Hannah Arendt siyasetin dünyadan tümüyle yok olabileceğinden kaygılanıyordu. Yüzyılın felaketleri o düzeydeydi ki “siyasetin hâlâ bir anlamı” olup olmadığı sorusunu sormak kaçınılmaz hale geliyordu. Bu çekincelerin hedefleri daha o zamandan büyük oranda pratiğe dairdi: “siyasetin bütünüyle ulaştığı anlamsızlık özgül siyasal sorunların hızla yöneldiği çıkmaz tarafından tasdik ediliyor.”1
Arendt için totalitarizm, korkulan bu yok oluşun şekliydi. Bugün ise başka bir tehlike türüyle karşı karşıyayız: piyasa despotizminin insani yüzlü totalitarizmi. Siyaset mali piyasaların doğallaşmış düzeniyle ventrilok sermayenin ahlakçı reçeteleri arasında parçalanmış halde bulunuyor. Böylece siyasetin sonuyla tarihin sonu Fukuyama ile Furet’nin beyaz seslerinin yankılandığı metasal ebediyetin cehennemsi tekrarlanışı içinde bir araya geliyor: “Bir başka toplum fikri, neredeyse düşünülmesi imkansız hale geldi, ve de zaten bugünün dünyasında kimse bu konuda bir ilerleme göstermiyor. İçinde yaşadığımız dünyada yaşama mahkum hale geldik.”2 Melankolik olmanın da ötesinde umutsuzluk taşıyor, diyebilirdi Blanqui, Dow Jones ve Cac 40’ın hâkimiyetindeki bu insanal ebediyet.
Hannah Arendt siyasetin başlangıcına ve sonuna tarih koyabileceğini düşünüyordu. Ona göre Platon ve Aristoteles tarafından başlatılan siyaset “Marx’ın teorilerinde kesin sonuna” ulaşmıştı. Felsefenin sonunu ilan ederek diyalektik aklın kurnazlıklarıyla siyasetinkini de açıklamış oluyordu. Bu, Marx’ın siyasetinin sermayeleşmiş şiddete ve modernitenin fetişizmlerine karşı tasarlanabilecek tek çağdaş siyaset olduğunu kavrayamamaktır: Bürokratik devleti soyut evrenselliğin cisimleşmesi haline getiren “siyasal etkenin kendini beğenmiş abartılışına” açıkça karşı çıkarak “Devlet her şey için geçerli değildir” diye yazar Marx. Toplumsala yönelik tekyönlü bir tutkudan ziyade Marx’ın çabası, ayrı bir gövde olarak devletin sönümlenişini hazırlayan devletsel olmayan gövdelerin oluşumundan yola çıkarak bir ezilenler siyasetinin ortaya çıkışına yönelik.
Yaygın bir klişenin tersine, Marx’ın gerçek anlamda bir siyaset düşüncesi vardır. Bu her şeyden önce, bir kurum siyasetinden çok bir hadise siyaseti, bir savaşlar ve devrimler siyasetidir. Haziran 1848 katliamlarıyla Kanlı Hafta’nınkiler arasında geçen bir dönemin çizgisidir. Marx’ın siyasal müdahalelerinin çapını görmek için mektuplaşmalarına ve sayısız gazete yazısına göz atmak yeter: İngiltere’nin parlamenter hayatından İrlanda ulusal sorununa, İspanyol devrimlerinden, Amerikan iç savaşına, bir uluslararası işçi hareketinin oluşumundan basın özgürlüğüne, çeşitli konular işlenmiştir bu yazılarda.
Acil, hayati mesele, bir aşağıdan siyaset, egemenlerin devletsel siyasetinden dışlanmış ve yoksun olanların siyaseti meselesidir. Söz konusu olan proleter devrimlerin ve tekrarlanan trajedilerinin gizemini çözmektir: hiçbir şeyken nasıl her şey haline gelinir? Gündelik olarak zorunlu çalışmanın gönülsüz kulluğuyla* fiziksel ve zihinsel olarak örselenen bir sınıf insanın özgürleşmesinin evrensel öznesine nasıl dönüşebilir? Marx’ın yanıtları sosyolojik bir iddiaya dayanıyor: sınai gelişme proletaryanın kitleselleşmesini getirir; emekçi sınıfların sayısal büyümesi ve yoğunlaşması örgütlenmelerinde ve bilinçlerinde bir ilerlemeye sebep olur. Böylece bizzat sermayenin mantığı “proleterlerin bir egemen sınıfa dönüşümünü” getirecektir.
Engels, Komünist Manifesto’nun 1890 baskısına yazdığı önsözde bu önvarsayımı onaylar: “Manifesto’da sayılan önerilerin kesin zaferi için Marx ortak eylem ve tartışmanın sonucu olacak olan işçi sınıfının entelektüel gelişimine güveniyordu”. Genel oy hakkının kazanılmasının, toplumsal olarak çoğunluğu oluşturan İngiliz proletaryasının siyasal temsilini toplumsal gerçekliğe uyarlamayı sağlayacağı konusundaki yanılsama bu iddiadan kaynaklanıyordu. Aynı doğrultuda Antonio Labriola 1898 tarihli Manifesto yorumunda “komünistler ve proleterler arasındaki arzulanan buluşmanın bundan böyle tamamlandığı” değerlendirmesinde bulunuyordu. Proletaryanın siyasal özgürleşimi zorunlu olarak onun toplumsal gelişiminden ileri gelecekti.
Geçen yüzyılın sarsıntılı tarihi metanın büyülü dünyasından, kana susamış tanrılarından ve “tekrar kutusundan” kurtulmanın o kadar da basit olmadığını kanıtlar. Lenin’in vakitsiz güncelliği bu tespitin zorunlu sonucudur. Bugün eğer siyaset hâlâ ekonominin doğallaşması ve tarihin kaderleşmesi şeklindeki çifte tehlikenin üstesinden gelme şansına sahipse, bu şans emperyal küreselleşme koşullarında yeni bir Leninist jestten geçmektedir. Lenin’in siyasal düşüncesi bir strateji olarak siyasetin, uygun anların ve zayıf halkaların düşüncesidir.
Mekanik ilerlemenin, krizsiz ve kopuşsuz “homojen ve boş” zamanı, gayrı-siyasal bir zamandır. Kautsky’nin savunduğu “pasif bir güç birikimi” fikri bu zamansallıkta yer alır. Sakin gücün ilkel hali olan bu kaplumbağa adımlı ve “zaman dışı sosyalizm” siyasal mücadelenin belirsizliğini tarihsel evrimin ilan edilmiş yasalarında yok etmektedir.
Lenin ise, tam tersine, siyaseti mücadelenin dolu zamanı, bir krizler ve yıkımlar zamanı olarak düşünür. Siyasetin özgüllüğü, Lenin’de kendini devrimci kriz kavramıyla ifade eder. Bu bir “toplumsal hareketin” mantıksal devamı değil, toplumun tüm sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkilerin genel bir krizidir. Bundan dolayı kriz bir “ulusal kriz” olarak tanımlanır. Metanın mistik fantazmagoryalarının bulanıklaştırdığı cephe çizgilerini açığa çıkaran bir etken olarak işlev görür. Ancak o zaman, ve kesinlikle karşı konulamaz bir tarihsel olgunlaşma sonucunda değil, proletarya şekil değiştirebilir ve “olduğuna dönüşebilir”.
Dolayısıyla devrimci kriz ile siyasal mücadele ayrılamaz biçimde birbirine bağlıdır: “İşçi sınıfının kendisi hakkında edinebileceği bilgi, çağdaş toplumun tüm sınıfları arasındaki karşılıklı ilişkiler konusundaki net bir bilgiye sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bilgi yalnızca teorik değildir, yahut şöyle söyleyelim, teorik olmaktan çok siyasi deneyime dayalıdır”.3 Tüm sınıfların karşılıklı ilişkileri konusundaki bu bilgi siyasal pratiğin sınavından geçerek edinilir. Bu bilgi, “bizim devrimimiz”i “tüm halkın devrimi” yapar.
Bu yaklaşım siyaseti toplumsal-olana indirgeyen vülger işçiciliğin tam zıddıdır. Lenin “sınıflar meselesiyle partiler meselesini birbirine karıştırmayı” kesinlikle reddeder. Sınıf mücadelesi işçiyle patronu arasındaki uzlaşmazlığa indirgenemez. O proletaryayı, “tüm kapitalist sınıf”la, Kapital’in üçüncü cildinin konusu olan sermayenin bütünsel yeniden üretimi düzeyinde karşı karşıya getirir. Tam da bu nedenle Marx’ın sınıflar üzerine tamamlanmamış bölümünün, üretim süreciyle ilgili birinci ciltte veya dolaşım sürecini ele alan ikinci ciltte değil de bu üçüncü ciltte yer alışı son derece mantıklıdır. Dolayısıyla bir siyasal parti olarak devrimci sosyal-demokrasi işçi sınıfını, yalnızca bir işverenler grubuyla değil, fakat “çağdaş toplumun tüm sınıflarıyla ve örgütlü bir siyasal güç olarak devletle” ilişkileri içinde temsil eder.4
Leninist stratejinin kairotik zamanı, çalışmaları aralıksız biçimde bozulan seçimsel Penelope ve Danayid’lerinki değil artık*; bu, mücadelenin ritmini verdiği ve krizin askıya aldığı bir zamandır. Gerekliliğin ve olasılığın, eylemin ve sürecin, tarihin ve hadisenin iç içe geçtiği uygun anın ve özgün konjonktürün zamanıdır: “Devrimin kendisini tek bir eylem şeklinde tasavvur edemeyiz: devrim, az ya da çok derin durgunluk evreleriyle bölünen az ya da çok şiddetli patlamaların hızla birbirini takip etmesidir. Bu nedenle partimizin esas faaliyeti, faaliyetinin esas odağı, hem en şiddetli patlama dönemlerinde hem de durgunluk evrelerinde yürütülmesi mümkün ve gerekli bir çalışma olmalıdır, yani tüm Rusya için birleşik bir siyasal ajitasyon çalışması.”
Devrimlerin, hızlanmalar ve yavaşlamalardan oluşan kendi temposu vardır. Aynı zamanda düz çizginin ani dönemeçler ve yol ayrımlarında kırıldığı kendine özgü bir geometriye de sahiptir. Böylece parti yeni bir şekil kazanır. Lenin için o artık ne bir deneyimler birikiminin sonucu ne de proleterleri karanlık cehaletten aklın aydınlığına yükseltmekle görevli mütevazı bir pedagogtur. Parti stratejik bir operatör, sınıf mücadelesinin bir çeşit vites kutusu ve [demiryolu] makasçısı haline gelir. Benjamin’in çok iyi sezinlediği gibi siyasetin stratejik zamanı, klasik mekaniğin çizgisel zamanı değil, fakat düğümlerle dolu ve hadiselere gebe kesintili bir zamandır.
Bolşevizmin kendini tanımlama sürecinde içinden geçtiği çatışmalar bu devrim içinde devrimi ifade eder. Ne Yapmalı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri’deki polemiklerden, klasik metinler esas olarak askeri bir disiplinin hakim olduğu merkezileştirilmiş bir öncü fikrini muhafaza eder. Esas olan ise başka bir noktada. Lenin, “örgütsüzleştirici” olarak nitelendirdiği, parti ile sınıfın birbiriyle karıştırılmasına karşı mücadele eder. Bu ikisi arasında yapılan ayrım, o dönemde sosyalist hareketin özellikle de Rusya’da yaşadığı büyük tartışmalar çerçevesinde yer alır. Lenin’in bu anlayışı, kimi zaman “saf bir sosyalizmi” savunarak siyasalın özgünlüğünü inkar etmek için birbirine yaklaşan popülist, ekonomist, Menşevik akımların karşısındadır.
Bu şeklî ortodoksinin görünüşte kalan uzlaşmazlığı esasında demokratik devrimin tarihsel evrim yolundaki zorunlu bir aşama olduğu fikrini ifade eder. Güçlenmeyi ve toplumsal ve seçimsel çoğunluğa ulaşmayı beklerken yeni doğan işçi hareketi yönetici rolünü burjuvaziye bırakmalı ve kapitalist modernleşmenin yardımcı gücü rolünü oynamakla yetinmelidir.
Kautsky’nin İkinci Enternasyonal içindeki ortodoks pozisyonlarının altında yatan, beklemesini bilen için her şeyin zamanında ve saatinde geleceği inancına dayalı, tarihin yönüne duyulan bu güvendir: “iktidar yollarını”, bu sonuncusunun olgun bir meyve gibi düşeceği güne kadar sabırla katetmek lazım.
Lenin için ise, tam tersine, hedef hareketi yönlendirir, strateji taktiği, siyaset de tarihi önceler. Bundan dolayıdır ki birleşmeden önce sınırlarını belirlemek ve birleşmek için de “tüm memnuniyetsizlik ifadelerini kullanmak, rüşeym halinde olsa bile bir tepkinin en küçük unsurlarını dahi tasarlamak” gerekir. Bir başka deyişle siyasal mücadele “işçilerin patronlara ve hükümete karşı mücadelesinden çok daha geniş ve komplekstir”.5 Böylece Raboçeye Dielo siyasal hedefleri doğrudan ekonomik mücadeleden çıkarsayınca, Lenin “proletaryanın çok şekilli siyasal faaliyetinin düzeyini aşağı çektiği” eleştirisini getirir. “Sadece işçilerden oluşan bir hareketin” kendi başına bağımsız bir ideoloji tasarlayabileceğini düşünmek bir yanılsamadır. İşçi hareketinin salt kendiliğinden gelişimi, tam aksine “onu burjuva ideolojisine tabi kılmayla” sonuçlanır.
Çünkü egemen ideoloji bilinçlerin manipüle edilmesine değil, meta fetişizminin nesnel etkisine dayanır. Bu demir çemberden ve doğurduğu gönülsüz kölelikten ancak devrimci krizle ve partilerin siyasal mücadelesiyle kurtulunabilir.
Lenin’de her şey siyaseti eksik olanın sahneye girmesi şeklinde tasarlamaya yönlendirir: “sınıflar ayrımı sonuçta elbette ki siyasal gruplaşmanın en derin zeminini oluşturur”, fakat bu sonucu “getirecek olan yalnızca siyasal mücadeledir.”6 Böylece “komünizm toplumsal hayatın, kelimenin gerçek anlamıyla tüm noktalarından fışkırır; her yerde yeşerir. Özel bir itinayla yollardan biri tıkandığında, bulaşacak başka bir yol bulur, kimi zaman da en beklenmeyeni.”7 Bu nedenle “hangi kıvılcımın yangını alevlendireceğini” bilemeyiz.
Tucholsky’ye göre Leninist siyaseti özetleyen şiar da buradan gelir: “hazır olun!” Muhtemel olmayana, öngörülemeyene, hadiseye hazır olmak! Lenin siyaseti “ekonominin yoğunlaşmış ifadesi” şeklinde tanımladıysa da, bu yoğunlaşma siyasetin artık “ekonomi üzerinde öncelik” sahibi olmaktan kaçınamayacağı niteliksel bir değişimi ifade eder. Buharin “ekonomik ve politik bakış açılarının iç içe geçmesini önererek” ise tam tersine “eklektizme kaymakta”. Aynı şekilde, İşçi Muhalefetine karşı 1921’deki polemiğinde, siyaseti tekrar toplumsala indirgeyen ve ulusal ekonomiyi yönetme görevinin doğrudan “üretici sendikalarında birleşmiş üreticilere” düştüğünü öne süren –ki bu sınıf mücadelesini sentezsiz korporatif çıkarlar arası bir çatışmaya indirgemek anlamında gelir– bu “çirkin ismi” tekrar eleştirir.
Tam tersine, siyasetin kendi dili, grameri ve sentaksı vardır. Kendi gizillikleri ve lapsüsleri vardır. Siyaset sahnesinde, şekil değiştirmiş sınıf mücadelesi “en kesin, en bütünlüklü ve en iyi tanımlanmış ifadesini partiler arası mücadelede”. bulur.8 Dolaysız belirlenimlerine indirgenemeyecek spesifik bir düzleme dayanan siyasal söylem aritmetikten çok cebire benzer. Gerekliliği, doğrudan sömürü ilişkilerine bağlı toplumsal taleplerinkinden farklı, “çok daha geniş” bir düzeydedir. Çünkü, “vülger marksistlerin” düşündüğünün aksine siyaset “ekonomiyi uysalca takip etmez”. Devrimci militanın ideali, dar ufuklu korporatif sendikacı değil, toplumun tüm alanlarında yıkıcılığın ateşini körükleyen “halk hatibi”dir.
“Leninizm”, daha doğrusu “Devlet ortodoksisi mertebesine ulaşmış Stalinistleştirilmiş Leninizm” çoğu zaman bürokratik despotizmden sorumlu tutulur. Sınıftan ayrı tutulan öncü parti kavramının aygıtın reel toplumsal hareketi ikame edişini ve bürokratik cehennemin çemberlerini bünyesinde tohum halinde taşıdığı fikri yaygındır. Her ne kadar haksız da olsa, bu suçlama gerçek bir soruna değinir. Eğer siyaset toplumsalla karıştırılmamalıysa, birinin diğeri tarafından temsili zorunlu olarak problematik hale geliyor: meşruluğunu ne üzerine kurmalı?
Lenin’de temsil edenler ve edilenler arasında, siyasal devletin sönümlenmesinde doruğuna ulaşacak bir tekabüliyet eğilimini öne sürerek bu çelişkiyi çözme eğilimi gerçekten de mevcut. Hiçbir zaman tek bir temsilciyi kabul etmeyen ve sürekli olarak kurucu biçimlerin çoğulculuğu içinde yeniden gözden geçirilen temsiliyetin çelişkileri böylece ortadan kalkmış olur. Meselenin bu yönü, daha az önemli olmayan bir diğerini gölgeleme riskini taşır. Ki üstelik, Lenin kendi getirdiği yeniliğin tüm boyutlarının da farkında değildir. Kautsky’nin temel metinlerinden birini alıntıladığını zannederek, onu kesin bir biçimde deforme eder. Kautsky “bilimin” proleterlere “sınıf mücadelesinin dışından” geldiğini ve “burjuva entelektüeller” tarafından taşındığını yazar. Müthiş bir kalem kaymasıyla, Lenin “siyasal bilincin” (yani artık “bilim” değil!) “ekonomik mücadelenin dışından” geldiğini (yani toplumsal olduğu kadar siyasal da olan sınıf mücadelesini dışından değil!) ve artık bir sosyolojik kategori olarak entelektüeller tarafından değil, spesifik biçimde siyasal alanı yapılandıran bir aktör olarak parti tarafından taşınır. İki önerme arasında kayda değer bir fark mevcut.
Toplumsal gerçekliğin daimi bir yer değiştirme ve yoğunlaşma oyunu aracılığıyla kendini ifade ettiği bir siyasal dilin bu denli aralıksız biçimde üzerinde durmak, mantıksal olarak bir çoğulculuk ve temsiliyet düşüncesine yol açmalıdır. Eğer parti sınıf değilse, aynı sınıf kendi farklılıklarını ve çelişkilerini ifade eden çeşitli partilerce siyasal açıdan temsil edilmelidir. Böylece toplumsalın siyasetteki temsili kurumsal ve hukuki bir tasarının konusu olmalıdır. Lenin bu kadar ileri gitmez. Fakat yine de, keşif çalışmaları yaparak özgün bir siyasal alanı açar.
Böylece temsiliyeti, siyasal profesyonelleşmeyi sınırlamayı hedefleyen Paris Komünü’nden esinlenmiş yasalara tabi kılar: seçilmişler için bir vasıflı işçininkine eşdeğer bir maaş, görevin getirdiği ayrıcalıklara ve kayırmalar karşı sürekli bir dikkat, seçilmişlerin seçenlere karşı sorumluluğu. Direngen bir efsanenin aksine Lenin emredici bir vekalet önermez. Ne partinin içinde: “delegelerin yetkileri emredici vekaletlerle sınırlandırılmamalı”; yetkilerini uygulamada, “tümüyle özgür ve bağımsızdırlar”; kongre veya meclis egemendir. Ne de devlet organları düzeyinde: “Vekilleri geri çağırma hakkı”, temsiliyeti özel çıkarlarla yerel çıkarların korporatif toplamına indirgeyen, sentez ihtimali sunmayan, demokratik karar alımını her türlü özden ve hedeften arındıran emredici vekaletle birbirine karıştırılmamalı.
Çoğulculuğa gelince, Lenin ısrarla “nüanslar mücadelesinin” “bir ortak anlaşmayla onayladığı” sınırlar içinde geliştiği sürece parti içinde gerekli ve kaçınılmaz olduğunu ifade eder. “Süreklilik arz eden ve bitmek bilmeyen memnuniyetsizlik, kızgınlık ve çatışma kaynaklarını, alışıldık skandalların ve aşağılık çekişmelerin dar kafalı seyrinden koparıp, fikirlerini savunmak için henüz alışılmadık bir haysiyetli ve düzenli mücadele kanalına sokmak için Parti tüzüğünde her türlü azınlığın haklarını sağlama gerekliliği”ni savunur Lenin. “Bu mutlak güvenceler içinde azınlığa kongrede temsil ve tam ifade özgürlüğüne sahip olacak bir (veya birkaç) katip grubunun tahsis edilmesini dahil ediyoruz”.9
Siyaset bir tercih ve karar işiyse, örgütlü bir çoğulculuğu gerektirir. Burada örgütlenme ilkeleri söz konusudur. Örgütlenme sistemiyse, somut durumlar itibariyle, fırsatlar labirentinde ilkeleri gözden kaçırmamak koşuluyla değişiklik arz edebilir. Bu durumda ünlü “eylemde disiplin” konusu bile Leninizmin altın yaldızlı efsanesinde iddia edildiğinden daha esnek hale gelebilir. Ayaklanmaya karşı çıkarak Zinoviev ve Kamenev’in gösterdiği disiplinsizliğe karşın kalıcı olarak görevlerinden uzaklaştırılmamaları örneği iyi bilinir. Lenin’in kendisi de, uç koşullarda, kişisel bir “partizan itaatsizlik” hakkını talep etmekten çekinmez. Parti saflarında “ajitasyon özgürlüğü”ne kavuşmak için görevinden istifa etmeyi düşünür. Hatta kritik karar alma anında, merkez komiteye şu sözleri yazar: “Gitmemi istemediğini yere [Smolny’ye] gittim. Hoşçakalın”.
Kendi mantığı Lenin’i, parlamenter ve demokratik gelenekten yoksun bir ülkede temsiliyeti ve çoğulcuğu düşünmeye iter. Ama yine de Lenin bu fikri sonucuna ulaştırmaz. Bunun (en az) iki neden var. İlki, Fransız devriminden, tahakkümcü bir kez kovulduktan sonra halkın (veya sınıfın) homojenleşmesinin sadece bir zaman meselesi olduğu yanılsamasını miras almasıdır: Halkın bünyesindeki çelişkiler artık ya ötekinden (yabancıdan) ya da ihanetten gelebilir. İkincisi ise, siyaset ile toplumsal arasındaki ayrımın, bu ikisi arasında tasarlanan ilişkinin ölümcül biçimde tersine çevrilmesine karşı bir bağışıklık sağlamamasıdır: siyasetin toplumsallaşmasını başlatmak yerine proletarya diktatörlüğü toplumsalın bürokratik biçimde devletleştirilmesi anlamına da gelebilir. Lenin’in kendisi de “sovyetler içinde parti mücadelesinin sona ermesi” öngörüsünde bulunmamış mıydı?10
Gerçekten de Devlet ve İhtilal’de, artık tam anlamıyla ayrı bir devlet oluşturmayan bir doğrudan demokrasi lehine partiler işlevlerini yitirir. Fakat, baştaki beklentilerin tam aksine toplumun devletleşmesi, devlet işlevlerinin toplumsallaşmasına baskın geldi. Askeri bir kuşatmanın ve kapitalist restorasyonun oluşturduğu temel tehdit karşısında devrimciler hiç de ikincil olmayan bürokratik karşı-devrim tehlikesinin arkalarından yükseldiğini göremediler. Paradoksal biçmde, Lenin’in zayıflıkları otoriter eğilimleri kadar, belki de daha fazla, liberter eğilimlerinden kaynaklanır. Sanki bu ikisini, yani Marx’in terimleriyle ifade edecek olursak “siyasal (devletsel) yanılsamayla” “toplumsal (liberter) yanılsamayı” birleştiren gizli bir bağ varmış gibi.
Böylece devrimci kriz muhtemel bir çözülmenin kritik anıymış gibi belirir: “Genel olarak tarih, ve özellikle devrimler tarihi her daim en iyi partilerin, en ileri sınıfların en bilinçli öncülerinin düşündüğünden içerik olarak daha zengin, daha çeşitli, daha çokbiçimli, daha canlı ve daha yaratıcıdır. Ve bu anlaşılabilir, çünkü en iyi öncüler onbinlerce insanın bilincini, iradesini ve tutkusunu ifade ederken, devrim tüm insanal yetilerin coşkunluk ve gerilim anlarından biri, sınıf mücadelelerinin en çetini tarafından kamçılanan yüzbinlerce insanın bilincinin, iradesinin, hayalgücünün, tutkusunun eseridir. Buradan büyük önem taşıyan iki pratik sonuç çıkar: ilki devrimci sınıfın görevini yerine getirebilmek için toplumsal faaliyetin hiç istisnasız tüm biçimlerini ve tüm yönlerini eline geçirmesini bilmesidir; ikincisi devrimci sınıfın bir biçimi bir diğeriyle hızla ve aniden değiştirmeye hazır olmasıdır.”11
Lenin, toplumsal ilişkilerin saklı gerçekliğini birdenbire ortaya çıkaran hadisenin apansızlığına hazır olmanın gerekliliğini çıkarsar: “Kitlelerin özel bir uyanışı yönünde hangi kıvılcımın yangını alevlendireceğini bilmiyoruz, bilemeyiz. Bundan dolayı zemini, tüm zeminleri hatta görünürde en eski, en şekilsiz ve en verimsizlerini dahi hazırlamak için, komünist ilkelerimizi eyleme geçirmeliyiz. Yoksa, görevimizin gerektirdiği düzeyde olamayız, yeterli hazırlığı yapmamış, gerekli tüm silahları edinmemiş oluruz.”
Tüm zeminleri işlemek! En beklenmedik sonuçlar karşısında tektikte olmak!
Ani biçim değişikliklerine hazır olmak!
Tüm silahları almayı bilmek!
Beklenmeyen hadisenin ve belirli bir konjonktürün somut imkanlarının sanatı olarak tasarlanan bir siyasetin özdeyişleri işte bunlar.
Siyasetteki bu devrim bizi İkinci Enternasyonal’in İflası’nda sentetize edilmiş devrimci kriz kavramına götürür. Bu kriz, bir durumun çeşitli değişken unsurları arasındaki etkileşim tarafından tanımlanır: yukarıdakilerin eskisi gibi yönetemediği; aşağıdakilerin eskisi gibi ezilmeyi kaldıramadığı; ve bu çifte imkansızlığın kitlelerin ani bir köpürmesine tercüme edildiği bir durum. Bu kriterleri sahiplenerek, Troçki, Rus Devriminin Tarihi’nde “bu öncüllerin koşullu karşılıklılığı”nın altını çizer: “Proletarya ne kadar kararlılıkla ve güvenle harekete geçerse, ara tabakaları o kadar çok sürükleme imkanına sahip olur, egemen tabaka ne kadar yalıtılmışsa, moral bozukluğu o kadar artar; ve sonuç olarak, yönetici tabakaların parçalanması, devrimci sınıfın değirmenine su taşır”.
Fakat kriz kendi çözümünün koşullarını garantilemez. Bu nedenle Lenin devrimci partinin müdahalesini kritik bir durumun belirleyici etkeni olarak görür: “Her devrimci durumdan bir devrim çıkmaz, bu ancak sıralanan tüm nesnel değişimlere bir de öznel değişim eklendiğinde meydana gelir. Bu öznel değişim devrimci sınıfın, bir kriz döneminde bile düşürülmedikçe hiçbir zaman [kendinden] düşmeyecek olan eski hükümeti tümüyle parçalamak için yeterince keskin eylemler yürütme kapasitesinde yatar”. Kriz ancak –çoğu kez caniyane bir gericiliğin lehine– bir yenilgi, veya kararlı bir öznenin müdahalesiyle çözülür.
Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde “leninizm”e dair yorumu da bu yönde. Bu eser, Komünist Enternasyonal’in beşinci kongresinden itibaren termidorcu bolşevizm yanlılarının şimşeklerini üzerine çekmesine neden olmuştu. Lukacs “yalnızca proletaryanın bilincinin kapitalizmin krizinden çıkış yolunu gösterebileceği” olgusu üzerinde duruyordu, “ve bu bilinç ortaya çıkmadığı sürece, kriz daimi bir hal alıyor, başlangıç noktasına dönüyor ve aynı durumu tekrarlıyor”: “Dolayısıyla kapitalizmin ‘son kriziyle’ yani belirleyici kriziyle önceki krizleri arasındaki fark, yaygınlığı ve derinliğindeki bir dönüşümde, yani niceliğinin niteliğe dönüşmesinde yatmıyor. Daha doğrusu, bu dönüşüm, proletaryanın krizin yalnızca bir nesnesi olmaktan çıkması ve kapitalist üretime içkin antagonizmanın açıkça ortaya çıkması şeklinde kendini gösterir.”12 Troçki’nin otuzlu yıllarda nazizm ve stalinist reaksiyon karşısında insanlığın krizinin bir devrimci önderlik krizinde yattığına dair formülünde bu görüşlerin yankısını bulabiliriz.
Strateji “bir kitle, hız ve zaman hesabıdır” derdi Chateaubriand. Sun Tzu için savaş sanatı değişimin ve hızın sanatı halini almıştı bile. Bu sanat “tavşanın hızını” kazanmayı ve “aniden karar vermeyi” gerektiriyordu çünkü en görkemli zaferin bile “muharebe bir gün önce veya birkaç saat sonra verilmiş olsaydı” yenilgiye dönüşebileceği kanıtlanmıştır. Bundan ileri gelen davranış ilkesi askerler kadar siyasetçiler için de geçerli: “Uygun bulduğunuz hiçbir fırsatı kaçırmayın. Beş unsur her yerde ve eşit saflıkta bulunmaz; dört mevsim her sene birbirini aynı şekilde takip etmez; güneşin doğuşu ve batışı her zaman ufkun aynı noktasında gerçekleşmez. Günlerin bazıları yavaş akar, diğerleri kısadır. Ay büyür ve küçülür ve hep aynı parlaklıkta değildir. İyi yönetilen ve disiplinli bir ordu tüm bu çeşitlilikleri taklit eder.”
Devrimci kriz kavramı bu strateji dersini siyasileştirerek sahiplenir. Bazı istisnai koşullarda, güçler dengesi kritik bir noktaya ulaşır: “ritmlerdeki her düzensizlik çatışmalı sonuçlar doğurur. Bozar ve sarsar. Zaman içinde de, bir buluşla, bir yaratımla doldurulması gereken bir delik açabilir. Bu, bireysel açıdan da, toplumsal açıdan da ancak bir krizden geçerek olabilir.”13 Zaman içinde bir delik? Oldubittinin kaçınılmazlığının karşısına çıkan “olupbitmemişin” sızacağı bir delik.
1905’te, Lenin hız övgüsü konusunda Sun Tzu’ya katılır.
“Anında başlamak”, “derhal” hareket geçmek gerektiğini ifade eder: “Derhal ve her yerde mücadele grupları oluşturun. Hegel’in sözünü ettiği ve ‘diyalektiğin muhteşem bir tanımını’ oluşturan bu ‘yitip giden anları’ havada yakalamak gerekir.”14 Çünkü Rus devrimi proleter devrimine uzatılan bir burjuva devriminin organik sonucu değil, fakat bu iki devrimin bir “üst üste binişi”dir. Muhtemel bir felaketin engellenebilmesi ince bir konjonktür anlayışına bağlıdır. Slogan sanatı uygun anın sanatıdır. Dün geçerli olan bir talimat, bugün geçersiz ve yarın tekrar geçerli hale gelebilir: “4 Temmuz [1917]’a kadar tüm iktidarın sovyetlere geçmesine ilişkin slogan doğruydu.” Sonrasında ise artık değildi. “fiu anda ve yalnızca şu anda, en fazla birkaç gün boyunca, veya bir ya da iki hafta boyunca, böylesi bir hükümet…”15
Birkaç gün! Bir hafta!
29 Eylül 1917’de Lenin kararsız davranan “merkez komite”ye yazar: “Kriz olgunlaştı.” “Beklemek bir suç” haline gelir. 1 Ekim’de, “derhal iktidarı alması”, “hemen ayaklanmaya geçilmesi” için zorlar. Birkaç gün sonra yeniden yüklenir: “Bu satırları 8 Ekim’de yazıyorum. Rus devriminin başarısı iki ya da üç günlük mücadeleye bağlı.” Yine ısrar eder: “Bu satırları 24’ünün gecesi yazıyorum. Durum en kritik aşamasında. fiu anda ayaklanmayı geciktirmenin ölüm anlamına geldiği açıkça ortada. Her şey pamuk ipliğine bağlı.” Dolayısıyla “bu akşam, bu gece” harekete geçmek gerekir.
“Tedricilikten kopuş” notunu yazıyordu Lenin, savaşın başında tekar okumaya koyulduğu Hegel’in Büyük Mantık’ının sayfa kenarlarına. Ve ısrar ediyordu: “Sıçrayışlar olmaksızın tedricilik hiçbir şeyi açıklamaz. Sıçrayışlar! Sıçrayışlar! Sıçrayışlar!”16
Temmuz 2002
1. Hannah Arendt, Qu’est-ce que la politique, Paris, Seuil,
2. François Furet, Le Passé d’une illusion, Paris, Robert Laffont-Calmann-Lévy 1995, p. 57
* Gönülsüz kullak: Etienne de la Boétie (1530-1563)’nin “Gönüllü kulluk üzerine söylev”ine gönderme yapılıyor. Ç-N.
3. Lénine, Œuvres Cilt 9, p 119 et 15, p. 298.
4. Lénine, Œuvres, Cilt 5, p. 408.
* Penelope gündüz yaptığı örgüleri gece bozarken, Danaos’un kızları, kocalarını öldürmenin cezası olarak dipsiz bir fıçıyı suyla doldurmaya mahkum olmuşlardı. Ç-N.
5. Lénine, Œuvres 5, 440:463
6. Ibid, Cilt 7, p. 41. Böylece, ultra-emperyalizm hakkındaki 1915 tartışmasında Lenin, dünya çapında kapitalist üretim ilişkilerinin olgunluğunun sistemin çöküşüne yol açacağı görüşünde olan yeni bir ekonomizmin tehlikesini sezer. Siyasalın toplumsala veya ekonomiye indirgenmesinden kaçınma kaygısını yirmili yılların başında Sovyet devletinin karakterizasyonu konusundaki tartışmalarda tekrar görebiliriz. İşçi Devletinden söz edenlere Lenin şu cevabı verir: “bu devlet tam olarak bir işçi devleti değil, sorun burada” (32’nci cilt, s.16). Onun formülüyse bir sosyolojik karakterizasyondan daha betimleyici ve daha karmaşık: bu “bürokratik deformasyonlara” sahip bir işçi ve köylü devleti olacaktır, işte “tüm gerçekliği içinde geçiş [dönemi]». Son olarak da sendikalar konusundaki tartışmada, Lenin yine orijinal bir tutum alıyor: bir siyasi iktidar organı olmadıklarından sendikalar “zorlayıcı devlet örgütlerine” dönüştürülemez.
7. Ibid, Cilt 31.
8. Ibid, Cilt 10, p. 15.
10. Lénine, Œuvres, Cilt 25, p. 335.
9. Lénine, Œuvres, Cilt 7, p. 470.
11. Lénine, La maladie infantile du communisme.
12. G. Lukacs, Histoire et Conscience de Classe, Paris, Minuit, 1967.
13. Henri Lefebvre, Eléments de rythmanalyse, Paris, Syllepses.
14. Lénine, Cahiers Philosophiques, Paris, Editions sociales, 1973, p. 257.
15. Lénine, Cilt 25, pp; . 17 et 277.
16. Lénine, Cahiers Philosophiques, op. cit. p. 118-119.
Çeviri: Uraz Aydın
Bu yazı Daniel Bensaid’in Köstebek ve Lokomotif (Yazın Yayıncılık) kitabından alınmıştır.