Şubat 2007’de Hrant Dink’in katledilmesinin ardından Masis Kürkçügil tarafından kaleme alınan ve Gelecek dergisinde basılmış olan bu yazıyı, 13 yıl sonra tekrar yayınlıyoruz.
“Biz ki sessiz ve yağız”
Hilmi Yavuz
Hadise ağır olduğu kadar derindir. Bir cinayetin anatomisine meraklı olmaktansa, on binlerin mazlumluk ve madunluklarını böylesine dile getirilişlerine bir anlam verilmelidir. Hadisenin tarihselliği cinayetin şekli şemailinde değil Hrant’ın insanlarda yarattığı umuttadır.
Ölümü ona asla yakıştırmadık, hüznü on binlerin sessizliğinde taşıdık. Artık dünya âlem biliyor, bu dünyadan bir Hrant geçti…
Hrant yoksa bizim hayatımızda artık olmayan ne? Yetişme yıllarındaki en yakın dostuyla aynı kaderi paylaşsa hiçlikten her şeyliğe giden yolda aynı yerde mi olurdu?
Malatya’dan çıkmış yola, bir garip delikanlı, onca yoksulluğun içinden aslında kuşağına göre oldukça normal bir hayat kurmuşken (bu normalliğin içinde birçok arkadaşı gibi boylu boyunca girdiği siyaset de olacaktır), yani yaş neredeyse kemale ermişken-erecekken pek de hazırlıklı olmadığı -zaten bu işin mektebi de yoktur- bir alana tam da kişiliğine uygun bir biçimde dört nala dalar. Arada özetlenen neredeyse yirmi yıllık bir ömürdür…
Bu yirmi yıla yalnızca bir aile bağı ve bir sevda veya kardeşlerle birlikte bir ekmek teknesi macerası sığmaz. Silahların konuştuğu, kalemlerin sustuğu günlerde okula gider, ancak ilerde onu şekillendirecek olan ne Zooloji ne Felsefe eğitimidir, abur cubur gibi gözüken, her telden okumalardır bunlar.
Bir iki çıraklık denemesini saymazsak bugün konuştuğumuz Hrant, Agos’un Hrant’ıdır. Muhakkak ki bir başına tasarlamamıştı Agos’u, ama zamanla onunla özdeşleşti; önce Agos vardı, Agos kendine emek veren Hrant’ı yoğurdu ve yeniden şekillendirdi. Ama Hrant olmadan da Agos olmazdı.
Hrant garip bir alet çalıyordu, kendine has, hüzünlü bir sesi vardı tıpkı çok sevdiği duduk gibi… Alet garipti ama kitabına uygun olmasa da erbabının ruhuna sesleniyordu. Hem daralmış bir cemaatin kabuğunu kırmak için cemaatin muhafazakârlığını sarsıyor hem de cemaati daraltan tarihin temeline sesleniyordu.
Özgürlükçü bir tarih bilinci muhakkak ki nesnel gerçeklikten hareketle oluşturulabilir, ancak bunun için gereken bellek de önemlidir. Bu belleği inşa etmek konusunda temenniler veya giydirmelerin ötesinde, insanları sarsacak ve yeniden yoğuracak felaketleri göğüsleme iradesi olmadan o tarih bilinci hızla kaybolabilir. Tarihin felaketler yumağı olduğunu kimileri çok küçük yaşta devraldıkları acılardan öğrenmek zorunda kalırlar. Orada kalınca bir bilinç oluşmaz, hatta tepkiyle olmadık yerlere de savrulunabilir, yine de zoru başaranlar sıçrayabilirler, farklı bir ufuk edinebilirler. Azınlık olmanın ender avantajlarından biri, yaşadığın dünyayı algılama konusunda radikal yönelimlere, yani meseleleri kökünden ele almaya olan yatkınlık olabilir.
Hrant’ı uzun bir zaman diliminden sonra, üstelik de birçoğuna göre hali vakti yerinde bir konumda iken, toplumun süfli kesimlerin hedef tahtası haline gelmesine neden olan bir mücadeleye girmesinin itici gücünü anlamak için onun arayışını anlamak gerekir.
Hrant nasıl Hrant oldu?
Onu uğurlayan on binler muhakkak ki kimsenin hesap etmediği bir biçimde hadiseyi tarihselleştirmenin yollarında yürüdüler. Aslında Hrant böyle bir şeye aday olmamıştı. Agos ile birlikte çıktığı yolda daha önce herhangi bir deneyimi yoktu. Çok basit bir iki ihtiyacın dile getirilmesinin mantıki sonuçları onu adım adım farklı pozisyonlara sokuyor ve hesapta olmayan ama cahili olmadığı başka meselelerle birlikte yoğruluyordu. Cemaat ile yaşanan toplum arasında küçük bir pencere açmak gibisine çok mütevazı bir şey yapmak için yola koyulmuşken açılacak pencerenin duvarının tarihselliği, meydan okuduğu zihniyetin dokusunun katılığı daha derinlemesine bir çalışmayı gerekli kılıyordu. Bunda korkacağı bir şey yoktu, ilk gençlik ve yetişme dönemindeki en sevgili dostunun akıbetinden direncin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Ama yaptığı sınırlı işin neredeyse devletin dibine dinamit koymak ve hatta kimi zaman ondan beter görülmesini kabullenemiyordu.
Aynı şeyleri söyler gibi gözüktüğü insanlardan onu farklılaştıran hususlardan biri tarzıydı. Tahlil yapıp kollarını kavuşturmuyordu, mutlaka meselenin üzerine üzerine gidip bir çözüm yolu arıyordu. Tıpkı siyasetle ilişkisinde olduğu gibi… Tarz, aslında özneye de gönderme yapıyordu. Telefon defterinde meslektaşları, arkadaşları, diplomatlar bulunuyordu, ama nasıl Ermeni soykırımı meselesinde meclislerin karar almasına karşı çıkarak, burada yaşayan insanların karşılıklı olarak bu meseleyi idrak etmelerini amaçlıyorduysa, siyasette de aşağıdan bir değişimin ancak mümkün ve kalıcı olacağını biliyordu.
Çıktığı alan özü itibarıyla çoğulcu, eşitlikçi, demokratik ve özgürlükçü olmak durumundaydı. Bu köhne dünyanın felaketlerine maruz kalanların kendi dertleri üzerine kapanmak yerine birbirlerinin dertlerine açılmalarının onları özgürleştireceğinin bilincindeydi. Rakel’in “sevgiliye mektup”unda insanları sarsan, kucaklayan “sevgi” de bundan ibaretti. Hu çekerek siyaset yaptıklarını veya dertlerine derman aradıklarını sananların haddi hesabı yokken, o sırtındaki ağırlığı başkalarının sırtındaki ağırlıkları paylaşmakla hafifletmeye çalışıyordu. Çoklu bir köprüydü kurduğu meseleler arasında ve buradan o büyük hikâyeye rahatlıkla geçebilirdiniz. Ama büyük hikâyeye geçmek için meselelerin açıklığa kavuşması, her birinin yalnızca dile getirilmesi değil uğruna mücadele edilmesi, deneyimler birikmesi gerekiyordu…
Hrant’ı nasıl bilir miydik, nasıl bilecek miyiz?
Profesyonel bir siyasetçi, bir yazardan söz etmiyoruz, doğru. Ama ardından on binler yürüdüğüne göre onun da insanların zihin dünyasında, haleti ruhiyesinde azımsanmayacak bir karşılığı vardı/oldu demektir. Hrant “Çarents’in Hikmet’i” adlı yazısında (7 Kasım 1977) içi boş anmaları eleştirir. “Türkiye’de Türkeş MHP kongresinde Nazım’dan ulusalcı dizeler okurken, Ermenilerin sağcıları da yine Çarents’in ulusalcı söylemlerini kendilerine yorumlayarak, onu anma yardakçılığına ve ikiyüzlülüğüne soyunuyorlar” der. Çarents için onun satırlarıyla devam edelim: “Çarents için şu günlerde Ermenistan’da ve Diaspora’da yapılan 10. yıl anma toplantıları ikiyüzlülüklerin sergilenmesi açısından çok canlı bir örnek. Sovyet Devrimi’nin komünist şairi Çarents’i de bugün kırpa kırpa nasıl soğana çevirdiler ve onu artık sadece cücük kalmış bir yanıyla, ulusalcı yanıyla anmaya çalışıyorlar. Garip ama gerçek işte… Yanlış adamlar, doğru adamı sahipleniyorlar… Oysa yaşamı boyunca hep devrimci kalmış, sadece devrim sırasında değil, devrim sonrası sosyalist sistemin çökmesine sebep olmuş “bürokratik yozlaşmanın” karşısında, Stalinist diktatörlüğe karşı da bayrak açmış olan bu devrimcinin ulusalcı yanı da devrimci bir öze sahip değil miydi?… bu evrensel, enternasyonalist ozanı bugün sadece bu ulusalcı yönüyle, kendi şoven ulusalcı söylemlerine malzeme yapanların kurnazlığına ne denir?”
Şimdi Hrant’ın anısına da bulaştırılmak istenen “vatanseverlik-yurtseverlik” edebiyatı ile kurnazca onu ehlileştirmeye çalışıyorlar, Nazım Hikmet’in iki mısraına tahammül edemeyen, tahrif eden solcular da dahil olmak üzere ondan kendi zihniyetlerinin bir doğrulayıcısını üretmek niyetindeler. Kimisi tapusunu nereden aldığı belli olmamakla birlikte oraya gelen on binlerin sözde Ermeni soykırımına kesinlikle karşı olduğu güvencesini vererek kendini rahatlatıyor. Aydın Engin ve Oral Çalışlar’ın hatırlatmasına rağmen bir şeyi anlamak bile istemiyorlar. Beğenirsiniz beğenmezsiniz, o bir devrimciydi, o bir sosyalistti, o bir Ermeniydi. Elbette bir insandı, insanlığı da bunların bir bileşimiydi.
Ne iyi ki doğru adamı doğru insanlar da sahipleniyor… Onu yalnızca sistemin onu köşeye sıkıştıra sıkıştıra hedef tahtası haline getirmesi, bir kurban olarak sunmasıyla değil tarih bilincimize yaptığı katkılar ve artık kim ne derse desin binlere ve on binlere en azından ulusal önyargılardan arınmış bir dünyada yaşama umudunu gösterme imkanını sağlayan söylemiyle, tarzıyla daha iyi anlıyorlar.