İki kere adayı olmaya çalıştığı AKP sayesinde rektörlüğü bir meslek olarak bellemiş olan Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne paraşütle rektör olarak atanması başta Boğaziçili öğrenciler olmak üzere üniversiteliler tarafından ciddi bir direnişle karşılandı.
Aşağıdan gelişen en ufak bir siyasi hareketlenmeyi, diğerlerine göz dağı vermek için, büyük bir zorbalıkla bastıran iktidar, sadece gösteri yasasına muhalefetle suçlayabildiği öğrencilerin evlerini sabaha karşı, kapılarını kırarak bastı ve savcının inadıyla öğrenciler neredeyse tutuklanıyordu. Direniş bu yönüyle, iktidarın en küçük karşı çıkışlara bile nasıl bir stratejiyle yaklaştığının göstergesi oldu.
Akademik özgürlük savunusu
Eylemlerin ilk gününde, öğrencilerin okulun içine girmemesi için üniversitenin kapısına vurulan kelepçe de, AKP’nin üniversitelere nasıl baktığını, başka bir deyişle üniversiteden ne anladığını gösteren müthiş bir simge oldu. Tanıl Bora’nın dediği gibi, “Hem zaten hegemonya kavramı da ilhamını jeopolitiğin güç oyunlarından alıyorsa, yol budur tabii: polis marifetiyle ‘kültürel hegemonya’… Kafilelerle ehil akademisyeni üniversiteden uzaklaştırarak, yazarları, çizerleri hapsederek, baskı altında tutarak…” (Böyle bir alıntı yapılıyorsa, tırnak içine alınır bildiğiniz gibi).
AKP, elindeki devlet gücüyle üniversiteleri fethetme harekatında, bölüm sonu canavarı olarak, Türkiye’nin en prestijli okullarından birisini hedef aldığından, Boğaziçili öğrencilerin ve akademisyenlerin direnişi, genel olarak akademik özgürlüklerin savunulması mücadelesine dönüştü. Trabzon, Mersin, Ankara, İzmir gibi şehirlerde öğrenciler Boğaziçi’yle dayanışma eylemleri örgütledi. Hepsinin sloganı aynıydı: “Yaşasın Öğrenci Dayanışması!”
Kim bu elitler?
Bunun karşısında AKP’li ideologlar bildiğimiz nakaratları tekrar etmeye devam etti. Örneğin Hilal Kaplan, “Boğaziçi elitistlerin değil milletindir” diyerek kayyum rektörün yanında yer aldı (sanki başka bir şansı varmış gibi). Fatmanur Altun da şöyle bir tweet atarak, tartışmayı Boğaziçi özelinden çıkarttı ve mağduriyet kartını öne sürdü (sanki başka kartları varmış gibi): “Türkiye’de kadınların %70’i başörtülü. Eğer bir ünv.nin kadın hocaları içinde başörtülü olanların oranı buna yakın değilse o ünv bırakın “özgürlükçü, demokrat, çoğulcu”olmayı, temsil konusunda bile apartheid düzeyindedir Bazı ünv.lerde hala tek başörtülü hoca yok” (Yazım hataları Altun’undur).
Tayfun Atay’ın da Boğaziçi gündemi üzerine katıldığı bir programda söylediği gibi elit veya seçkin kavramı ayrımcılık ve üstten bakış olarak anlaşılmak zorunda değildir. Boğaziçi akademik nitelikleriyle Türkiye’nin seçkin kurumlarından birisidir. Bu nitelikleri de akademi dışında erk sahibi herhangi bir odaktan almamış, akademik dünyadaki başarılarıyla bu noktaya gelmiştir. Bu nedenle, AKP’nin her alanı talan ettiği böyle bir dönemde bile, bu nitelikleriyle öne çıkar ve itibarından bir şey kaybetmez. Aslında bu üzerine uzun uzadıya tartışılacak bir şey de değildir.
Oysa AKP’lilerin bu açıklamalarında üzerinde durmamız gereken, söylemin örttüğü asıl olgu, bütün bunları yazanların kendilerinin yeni rejimin elit tabakasını oluşturmasıdır. Boğaziçi ve onun hocaları, kendi emekleriyle kendi alanlarında belli bir prestije erişmişken, Kaplan ve Altun’un içerisinde olduğu yeni rejimin elitlerine güç veren sadece siyasi iktidarın aparatları olmalarıdır. Yani AKP olmasaydı bu isimlerin adı sanı bile duyulmayacaktı. Bunun yanında, bu elitler, tam da kendi kullandıkları olumsuz anlamıyla elitlerdir. Yetenekleri, emekleri ya da başarılarıyla değil, siyasi ilişkileri ve emir eri özellikleriyle oldukça avantajlı bir konuma yerleşmişlerdir.
Elitizm meselesine geldiğimizde ise, bunun nüfuzla bağlantılı olduğunu hatırlamamız gerek. Yeni rejimin elitleri, Türkiye’de neredeyse hiçbir kesimin sahip olmadığı imkânlara sahiptir. Hilal Kaplan’ın eşinin bir anda bir devlet üniversitesinde akademisyen olması, Fatmanur Altun ve eşinin devletten kendilerine 3-4 maaş bağlatmaları, üniversitelerin AKP’li vekillerin yeğenleriyle doldurulması, Anadolu’daki üniversitelerin akraba üniversitelerine dönmesi, aslında kimin güç sahibi olduğunu, kendi çevresini kayırabildiğini ve kamu kaynaklarını kendisinden olmayanlara kapatabildiğini gösteriyor.
Selam ve dua ile
“Selam ve dua ile” biten mailleriyle ve Kartal İmam Hatip bağlantılarıyla Türk Hava Yolları’nda müdür olabilen bir insan milletken, aynı konuma, ne yaparsa yapsın, gelmesi imkânsız olan Boğaziçi mezunu bir genç, elit oluyor bu zihniyete göre. Ya da elinde en yüksek puanlarla Türkiye’nin yedi bölgesindeki üniversitelerde kadro peşinde koşan ve her seferinde eli boş dönüp isyanını Twitter’dan dillendiren akademisyen adayı elitken, sadece hedef kişinin isminin eksik bırakıldığı kadro ilanlarıyla ak-ademisyen olan AKP seçkinleri milletten oluyor.
Durum buyken, “Boğaziçi elitistlerin değil milletindir” demek, iktidar gücüyle ya da parayla sahip olamadıklarına karşı bir hıncın ifadesi olmanın yanında kendi ayrıcalıklı konumlarını gizlemenin bir anahtarı olarak da işlev görüyor. AKP başından beri kendisinin millet olduğunu, bir avuç kaymak tabakaya karşı milletin çıkarlarını kolladığını anlatıyor. Ancak herkesin de gördüğü gibi, AKP ile zenginleşen, belli kilit noktaları ele geçiren, kamu kaynaklarını sömüren bir avuç insan var. Bu bir avuç insan, elit-millet ayrımını sürekli gündemde tutarak, kendi kurdukları saltanatı ve burada süren yağmayı gizlemeye çalışıyor sadece.
Aslında bu AKP’nin genel stratejisi: gerçek olan neyse onun tersini söylemek ve muhalifleri bununla suçlamak.
Fethedilen Üniversiteler
AKP’nin üniversiteleri ele geçirme arzusunun, burada suyun başını tutanların güçsüzleştirilmesi ve üniversitelerin “millet”e açılması ile bir alakası yok. Tam tersine, AKP’nin bir üniversiteyi ele geçirmesiyle bir belediyeyi ele geçirmesi arasında, kendi zihinlerine göre, kategorik bir fark yok. Bu nedenle “kayyum rektör” nitelemesi taşı gediğine koyuyor.
İktidar ele geçirdiği üniversitelerde, kendi siyasi değerlerine yakın nitelikli bir akademik faaliyet koyma derdinde de değil (bunu başarabileceği de zaten şüpheli). Tek derdi, bu kurumlara komiserlerini atayarak akademinin siyasi bir tehdit olmaktan uzaklaştırılması, beslemek zorunda olduğu yeni rejimin elitlerine kadro alanı oluşturulması, propaganda makinelerine doç., prof. sıfatıyla katılıp iktidarı savunacak bir ideolog takımının yetiştirilmesi. Bütün bunlar aslında, gerçek akademinin susturulup, iktidarın aparatı olarak çalışan “kayyum akademi”nin egemen kılınması isteğini yansıtıyor.
Bu anlamda, Boğaziçi’ne atanan rektörün kendi fikrinin, hedefinin, niteliğinin ne olduğu da önem taşımıyor. Bunu iktidar dahi önemsemiyor. O oraya siyasi iktidarın bir komiseri olarak atandı ve sarayın emirlerini sektirmeden yerine getiren bir memur olarak makamını koruyabilir ancak. Özetle, Boğaziçi aslında rektöre karşı direnmiyor, AKP’nin kendisini tarumar etmesine, bir geleneği yok etmesine, saraya hesap veren bir akademi haline dönüştürülmesine karşı mücadele ediyor.