İmdat Freni

Türkiye ve Neo-faşist Yayılma – Gilbert Achcar

Geçtiğimiz Çarşamba gününden bu yana Türkiye’de meydana gelen olaylar son derece ciddi: Bu olaylar ülkenin demokrasinin boğulmasına doğru kayışında yeni ve çok tehlikeli bir adımı teşkil ediyor. İstanbul’un popüler belediye başkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2028’de yapılması planlanan bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimindeki adayı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve Türkiye’nin en büyük şehrinin belediyesindeki yaklaşık 100 çalışanın yolsuzluk (Türk yargısı, damadından başlayarak Erdoğan’ın çevresindeki yolsuzlukları daha iyi soruşturmalıydı) ve “terörizm” (Yani PKK – hükümetin bu partiyle barışçıl bir çözüm için müzakere ettiği bir dönemde) bağlantılarını bir araya getiren suçlamalarla gözaltına alınması diktatörlüklerin bilindik oyun kitabından fırlamış bir davranış.

Suçlamaların uydurma olduğuna ve temel amacın ülkesini diğer otokratik yöneticiler gibi ömür boyu yönetmeye kararlı görünen Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimine karşı en güçlü muhalif figürü ortadan kaldırmak olduğuna dair herhangi bir şüphesi olan varsa, İstanbul Üniversitesi’nin İmamoğlu’nun tutuklanmasının arifesinde diplomasını geçersiz kılma kararı şüpheye yer bırakmıyor. Üniversite diploması Türkiye’de cumhurbaşkanlığına aday olmak için gereken şartlardan biri ve üniversitenin iptal kararı tamamen uyduruk bir gerekçeye dayanıyor, özellikle de İmamoğlu diplomasını otuz yıl önce almışken!

Yaklaşık bir yıl önce, Türkiye’deki son yerel seçimlerin ardından, Erdoğan’ın iktidarının ilk on yılında ülkesinde demokrasinin yerleşmesinde oynadığı rolü hatırlatmıştım. Kendisine rakip olarak gördüğü partisinin liderlerini görevden almak da dahil olmak üzere daha sonraki otokratik sürüklenişine rağmen, partisinin belediye seçimlerindeki yenilgisini kabul etmesini övmüştüm ki bu onu, 2020 sonbaharında gerçekleşen seçim sürecini baltalamaya çalışan ve başkanlığın kendisinden çalındığını iddia ederek hala yenilgisini kabul etmeyi reddeden Donald Trump da dahil olmak üzere yenilgiyi kabul etmeyen birçok neo-faşistten ayırıyordu.

Bu hikayenin kıssadan hissesi, siyasi kariyerine diktatörlük rejimine karşı cesur bir mücadeleyle başlayan ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev yaptığı dönemde, şu anda rakibi olan mevcut belediye başkanına yaşattıklarının çok benzerini yaşayan ve ülkesinde demokrasinin yerleşmesinde övgüye değer bir rol oynayan bu adamın, güç sarhoşluğu ve büyük bir popülariteye sahip olmanın verdiği keyifle, demokrasi pahasına da olsa bu durumu zorla dayatarak devam ettirme arzusuna kapılmış olmasıdır.

Yine de geçen yıla kadar Erdoğan, demokrasinin giderek zorlanarak da olsa ayakta kalmasını sağlayan özgürlük alanının korunması ile bu alana diktatörce tecavüz edilmesini birbirinden ayıran niteliksel kırmızı çizgiyi aşmadı. Bu, Erdoğan’ın özellikle Kürtlere karşı milliyetçi ve etnik fanatizm, cinsiyetçilik ve din adına veya başka bir şekilde çeşitli liberal değerlere düşmanlık da dahil olmak üzere aşırı sağ ideolojinin bazı temel bileşenlerini içeren bir ideolojik zeminde “[kendi] halk tabanının saldırgan, militan seferberliğine” dayanarak bazı neofaşist özellikler sergilemesine rağmen gerçekleşti (bkz. “The Age of Neo-Fascism and Its Distinctive Features”, 4 Şubat 2025).

Erdoğan’ın şu anki savruluşu, demokrasi konusundaki tutumları bakımından neo-faşist rejimlerin saflarına katılımını tamamladığını göstermektedir. Yukarıda bahsi geçen makalede bu duruşu şu şekilde tanımlamıştım: “Neo-faşizm, selefinin yaptığı gibi çıplak bir diktatörlük kurmak yerine demokrasinin temel kurallarına saygı gösterdiğini iddia etse de, her neo-faşist yöneticinin gerçek popülarite seviyesine (ve dolayısıyla seçimlere hile karıştırma ihtiyacı duyup duymamasına) ve kendisi ile muhalifleri arasındaki güç dengesine bağlı olarak gerçek siyasi özgürlükleri farklı derecelerde aşındırarak demokrasinin içeriğini boşaltmaktadır.”

Erdoğan’ın neo-faşizme doğru kaymasının arkasında iki ana etken var. Birincisi, otoriter bir yönetici ne zaman yükselen bir muhalefetle karşılaşsa ve demokrasi yoluyla gücünü kaybetmekten korksa neo-faşist eğilim artar. Vladimir Putin bunun bir örneğini teşkil ediyor: 2012’de (o zamanki anayasaya göre üst üste iki dönemden fazla başkanlığı yasaklayan başbakanlığa geçiş maskaralığından sonra) başkanlığa geri döndüğünde ve yükselen halk muhalefetiyle karşılaştığında neo-faşizme sürüklenmesi yoğunlaştı. Aynı zamanda Putin, tıpkı Erdoğan’ın daha sonra Kürtlere karşı yaptığı gibi, özellikle Ukrayna’ya karşı milliyetçi duyguları kışkırtma yoluna gitti.

İkinci ve en önemli etken ise Donald Trump tarafından temsil edilen neo-faşizmin ABD’de iktidara yükselişidir. Bu durum, örneğin İsrail, Macaristan ve Sırbistan’da açıkça gördüğümüz ve küresel olarak giderek daha fazla tanık olacağımız gibi, fiili ya da gizli neo-faşizmin çeşitli biçimlerinin güçlenmesi adına güçlü bir teşvik sağlamıştır. Neo-faşist yayılmanın gücü, ana neo-faşist kutbun gücüyle orantılıdır: Nazi Almanyası 1930’larda yükselişe geçtiğinde, faşist bulaşıcılık özellikle Avrupa kıtasında büyük ölçüde güçlendi. Neo-faşist yayılım bugün daha da güçlenmiştir; ABD, her ne kadar bariz sınırlar dahilinde olsa da, demokrasinin aşınmasına karşı caydırıcı bir rolden, bu aşınmayı doğrudan ya da dolaylı olarak teşvik eden bir role geçmiştir. Erozyon halihazırda devam etmekte ve ABD’nin sınırları içerisinde hızlanmaktadır.

Dolayısıyla Erdoğan’ın muhalefete saldırısının, geçen cuma günü, Trump ile yaptığı ve Trump’ın yakın dostu ve çeşitli müzakerelerdeki temsilcisi Steve Witkoff’un “harika” ve “gerçekten dönüştürücü” olarak tanımladığı bir telefon görüşmesinin ardından başlaması tesadüf değil. Witkoff bu görüşmeyle ilgili, “Başkan’ın [Trump] Erdoğan ile bir ilişkisi var ve bu önemli olacak. Ve bu görüşmenin bir sonucu olarak şu anda Türkiye’den gelen pek çok iyi ve olumlu haber var. Sanırım önümüzdeki günlerde haberlerde bunu göreceksiniz” diye eklemişti (Witkoff’un açıklaması İmamoğlu’nun tutuklanmasından iki gün sonra yapılmıştı, her ne kadar tam olarak bu tutuklamaya atıfta bulunmasa da). Dahası Erdoğan, Türk milliyetçisi aşırı sağcı müttefikleri tarafından kutsanan son uzlaşmalarla Kürt hareketini etkisiz hale getirmeyi başardığına inanıyordu (yanıldığı kanıtlandı: Kürt hareketi, muhalefeti ve halk protestolarını destekledi). Ayrıca Erdoğan, Avrupalıların bu kritik dönemde kendisine ve özellikle de askeri potansiyeline ihtiyaç duyduklarına ve bu nedenlerle kendisine gerçek bir baskı uygulamayacaklarına inanıyor.

Türkiye örneğinde umut kaynağı olmaya devam eden şey, Erdoğan’ın tahmin ettiğinin çok ötesinde bir halk tepkisiyle karşılaşmış olmasıdır. Bu kitlesel tepki, onlarca yıllık totaliter yönetimin ardından halk hareketinin köreldiği Rusya’da Putin’in karşılaştığından çok daha büyüktür. İkinci kez seçilmesinden bu yana sadece Demokrat Parti’den çok zayıf bir muhalefetle karşılaşan Trump da dahil olmak üzere, neo-faşizmin öncülerinin çoğunun karşı karşıya kaldığı tepkiden çok daha büyüktür. Erdoğan, Türkiye’nin güvenliği, istikrarı ve ekonomisi pahasına (Merkez Bankası Türk lirasının tamamen çökmesini önlemek için 14 milyar dolar harcamak zorunda kaldı ve borsa keskin bir düşüş yaşadı) baskıyı arttırarak (Cezaevlerinde yaklaşık 400 bin kişinin bulunduğu ve bunların içerisinde çok sayıda siyasetçi ve gazetecinin bulunduğu ülkede son eylemlerde tutuklananların sayısı bin 500’e yaklaşıyor) halk hareketini ezmeye çalışıyor.

Türkiye’de devam eden mücadele tüm dünya için giderek daha önemli bir hale geliyor. Ya Erdoğan muhalefeti bertaraf etmeyi başaracak ki bu da Beşar Esad’ın 2011’de Suriye’deki halk ayaklanmasını bastırmasına benzer kanlı bir baskı gerektirebilir ve ülkenin iç savaşa sürüklenmesi riskini doğurabilir ya da halk hareketi galip gelerek Erdoğan’ın geri adım atmasına ya da şu veya bu şekilde düşmesine neden olacak. Eğer Türkiye’deki halk hareketi kazanırsa, bu zafer dünya çapında neo-faşizmin yükselişine karşı direnişi harekete geçirmede önemli bir etki yaratacaktır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8919