öncelemek, kurumdaki demokratik derinlik, bileşenlerini korumak gibi uygulamalar da özerk bir karakter sergilemek isteyen her kurumun farklı bir kültürle şekillenmesine neden olur. Bu durum zamanla ister istemez dışında kalanlar için kapalılık olarak görülecektir. Özerkliğini gözeten hiçbir kurum da bu anlamda herkese açık olmak zorunda değildir. Boğaziçi de bir şekilde kendi karakterini teşekkül ettirebilmiş eğitim kurumlarından bir tanesi ve kendisinden beklendiği gibi elit/havas bir ortam ve okul kültürü ihdas etmeye çalışıyor. Bu konuda da ülkenin en başarılı okullarında biri olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Her ne kadar bugün kapitalizmin tekdüzeleştiriciliği ve iktidarın darbeci uygulamalarıyla saldırı altında olsa da öğrenci ve hocaların mobilizasyonuyla gördüğümüz üzere direniyor. Türkiye’deki akademinin genel olarak nitelikli bilgi üretememe ve dünya standartlarının oldukça altında olması gerçeği bir yana, derinleşen çölleşmeye rağmen Türkiye için dünya sathında bir temsiliyet kotarabilen çok az okuldan biri Boğaziçi’dir. Bugünse bu durum inovasyoncu ve piyasacı teklifiyle kendisini öne çıkaran Melih Bulu’nun kayyum atanmasıyla açıkça saldırı altında.
Bitirirken
Boğaziçi Üniversitesi bütün devlet üniversiteleri gibi emekçi sınıfın başarılı ve zeki çocuklarına herkese açtığı alan kadar imkân ve muteberlik tanıyor. Okulun zamanla geliştirdiği demokrasi kültürünün derinliğini, YÖK’ü gerileten müdahaleleriyle, rektörlük seçimlerinde sergilediği örneklikle, 28 Şubat’ta yaşatılan başörtüsü yasağı gibi saçma uygulamalara en az prim veren kurum olmasıyla, yakın dönemde yaşanan KHK ihraçları konusunda hocalarına sağladığı güvenceli ortam ile gördük. Okulun halihazırda sahip olduğu muteberliğin/elitliğin kodlarının da bu kültüründen kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak ülke sathındaki genel meselemizin sadece bunlar olmadığının farkında olmalıyız.
Şu anki saldırıya karşı ortaya konulan pratik, bir cephe savunması olduğu kadar öğrencilerin failliğinden ve genelleştirerek daha büyük bir soruna işaret etmelerinden dolayı büyüme arifesinde. Öğrencilerin önderliğiyle ve kararlılığıyla büyüyen, taleplerin yerindeliği ve tutarlılığı nedeniyle başka üniversitelere aktarılabilen, hocalar dahil idarecilere de sirayet eden bir rezonans ile karşı karşıyayız. Umarım bu rezonans, genel anlamda düşük profilde seyreden akademik bilgi üretim mekanizmalarını daha işler ve üretken hale getirmek dahil, toplumu ve emekçi sınıfları sömüren sistemin dönüşmesine hizmet eder. Okulda yaşananları heyecan verici kılan da barındırdığı bu ihtimaller.
AKP propagandistlerinin öne çıkardığı ikilik ise ne tarihi bir gerilime ne de toplumsal bir gerilime tam anlamıyla karşılık gelmediğinden gürültü yapmak oluyor. Ancak öğrencilerin, sermayenin, hukuk bilmezliğin ve vasatlığın iktidarına karşı elit ve özgürleştirici bir karşı duruş sergilediklerini söyleyebiliriz. Özetle, Boğaziçililer elitler evet ve bunun sebebi hala direnebilmeleri….
Daha önce İmdat Freni’ne İslam-Sol Tartışmaları Üzerine başlıklı yazıyla katkıda bulunan Bedri Soylu’nun diğer yazılarına https://www.emekveadalet.org/author/bedri-soylu/ ve https://bedrimunir.wordpress.com bağlantılarından ulaşılabilir.
[1] Bu izahımdan Müslümanlığın artık anlamsızlaştığını düşündüğüm çıkarılmasın lütfen, zira toplum ve din hala yerli yerinde durmakta. Ayrıca bu mesele uzun tartışmaların konusu. Bu paragraf ile sadece bazı siyasallıkların genel serencamını göstermeye çalıştım. Merkez-çevre söyleminin de her şeyi izah eden bir maymuncuk olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.
[2] Aktaran: İbnü’l Cevzi, Ahmak ve Dalgınlar Kitabı, Şule Yayınları, 2007, sf. 46.
[3] Burada kurumlarda öğretilen bilginin ve retoriğin büyüsüzlüğünü, matahlığını ve sıkıntılı taraflarını tartışmadığımı ayrıca belirtmek isterim.