İmdat Freni

12 Mart’tan Kalan Bir Ders – Masis Kürkçügil

12 Mart’ın 50’nci yıldönümü vesilesiyle Masis Kürkçügil tarafından kaleme alınan ve Enternasyonal/Devrimci Marksist Dergi’nin Haziran 1986 tarihli 16. sayısında yer alan yazısını tekrar yayımlıyoruz.

12 Eylül’ün yaşanmasıyla birlikte 12 Mart daha bütünsel bir biçimde açıklanabilir ve anlaşılabilir bir hale geldi. Böylece 12 Mart’ı yalnızca kendi içinde bir bütün, “bir kaza”, cuntacıların bir kapışması ya da devrimci hareketin bastırılması gibi dar bakış açılarıyla değerlendirmenin geçersizliği fazlasıyla kanıtlanmış oldu.

12 Eylül’den Türkiye’deki sınıf mücadelesinin bir düğüm noktası olan 12 Mart’a bakış, 12 Mart’tan daha gözalıcı olan, daha başat olan –ya da öyle gözüken– sorunların gerçek değerini bize verebilir.

Tarihin aklının öngördüğünü şimdi daha açıkça görebiliriz. 12 Eylül’de kimi 12 Mart giysileri hayal meyal ortalığı kaplamaya, geçmiş alttan alta sırıtmaya başladı ise 12 Mart’ın defterinin dürülmesi için artık zaman gereğinden fazla geçmiş demektir. 12 Mart’ın defterinin dürülmesi bize 12 Eylül’ün defterinin dürülmesinin de yolunu açacaktır. Yenilginin toplu ve bileşik dersleri ancak böyle çıkartılabilir. Yeni bir döneme doğru yol alırken geçmişle hesaplar mümkün mertebe temizlenmelidir. Bunun için de görüşlerin olayların sınanmasına sunulmuş olması gerekir. Olayların sınanmasıdan geçmeyen, her yeni anı milad olarak kabul edenler, tarihin etkin aktörleri değil davetsiz misafirleridir, geldikleri gibi gitmek durumundadırlar bu sahneden.

Yalnızca on beşinci yıldönümü vesilesiyle değil, 12 Eylül sonrasında geleneksel sağ ve geleneksel sol da dahil olmak üzere toplumun hakim, ezilen her kesiminde yakın tarihi açıklamakta bir anahtar olarak 12 Mart ilk kez bunca güncellik kazanmış bulunuyor. Günlük gazeteler esasa değgin değişikliklere yol açmayacak, ancak kimsenin olgular düzeyinde reddedemeyeceği meseleleri gözönüne seren hatıralar yayınlıyorlar, bununla kalmayıp mahkeme dosyalarına dahi girmeyen kimi sanıkların el yazısı ifadeleri yıllar sonra piyasaya çıkarılıyor. Haftalık dergiler dönemin anlam ve önemini vurgulayan görüşmeler yapıyorlar.

Bütün bu veri bombardımanı altında 12 Mart’a değgin sorular ister istemez 12 Eylül’e uzanacak bir sergilemeye yöneliyorlar. Batur, 12 Mart eleştirilerinin 12 Eylül’e bir girizgah olduğunu ihbar ederken doğru bir teşhiste bulunmaktadır, 12 Mart eğer 12 Eylül’ün provası oldu ise, aslından provayı değerlendirmek gerekecek.

12 Mart Kime Karşı?

Geriye baktığımızda pek sahibi kalmadığına göre 12 Mart’ın herkese karşı olması gerektiği söylenebilir; ancak öznesiz bir fiil de mümkün olamayacağına göre birileri birilerine karşı olmalıydı.

Muhtıra askerler tarafından verildiğine göre muhatap –her ne kadar muhtıranın bir maddesi yine parlamentodan bir şeyler beklemekte ise de– siyasal partilerdir ve de ilk planda Demirel’dir. Ecevit daha sonra gerçek muhatabın kendisi olduğunu söylemiştir, lakin İnönü’nün de her zamanki gibi müdahaleye karşı olduğu eklenmelidir. İkisi arasındaki farklılık müdahaleye karşı alınacak tutumda değil müdahalenin olağanlaştırılmasında bulunabilir. Yoksa Ecevit de “kendisine karşı” yapılan müdahaleye karşı tavır almamıştır; örneğin Meclisin onurunu (!) korumak için milletvekilliğinden istifa edebilirdi. Her askeri hareket gibi 12 Mart’ın da Atatükçü olmakla “layık” olmayanlara karşı olduğu bilinir, yani Erbakan’ı da unutmamak gerek.

Demek partiler düzeyinde şimdi artık esamesi okunmayan CGP olsa olsa 12 Mart’ın muhatabı olmayabilir. Ne var ki onun da konumu ilginçtir: bir yanda hükümette yer alırken, bir yandan da bazı üyeleri hapistedir (İrfan Solmazer). Bu açıdan hem sağcı hem solcu Atattürkçülüğün mümtaz bir temsilcisi olarak CGP 12 Mart’ta anahtar olmamışsa da anahtarlık olmuştur. Kendisi bir inisiyatif sahibi olmamış ama her türlü devletlu girişime amade olmuştur.

Proje itibarıyla ister 9 Mart hali ile ister 12 Mart hali ile müdahale görünüşte doğrudan emekçi kitlelerin kazanımlarına yönelik de olmamıştır. 9 Mart’ta akamete uğratılan girişimin aslı astarı üzerine ayrıntılı çalışmalar ne yazık ki savunma makamından, yani kendilerinden ve devrin başbakanına yakın yerlerden gelmektedir. İddialar ne olursa olsun, yazılı polis ifadelerinden de olsa diğer kanıtlardan da anlaşılabileceği gibi akamete uğrayan girişimin, “Atatürkçülüğün” emekçi kesimlerin lehine ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşümlere kağıt üzerinde niyetlenmiş olduğu söylenebilir ve bu konuda ikna edici belgeler de gösterilebilir. Örneğin Doğan Avcıoğlu, niyetleri açısından değerlendirildiğinde muhakkak ki kaba anlamıyla sol içinde mütaala edilmesi gerekir. Nitekim Batur, Kayacan gibi muhtıracılar CHP’de yer almışlar; Gürler’in cumhurbaşkanlığı için Kırıkoğlu kesiminden bile oy gelmişti. Gürkan birlik partisinden yer almış, Numan Esin Vatan gazetesi ile solcu basında bir süre mümtaz bir yer kazanmıştır.

Ancak bu kesimin Atatürkçülüğü kadar, anti-komünistliği ve anti-kürtçülüğü de tartışılmaz. Cunta söylentilerinin yoğunlaştığı dönemde sağdan bir tehlikeden söz etmek abestir. Faşistler esas olarak bu dönemden sonra palazlanmışlardır. Ordu içinde radikallere karşı olan kanat ise bir darbe hazırlığında olmak bir yana darbeyi ehlileştirmiştir (tabii ehileştirirken genç sosyalistleri de fırsattan istifade sindirmeye girişmiştir).

Daha sonraları yaşadıklarımız gözönüne alınırsa dönemin gerçekten Türkiye’nin siyasal yaşamındaki en açık dönem olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öğrenci gençlik, işçi ve kimi kırsal kesimdeki olaylara rağmen yalnızca 15-16 Haziran 1970’de üç aylık bir Sıkıyönetim ilan edilmiştir. 12 Mart günlerinde sıkıyönetim bile sözkonusu değil, sıkıyönetim 26 Nisan’da ilan edilmiştir. Demirel “Anarşi Erim’le başladı” derken kısmen haklıdır. Tabii 12 Mart öncesinde THKP-C, THKO, Aydınlık (TİİKP ve TİKKO) çevresinde hazırlıklar sözkonusudur.

Cuntacılar ne tür bir “demokratik” ortam peşinde idiler? Sanırız bu sorunun cevabı açık: Cuntacıların “demokrasi” diye bir derdi yoktu. Demirel döneminde elde varolan serbestlikler bile cuntacıların başarısı halinde bir rüya olacaktı. Her ne kadar cuntacıların tümü demokrasi adına darbecilik yaptık demekte ise de, ve de vakti zamanında kimileri sosyalizm adına askerlerin demokratik bir devrimini uygun görmekte idilerse de cuntacıların başarısı halinde –belki kısa bir balayından sonra– baskının daha katmerli olacağını kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Bırakalım askerleri, sosyalizm adına yola çıkan bir dizi siyaset kendinden başkasına yaşama hakkı tanımıyor; demokrasinin çoğulculuk olduğunu söylemek karşı devrimcilik gibi gösteriliyor, proletaryanın öncüsünün demokrasi için eğitilmesi mesele iken atatürkçü subayların vahiylerle donanmış oldukları için emekçilere demokrasi bahşedeceklerine inananlar olmuştur. 12 Mart’ın trajedisi de ağırlıklı olarak buradadır. Radikal gençlik hareketi pasifizmden sıyrılırken aktivizm için daha sağda olan, açıkça düzen gücü olan kesimlerle sarmaşdolaş kalmış, daha koşuya başlarken tökezlemiştir.

Atatürkçü Cuntacılar mı Demirel mi Emperyalizmin Mantığına Uygun Düşüyorlardı

Bırakalım Batur ve Gürler gibi “kariyerist” denebilecek radikalleri, gördüğü baskıdan ötürü “mazlum” saflarda yerini alan ve de artık neyi kanıtlamaya çalıştığı anlaşılamayan Gürkan’a kulak verelim. “CIA vehme” kapılmış, Atatürkçü/devrimci/mütekait paşaya göre. Alınmış belli ki, belki de haklı. Artık işin o kadar ince tarafı iyi saatte olsunların işi.

Ne yapacakladı bunlar? Örneğin DİSK’in o dönemde daha sol olmasını mı sağlayacaklardı, yoksa işçi sınıfı hareketinin devrimci eğitimi için devlet yardımı mı? Demirel döneminde sosyalistlerin imkanlarını sınırlı görerek daha da açık bir dönem mi sağlayacaklardı, yani devleti susturacaklar, sağı susturacaklar ve yalnızca Marksist olanlara mı basın yayın imkanı sağlayacaklardı? Belki de yarışma ile en devrimci olanlara bu imkan sağlanacaktı (!)

Muhtıra kime karşı? Ya da muhtemel darbe? Sağa? İyi ama Çağlayangil’in ifadesiyle 12 Mart’ta CIA vardır. CIA, Demirel’e karşı, cunta Demirel’e karşı… Üç beş kalemşörün utanmazcasına yürüttükleri sola boyanmış Atatürkçülük, bugüne kadar en fazla emekçi kitlelerin aleyhine işledi. Cuntacılar dün solu temizlemeye –onların diliyle “anarşiyi”– gelirken ayakları burkuldu, şimdi de onların günahını paylaşmaya çağrıyorlar demokrasi cephesini.

Emekçi kitlelerin sol diye nitelenen darbecilerin tarihsel haklarını savunarak kazanacak hiçbirşeyleri yoktur, aksine. Solu cuntacıların şahsında demokrasiden uzak, totaliter olarak gösteren Nazlı Ilıcakların değirmenine su taşıyan Uğur Mumcu gibileriyle kesin çizgilerin çekilmesi gerekir.

Bugün 12 Mart kimilerince 12 Eylül’ün eleştirisine bir girizgah olarak kullanılıyorsa, 12 Mart’la birlik sol da mahkûm edilmektedir. Bu paradoksal değerlendirme Demirel cephesinden geldiğinde gerçekten de kendi içinde tutarlı gözükmektedir. Ancak radikal gençlik hareketinin de derinden derine etkilendiği ve zaman zaman içinde bulunduğu cuntasal ideolojiden arınmamış sol açısından aynı şeyi söylemek oldukça zor.

Gerçekte 12 Mart’ın zoraki muhatapları baskının, dönemin faturasını ödemek zorunda kaldıkları halde, 12 Mart değerlendirmelerinden kazançlı çıkmamaktadırlar. Tabii bunda yasal basında açık açık tartışmanın mümkünsüzlüğü bir neden. Ancak daha da önemlisi 12 Mart’ta her türden solun sicilinin sanıldığı kadar temiz olmadığı ve ardından gelen dönemde de geçmişi “mazi” sayarak gerekli derslerin çıkarılmaması sayılabilir.

Böylece 12 Mart değerlendirmesi tescilli kemalist Cumhuriyet’in insafına kalmış bulunmaktadır. Gürkan’ların, Talat Turhan’ların yazıları daha önce anıları yayınlanan Muhsin Batur’un ahlaki değerlerini eleştirmeye varmaktadır. Yola çıkılmıştır, ancak kimileri yolda arkadaşlarını terk etmişerdir. Gürler iyi bir kurmaydır ama karar anında ikircikli davranmıştır vs. Çıkılan yolun kendisi ise sanki hayırlı birşeymiş gibi sunulmaktadır.

Sosyalist Hareketin Durumu

Sosyalist hareket muhakkak ki Demirel rejimine karşı mücadele vermeliydi ama bu mücadeleyi cuntacıların oluşturduğu o sahte ortamda değil bizzat emekçi kitlelerin kendi özgüçlerine dayanarak vermeliydi. Yani Demirel’e karşı mücadele cuntacılara karşı hayırhah bir tutum takınılmasına meydan vermemeliydi. Dahası öncelikli olan Demirel değil cuntacılardı. 12 Mart’ın hazin dersi burada yatmaktadır. Solda ayrım çizgileri belirsiz bir saflaşmanın ideolojik izleri bugüne kadar yer yer devam etmektedir.

Buradan Demirelin ehveni şer gösterildiğine varmamak gerekir. Ancak kitlelerin parlamenter rejim dışında bir arayış içinde olmadıkları bir dönemde, çocukluk hastalığına kapılmadan açık rejimin “otoriter bir sol rejim”le alaşağı edilmesi yerine mevcut rejimin açıklığının daha da derinleşmesi için mücadele verilmelidir. AP’nin altın çağındaki dayanakları MNP, DP ve de cuntacılarla çatırdarken, alternatif bir iktidar oluşturmaktan uzak olan sosyalist hareketin altüst oluş halinde eldekini de yitireceği açıktı.

İşçi hareketini kucaklayabilecek bir güce sahip olan bir sosyalist hareket muhtırayı alkışla değil örneğin genel grevle karşılamak durumundaydı. Ama ne genç sosyalist hareket ne de DİSK böylesi bir eğitimden ve yaklaşımdan nasipliydi. Her iki kesim de hazin bir biçimde cellatlarını teşvik ve teşçi ettiler. Bir başına düzeni değiştirme amacı sosyalist tarihte çocukluk dönemine has saflıklardan biridir. Ortada ne durum analizi, ne durum tesbiti ne de sınıfın konumun irdeleyen bir taktik söz konusuydu.

Gerçekte muhtıra biçiminde de olsa radikallerin eylemi açığa çıktığında sol için vakit çoktan kararmıştı. Genç sosyalist hareket çizmeye çalıştığı kendi yolunda henüz ilerlememişken düzen güçleri kozlarını oynamışlardı. Bir taraf başlarken öte taraf bitiriyordu. Genç sosyalist hareket, emekçi kitlelerin yaşamlarında, onların günlük sorunlarında yeri olmayan, hatta onların aleyhine olan bir çatışmanın ürünü olan ortamın kendisi için elverişli olduğunu sanmıştı.

Dönemin sosyalist grupları içinde “somut durumun somut tahlili”ne dayalı bir taktik aramak boşunadır. Ne eskiler ne yeniler değişen koşulları değerlendirebilmişlerdir. Kimi gazete köşelerinde Demirel’in ayağının altındaki toprağın kaydığını belirten yazarlar ise “sol”dan zaten çoktan mahkûm edilenlerdi.

Tabii askeri bir müdahale olabilir diyerek kimsenin elini kolunu kavuşturması önerilemez. Ama hareketin yönelimi de en az hareketin kendisi kadar önemlidir. Zaten düşen-düşürülmekte olan bir Demirel’i baş düşman ilan etmek hemen hareketin yanı başındaki “müttefik”in konumunu görmezlikten gelmeye varmıştır. Yaklaşık 1970 sonunda radikal hareketlerin biçimlendiği bilindiğine göre, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Bir geç kalmışlık söz konusu idi ama daha önemlisi eylemin muhtevası idi ve de onun ittifakları, daha doğrusu sonuç itibarıyla hayali ittifakları.

İdeolojik keşmekeş dönem boyunca sürecek ve kendini sorgu ve savunmalarda defalarca açığa vuracaktır. Bu keşmekeşin en belirgin ifadesi de 1961 Anayasası’nın savunulmasıdır.

Sosyalist hareket cuntacılığın bulandırdığı bir siyasal ortamda iktidar sorununu hiçbir gerekli hazırlığı, dayanağı ve hatta kendine has bir perspektifi olmadan alabildiğine güncel bir sorun olarak gördü. 12 Mart’ta solun onca yaralanmasının bir nedeni de budur. Radikallerden bağımsız bir güç olarak temayüz etmeden, onların cenahından iktidara aday gözükmesinin sonucu tezgah onca geniş tutulmuştur. 12 Mart’ın normalizasyonun onca zorlamasız olmasının nedeni de bu olmuştur. Çünkü gerçek anlamıyla başlıbaşına, bir başına sosyalist hareketin ifade ettiği değer “sol”da görülüyorsa da sıfıra yakındı.

Bir anlamda genç devrimciler 12 Mart’ın tarihi değil zoraki muhatapları oldular. 12 Mart’la 12 Eylül arasındaki temel ayrımlardan biri budur. Batur, 12 Martçı olduğu için 12 Eylülcüdür. Darbe sonrasında TKP gibileri gerçek kemalist çizgileri darbeciler içinde aramışlardır, hapishanelerde yanıbaşlarında değil. 12 Eylül’de bu bağlamda bir yanlış anlama sözkonusu değildir. Hapishanelerde devrimciler faşistlerle aynı mekanda barınmaya zorlanmaktadırlar, ama 12 Mart’taki gibi iktidara geldikleri takdirde ilkin “anarşi”yi, yani devrimcileri temizleyeceklerini söyeleyen radikallerle birlikte değiller. 12 Eylül’ün bir ayrımı da burada sosyalistler yine içeride ama bu kez yanlarında Atatürkçüler değil, faşistler var.

12 Mart döneminde devrimci gençlik hareketi talihsiz bir biçimde yatağında oluştuğu Atatürkçülükten kesin çizgilerle ayrışmadan eyleme girişti. TİP’ten öğrenilen parlamentarizmin bir çözüm olmadığı idi; buna eski soldan gelen asker sivil aydın zümre edebiyatı, Atatürkçülük, 27 Mayısçılık ve akla gelebilecek her türlü küçük burjuva radikalizmine yaraşan karman çorman ideolojik şırıngalar eklendiğinde sonuç önceden kestirelemeyecek gibi değildi.

Radikal sol 12 Mart’ı nasıl karşıladı

Günün gazeteleri açıktır. Ya destek ya eleştirel destek. Bu noktada TİP’in tutumunun farklı olduğu söylenmelidir. Çeşitli dernekler, DİSK vb. olumlu karşılarken, soldan kimileri “ordu kılıcını attı” demekte (Dr. Hikmet Kıvılcımlı), kimisi de muhtıraya değil parlamentoya güvensizliğini beyan etmekte (Dev-Genç). Sol 12 Mart’la çizgisini esas olarak 12 Martçıların hamlesinden sonra değiştirmiştir. Ama bu kez kartlar iyice karışmış, radikallerin ayağı kaymış, Demirel adım adım sürecek bir yolda radikalleri tasfiye ederken sosyalistleri de elekten geçirmiştir.

Burada Demirel’den ziyade solun basiretsiz bir taktik izlediği rahatlıkla söylenebilir. Sol ısrarla, hazırlıksız olduğu bir mücadelede düşmanlarından birini de müttefik seçerek girmiştir. Radikaller Demirel’le çatışmış, olan sosyalist harekete olmuştur. Görüntüsel olarak sol hükümeti devirmiştir ama kendisi de altta kalmıştır.

Dönemin hapishanelerinden gelen tarihe değgin tutarsız değerlendirmeler gerçekte bir önceki tutarsız değerlendirmelerin öteki ucundan başka bir şey değildir. Demirel’i Amerikan emperyalizminin basit bir ajanı olarak görenler, kendilerini yargılayan ve sorgulayanların hiç de Demirelci olmayıp en halisinden Atatürkçü olduğunu görünce Demirel’in yurtseverliğinden dem vurabilmişlerdir. Oysa Demirel ne vatan haini ne de vatanseverdi veyahut da kimi zaman vatansever kimi zaman vatan haini idi. Yeter ki Vatan’ın sınıf içeriği iyi doldurulsun. Ancak dönemin açıkta bıraktığı bu gibi sorunlar 12 Eylül’le birlikte yeniden gündeme geldi. Demirel şimdi 12 Eylül’de de ABD’nin kendisinden hoşnut olmadığını belirtmektedir. Amerikan dış siyasetindeki dalgalanmaların Türkiye’yi etkilememesi düşünülemez. Darbenin Gürkan’ın sözü ile CIA’nin vehmine denk düştüğü açık. Ama vehim bir başına sınıf mücadelesinde azımsanmayacak dönemeçleri açıklamakta yeterli bir husus değil. Vehmin kendisini giderecek dayanaklara da sahip olması halinde, başka oluşumlarla çakışması halinde gerçekleşmesi ya da gerçekleştiği zehabını uyandırması mümkündür. Darbede emperyalist etkiyi izah ederken orada kalmamalı, aynı zamanda darbenin çözülüş nedenleri arasında da bu etkinin kıymeti harbiyesi değerlendirilmelidir.

Müdahale ile emperyalistlerin çıkarının çakıştığı gerçeği tersinden okunmamalı, bu çakışmanın zamansız olduğu sanılmamalı. Dönüşüm bir anlamda bu çakışmanın da çözülmesine, olağanlaşmaya bağlı kalmıştır. Zaten ABD’nin de Türkiye’de kimi ülkelerde zaman zaman denendiği gibi uzun süreli bir askeri rejimi o günlerde talep ettiğini gösterir bir belirti de yok. Gerçi ülkenin gelişme dinamiklerini hiçe sayan böyle bir anlayış uygulamaya sokulduğu takdirde fazla uzun süreli olacak gibi değil.

Emperyalizm faktörü hiçbir zaman gözden ırak tutulmamalı, ama ülkenin içinde bulunduğu konum, sınıf mücadelesinin gelişme dinamiği, güçler ilişkisi ancak dış faktörün zorlamalarını müsait olduğu zaman kaldırabilir. Aksi takdirde sağ bir rejim dahi dolaylı da olsa tepkide bulunmak zorunda kalacaktır. Aşırı ve basitleştirilmiş anti emperyalizm, yani kaba milliyetçilik dev aynasındaki gölgelerle boğuşurken pentagonla kendisi arasında çok basit bir mücadele tasarlamaktadır. Biraz da bunun için genç sosyalist hareket Demirel’i birden 180 derece farklı değerlendirmek zorunda kalmıştır.

Bir ders: Bağımsız sınıf politikası

Tarihin, 12 Mart’ta test ettiği, açığa çıkardığı hususların önemli bir kısmı 12 Eylül ile daha da anlaşılır olmuştur. 12 Mart’taki hataların 12 Eylül’de tekrar edilmemesi, 12 Mart’tan gerekli derslerin çıkarıldığı anlamına gelmez. O eski hataların tekrarı için zaten zemin kalmamıştı. Ama tekrar edilebilecek hataların önemli bir kısmı –neredeyse tümü– 12 Eylül’ün nedenleri arasında yerlerini korudular. Ancak ara dönemde gözden kaçırılmaması gereken yeni oluşumlar, değişiklikler de gerçekleşmedi değil. Bu ikisi arasındaki bağlantıları özürsüz bir biçimde açıklamak devrimci mücadelenin önümüzdeki gelişmesinde azamsanmayacak bir yer tutacaktır. Hareketlerin “şahsiyet” meselesi dışında irdeleyecekleri sınıf mücadelesi içindeki konumları, politik ve örgütsel biçimlenişlerindeki tarihi ve güncel etkileşimler önümüzdeki dönemdeki konumlarını da şimdiden belirlemese dahi sınırlamak durumundadır. Bu açıdan ne bir hareketin ne de –hele hele– bir şahsın kendisinde bir günah keçisi aramadan, tabii bedava kahramanlar da yaratmadan, tarihi bir değerlendirmenin vaktinin oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Yani 12 Mart’ı belli bir gelişim evresi ve ardından bir çöküşle birlikte yeni bir oluşum evresinin sorunları içinde irdelemek hamasi beyanlardan daha isabetli sonuçlar verecektir.

Genç sosyalist hareket, 12 Mart’a yeterli bir kadro birikimi ile girmemiştir. Denebilir ki genç sosyalist hareketin kendi bağımsızlığını kazanmaya niyetlenmesi ile darbe arasında topu topu birkaç ay vardır.

1960’lı yıllarda gelişen sosyalist hareket hızla değişmeye ve çeşitlenmeye başlamıştır. Bu süreç zarfında “eskiler” geçişlerde bir çekim merkezi gibi gözükürken hızla etkinliklerini yitirmişlerdir. 12 Mart’a gelindiğinde belli bir sürekliliği olan, kitleler nezdinde inandırıcılığı olan bir kadrodan söz etmek mümkün değildir. Kurulan örgütlerin hemen hemen tümü yeterli ya da yetersiz politik biçimlenmelerini dar bir zaman aralığında ve de kendi aralarında kurabilmişlerdir. Dolayısıyla kendi dışlarındakiler için eylemlerinden başka bir çehreye sahip değildirler.

Gerçekte dönemin genç sosyalist hareketine atfedilebilecek zaafların nesnel açıklamaları vardır ve bu zaafların kendilerinden daha önemli olan da, öncülerin değil artçıların, yani sonradan bu hareketleri kendilerine miras edindiklerini ilan edenlerin bu zaaflara neredeyse bir kutsiyet kazandırmaları olmuştur. Hatta aynı zaafları tekrar etmemeye özen gösterenler bile “miras”ı açıkça reddetmemek için kendilerini tasaladıkları gelecek ile sahip çıktıkları geçmiş arasında bir cendereye sokmuşlardır. Cendere çift taraflı çalışmış; çalışma tarzı anlayışında geçmiş tekrarlanmadığı halde ideolojik ve politik yapılanmada büyük miktarda geçmişle süreklilik gösterilmeye çalışılmıştır. Böylece zorlama bir terminolojik fetişizm “teori”yi hapsetmeye çalışmıştır. Sosyo ekonomik formasyon belirlemesinden, siyasi rejimlerin değerlendirilmesine, ulusal sorundan uluslararası sorunlara geçmiş bir ayak bağı işlevini görmüştür. 12 Mart’tan çıkıştaki ilk evrelerde geçmişle hesaplaşmak, onunla bir köprü kurmak çabası “miras” paylaşımında aslan payını almak için sığ bir anlayışla sürdürülmüş ve büyük miktarda sahte sorunsallara hapsolmayla sonuçlanmıştır. 12 Eylül sonrasında tekrar be tekrar benzer sorunların tartışılmasında geçmiş konusundaki bu saplantının aşılamaması önemli bir neden olmuştur.

Sosyalist hareket açısından söylenmesi gereken en önemli hususlardan biri ana hatları ile geçmiş yapılanmaların izleyicilerinin kalmadığıdır. Süreklilik açısından anlamlı bir durumdur bu. Sanki bir “geçiş” evresinin unsurları olarak devrin sosyalist grupları bugün için kalıcı politik ve örgütsel yapılanmaların temeli olamamışlardır. Bir başka açıdan meseleyi ele alırsak o hareketler politik ve örgütsel bir bütünlük oluşturmuyorlar, henüz bir arayış evresinde iken, daha başlangıçta beyaz terörün atağa geçmesiyle eziliyorlardı.

1960’dan sonra ilkin hesapta olmayan sosyalist ve işçi hareketinin siyaset sahnesine doğrudan ve dolaylı girişi, burjuva toplumundaki yönetim krizinin boyutlarını geliştime potansiyelini taşıdığı için bir yeniden yapılanma hakim sınıfların gündeminin birinci maddesini oluşturmuştur. 12 Mart’ta yaşanan bu yeniden yapılanma girişimi sınıf mücadelesinin yoğun çatışmalarla yürümediği bir dönemde uzlaşma ve ehlileştirmelerle olağanlaştırılmıştır. Bu olağanlaştırmanın kendisi de yeni yanılsamaların kaynağı olmuştur. Cuntacılıkla dönemin yeni CHP’sini aynı kategoride görmemek gerekirse de ikisi de emekçi kitlelerin kendi bağımsız politik ve örgütsel deneyimlerini köstekleyen yanılsamaların sosyalist harekette oluşmasında etken oldularsa “ideolojik” bir ortaklıkları olduğu tezi de yabana atılmamalıdır. Bu açıdan 12 Mart öncesinin Atatürkçü, sonrasının Ecevit ve şimdilerde “sosyal-demokrat” yanılsamanın bütün farklılıkları ile birlikte aşılması gereken önemli bir engel olduğu kesindir.

Enternasyonal