Squid Game dizisi hızlı bir şekilde (dijital) kültür endüstrisinin parlayan yeni yıldızı haline geldi. Öyle ki bugün artık (dijital) kültür endüstrisi makinesi bizzat sistemi sorgulayan/eleştiren yapıtların bile içeriğini oyarak, onun anlamını yersiz yurtsuzlaştırarak işlemekte. Önümüze bir yanıyla şeyleşme eleştirisi olarak çıkan ürünler, çok kısa bir sürede şeyleşmiş ürünler haline gelebiliyor. Hatta böyle bir şeyleşme sürecini arzuluyorlar veya bunu üretiyorlar.
Özellikle gezegenin aldığı hal, ekolojik kriz, toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi, dijitalleşmeyle ortaya çıkan sorunlar edebiyat, dizi ve film endüstrisi için son yıllarda eşsiz bir alan sağlıyor. Squid Game dizisini de bu süreçten ayrı tutamayız. Fakat bir farkla. Bu alanda yapılan üretimlerin büyük bir çoğunluğu bir çeşit ‘karanlık gelecek tasarımı’ ile şekillenirken, Squid Game, günümüzü, bizzat yaşadığımız distopyayı konu almakta.
Her ne kadar sembolizm, şiddetin pornografisi ve estetize edilmesi üzerine kurulan sahneler belli bir noktadan sonra diziyi izlemenin amacı haline geliyorsa da, Squid Game bize borçlandırılmış insanın imalini ve borç toplumunun çöküşünü gösteriyor. Bu neoliberal cehennem, (dijital) kültür endüstrisinin şeyleştirici işlevi içinde seyirlik bir hafta sonu eğlencesine dönüşse de, borç hem bir tahakküm, hem bir yönetimsellik, hem de bir öznelleştirme aracı olarak az veya çok yaşamlarımızı gasp etmektedir.
Borçlandırılmış İnsanın İmali
Dizi bizi ister istemez, Maurizio Lazzarato’nın borçla ilgili kitaplarını hatırlamaya teşvik etmektedir. İtalya’daki otonomist hareketin önemli düşünürlerinden olan Lazzarato, Yunanistan’daki borç krizinin ardından iki kitap kaleme alır. İki kitabının da ismi kışkırtıcı ama aynı zamanda da ürkütücüdür. İlki 2011 yılında yayınladığı “Borçlandırılmış İnsanın İmali” diğeri ise 2014 yılında hazırladığı “Borçla Yönetmek” kitaplarıdır.
Lazzarato, her iki kitabında da borcun nasıl bir çeşit iktidar dispozitifi olduğunu ve birey/toplum üzerindeki sonsuz tahakküm aracı haline geldiğini anlatır. Bu borç ilişkisi, devletlerin sonradan toplumsallaştırdığı bir kamu borcu olabileceği gibi, gündelik hayatta cebimizde taşıdığımız manyetik kredi kartı ile de şekillenebiliyor. Veya barınma, sağlık, ulaşım gibi en temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik içine girilen bir kredi ilişkisi de.
“Borçlandırılmış İnsanın İmali”nde Lazarrato, borcun basit bir alacaklı-verecekli ilişkisi olmadığını belirterek şöyle yazar:
“Borç, hem tüm toplum üzerinde bir ‘zapt etme’, ‘yağma’ ya da ‘para sızdırma’ makinesi olarak makro ekonomik idarenin ve yönergenin bir aracı hem de gelirlerin yeniden dağıtımı için bir düzenek olarak davranır. Aynı zamanda bireysel ve kolektif öznelliklerin üretimi ve ‘yönetimi’ için bir aygıt olarak işler” (Borçlandırılmış İnsanın İmali, çev. Murat Erşen, Açılım Kitap, s. 28).
Lazarrato’nun dikkat çektiği önemli iki nokta, borcun bir iktidar ilişkisi olması ve bu iktidar ilişkisinin borçlanan aleyhine bir ahlak ve öznellik üretmesidir. Yani borç aynı zamanda bireylerin, gündelik yaşamlarının yönetim aracı olarak da karşımıza çıkmaktadır. Lazarrato’nun bahsettiği “borç ahlâkı” (borcu ödemeye yönelik vaat ve borcu ödeyememe durumunda devreye girecek olan borç sözleşmesi ile ceza) tam da böylesine bir öznelleştirmeye işaret eder. Borcuna sadık kalan, zamanında ödeme yapan, vaadi yerine getirebilecek şekilde yaşamını organize eden, ‘iyi vatandaş’ olan; borcu ödeyemeyecek duruma gelindiği taktirde ise kötü vatandaş olarak cezalandırılması gereken birey haline gelmek…
Borç ahlakı, tam da biyopolitik iktidar ilişkilerinin şekillendiği bir düzlem olarak karşımıza çıkmakta. Lazarrato bu durumu şöyle açıklamakta:
“Borçlu ‘özgür’dür ama eylemleri, davranışları sözleşmeyle altına girdiği borcun tanımladığı çerçevenin sınırlarında kalmak zorundadır. Bu durum birey için olduğu gibi nüfusun tamamı ya da toplumsal bir grup için de geçerlidir. Borcunuzu ödemeye uygun bir yaşam tarzı (tüketim, iş, kamu harcamaları, vergiler vs.) benimsediğiniz ölçüde özgürsünüz” (a.g.e. s. 29-30).
İnsanın artık doğumundan ölümüne kadar “alacaklı-verecekli” ilişkisine tabii olduğunu ve sonsuz borç ile borçlandırılmış insanın imal edildiğini yazan Lazarrato yaşadığımız cehennemin tanrısını da ortaya koymaktan çekinmez: “Eskiden cemiyete, tanrılara, atalara karşı borçluysak da artık Sermaye “tanrı”sına borçluyuz” (a.g.e. s. 31).
Diziye dönecek olursak… Güney Kore’de hane halkı borcu, ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) yüzde 100’ünden daha fazlasına denk geliyor. Bu durum sürekli büyüyen bir gelir eşitsizliğiyle birlikte gidiyor. 2020 yılında genç işsizlik oranı ise %20! Bununla birlikte ülke ekonomisi, çok küçük bir azınlığı oluşturan tekelleşmiş şirketlerin kontrolünde ‘gelişiyor.’ Bu şirketlerin içinde ciddi anlamda yolsuzluğa karışan isimler de mevcut.
Dizide, Lazarrato’nun bahsettiği ‘sermaye tanrıları’ ilerleyen bölümlerde karşımıza maskeleriyle çıkıyor. Ve yine Lazarrato’nun vurguladığı borç ahlakına uymayan ‘oyuncuları’n hayatta kalma oyununu keyifle seyrediyorlar. Dizide bu sahnede olduğu gibi yer yer sınıf mücadelesinin asimetrik ilişkisi karşımıza çıkıyor.
Borç toplumlarının ve borcun bir yönetim dispozitifi olarak yeniden inşası, kuşkusuz İMF ve Dünya Bankası’nın üçüncü dünyaya ve yoksul ülkelere dayattığı, AB içinde ise Troyka’nın AB üyesi ülkelere yönelik ekonomik dönüşüm planları, krediler ve borçlandırma süreçleriyle paralellik göstermektedir. Makro alanda, devletler arasında yaşanan asimetri, tahakküm ve temellük ilişkileri; toplumsallaşarak, gündelik hayatı katederek günün sonunda borçlandırılmış toplumu ve insanı üretmektedir. Bugün yaşadığımız ve borçlandırma politikaları paralelinde derinleşen prekaryalaşma süreci, 70’lerden beri uygulanan neoliberal dönüşüm politikalarının yıkıcı ve tahrip edici bir uzantısı olarak hayatlarımızı sarmaktadır.
Squid Game’in oyuncuları
Dizide, oyuna dahil olan tüm oyuncular aslında bir istisna hali olarak belirirler. Hepsi de borç ahlakının yükümlülüklerini yerine getirememiş, günün sonunda tutamadıkları sözleri, günahları ve suçları haline gelmiştir. Borç ilişkisinin artık açık bir şekilde kişinin canı ile ödeyebileceği bir tahakküm ilişkisi olduğu ortaya çıkmıştır.
Daha ilk sahnelerde tefecilerin tehdidi ile yüz yüze kalan ana karakterimizden, borcunu ödememesi durumunda bedenine zarar verileceği söylenir. Dizinin ilk vurucu alegorisi veya metaforu burada belirir. Elinde bıçak sallayan tefeciyi, neoliberalizmin mafyalaşmış hali olarak da okuyabiliriz. Çünkü neoliberal borç toplumlarında, yaşayabilmenin tüm yolları borçlanmaktan ve borcu ödemekten geçmektedir. Borcuna sadık olmayan, borcun yarattığı ahlakın kriterlerinden sapan veya böylesine bir öznelleştirmeye yetersiz kalan kişinin sığınabileceği herhangi bir güvence mekanizması da yoktur. Bir nevi, borç ahlakında kişi artık kendi kendisini ticari bir girişim haline getirir. Bundan böyle ‘kaynakları’ yaratamamanın, işsizliğin, güvencesizliğin ve düşük ücretlerin yükünü omuzlamak zorundadır. Dizinin ilk bölümünde karşımıza çıkan tefeci mafya ile dizinin ilerleyen bölümlerindeki maskeli ‘sermaye tanrıları’ neoliberalizmin ve borç toplumunun tahakkümcü yapısının iki farklı temsili olarak karşımıza çıkmaktadır.
Squid Game’in oyuncularına geri dönecek olursak, Michel Foucault, “Rezil İnsanların Yaşamı” metninde 17.yy Fransa’sında kralın emri ile kapatılan insanların hayatlarından bahsetmektedir. Foucault metninde, kendisinin “şiir yaşam” dediği insanların nasıl da toplumdan dışlanmalarının talep edildiğini, dışlandığını ve bunun üzerinden gelişen iktidar mekanizmalarını araştırır. Bulduğu bazı kayıtlarda, ‘rezil insanların yaşam’larının toplum içinde tehdit olarak algılandığını ve kralın emri ile kapatıldıklarını yazar. “Delilik”, “kırsal yerlerde yaşam sürmek”, “karşılık beklemeden borçlar vermek”, “kıt aklı ile bilinmedik rotalarda gezinmek” ya da “dinden çıkmış keşiş”, “oğlancı”, “başı boş bırakılmaktansa zapt edilmesinden fayda olan iğrenç canavar” rezil insanların bazı özellikleridir (Michel Foucault, Rezil İnsanların Yaşamı, çev. Emre Koyuncu, Norgunk yay., s. 16).
Foucault, kralın emriyle ‘rezil insanların’ kapatılmasının ilk kez nüfusun dini-ahlaki yasalarla değil de doğrudan kayıt altına alınarak, idari bir merci ve kayıt mekanizması ile kontrol altına alınmaya başladığını belirtir:
“Yoksulluk ve yapılan hatalar gibi ufak sıkıntılar artık o zar zor duyulan itirafın sırdaşlığıyla semaya gönderilmeyecektir: bunlar dünyada yazılı izler halinde birikecektir. Bu, iktidar, söylem ve gündelik olan arasında bütünüyle farklı bir ilişki, gündelik olanı yönetmek ve formülleştirmek için bütünüyle farklı bir yoldur. Sıradan yaşam için yeni bir mizansen doğmuştur” (a.g.e. s. 28).
Foucault bununla da kalmaz ve iktidarın sadece casusluk, tespit etmek veya yasaklayıp cezalandırmak misyonunun olmadığını, onun aynı zamanda “körüklemekte, tahrik etmekte ve üretmekte” olduğunu da ekler. “İktidar basitçe göz ve kulak değildir; iktidar, eyleme geçirir ve konuşturur” (a.g.e. s. 36).
Squid Game de aslında bize “rezil insanların yaşamlarını” anlatmaktadır. 17.yy’ınkini değil, 21.yy’ın neoliberal borç tahakkümünün altında çaresizlikte boğulan, toplumun kıyısında yaşayan, karşılığını ödeyemeyecek borç ilişkilerine girmeye mahkûm bırakılan, kırılganlaştırılan, güvencesizleştirilen ve sermaye tanrılarının uzuvları tarafından mutlak bir zapturapt altına alınan insanların yaşamlarını. Borcun istisna hali olmaktan çıkıp kural haline geldiği, bir nevi sonsuz borca dönüştüğü koşullarda, “rezil insanların yaşamı” veya Agamben’den yola çıkarak söyleyecek olursak, ‘kutsal insanlar’ kurban edilmesinin yasak olduğu ama öldürülmeleri durumunda da öldürenlerin cezalandırılmayacağı bir bağlamda yaşamaktadırlar (Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, s. 92).
İnsan doğası, kamp ve sınıf mücadelesi
Squid Game’in oyuncularının tümü suçludur. Çünkü borç ahlakının buyruklarını yerine getirememiş, her şeylerini kaybetmiş, ‘yoldan’ çıkmış ve iflas etmiş bireylerdir. Hepsinin hayatı rezildir. Öyle ki gittikçe prekaryalaşan toplumlarımızda hepimizin hayatı bir nebze rezildir, güvencesizliğin derinleştiği, gelecek tahayyülünün sislerle kaplı bir boşlukta bedene gelmediği bir dönemde hepimizin hayatı bir parça ‘kutsal insanın’ hayatından izler taşımaktadır.
Aynen 17. yy’daki rezil hayatlara yapıldığı gibi Squid Game’in oyuncuları da ilk olarak kapatılırlar. Kapatıldıkları yer aslında bir nevi -Agamben’in Kutsal İnsan kitabında gönderme yaptığı- kamptır! Dizi boyunca, kameralarla çevrili, labirent yapısıyla kaçmanın neredeyse imkânsız olduğu bu kamp-mekânın farklılaşan temsillerini görürüz.
Renkli ve cıvıl cıvıl duvar kağıtlarıyla kaplanan oyun alanları ile yine aynı alanlarda gerçekleşen ölüm sahneleri kapitalizmin ilizyonlarına bir gönderme olarak da okunabilir. Kitle iletişimi, kültür endüstrisi, reklamlar veya göz boyayıcı birçok mekan kitlelerin büyülenmesi, kendisini güvende hissetmesi ve daha fazla tüketmesi için gün 24 saat anlam üretmektedir. Bu anlamda oyun alanlarının renkli ve ‘şirin’ yapısı ile oyunlarda başarısız olanların öldürülme sahnelerinin yarattığı karşıtlık etkisi dizideki etkileyici metaforlardan biridir.
Neoliberalizmin vazgeçemediği isim: Hobbes
Bir başka temsil ise insan doğasına dair. Tüm diziye Hobbesçu “insan insanın kurdur” ve insan özünde kötüdür anlayışı hâkim olmakta. İnsan doğasına dair mutlak kötücül okuma ve temsil neredeyse tüm distopya film ve dizi üretimlerinde kendisini göstermektedir. Neoliberalizm tekrar tekrar farklı konseptlerde karşımıza çıkarttığı, küresel müesses nizamın vazgeçilmezi, Thomas Hobbes, Squid Game’de de hortlatıldı. İnsan doğasına dair özcü ve habis okuma, dizi boyunca devam eder. Fakat dizinin ilerleyen bölümlerinde oyuncular takımlar haline gelirler. Her ne kadar burada da takımlar arasında bir rekabet ve iyi-kötü ikiliği ortaya çıkartılmışsa da dayanışma ve ortaklaşma yönünde oyuncuların bir çabası oluşur. Oyuncular tam “ne güzel takım olduk” derken, misket oyununda takım arkadaşlarının elenmesine -yani öldürülmesine- dair bir kural ile karşı karşıya kalırlar.
Bu sahneyi neoliberalizmin tüm ortaklıkları, kolektifliği ve dayanışmayı öldürerek, bireyselliği mutlak kılmasının temsili olarak okuyabiliriz. Oyunu oynayan kişiler, oyunun kuralları gereği, bireyselleşme, yalnız kalma ve ‘bireysel kurtuluş’ mottolarını takip etmek zorundadır. Aynen neoliberal ideolojinin sürekli ürettiği bireysellikler, kişisel kurtuluşlar ve rekabetler gibi. Dizinin yazarının niyetinden bağımsız bir şekilde, misket sahnesi, neoliberalizmin insan doğası üzerindeki hegemonyasının ve öznellik üretiminin bir metaforu olarak anlaşılabilir. Burada da insan doğasına dair tartışmalı sulara yol alabiliriz. Oyunun kuralları değişmeden, yani sistemin kendisi değişmeden, insan doğasını değiştirebilir miyiz? Yani insan doğası özünde iyi veya kötü değil, ama tarihsel ve maddi iktidar ilişkileri içerisinde belirlenmiş, şekillenmiştir diyebiliriz. Eğer borç, bir nevi öznellikler yaratımı, iktidar da eyleme geçirici bir güç ise, insan doğası tabii ki bu öznelliklerden ve güçten nasibini alacaktır. Bu konuyu Lazarrato’nun “Borçlandırılmış İnsanın İmali” kitabından bir alıntı ile kapayalım:
“Eyleme geçmenin koşulu olan güven, herkesin herkese karşı güvensizliğine dönüşmüş ve ardından ‘güvenlik’ talebinde kristalleştirilmiştir. Özel borçların devridaimi, bencil ve bireysel menfaatlerin bir devridaimidir. Başkasını tanıma kisvesi altında, başlangıçta bir güvensizliği varsayar, çünkü başkası bir hasım, bir rakip ve/veya bir borçludur” (a.g.e. s. 53).
Ssangyong Motor Fabrikası’ndaki grev
Dizideki en etkileyici sahnelerden biri de, karakterimizin arkadaşını bir fabrikadaki grevde kaybettiğini anlatmasıdır. Oyuncuların kapatıldıkları, birbiriyle kavga ettikleri koğuşta birdenbire grev görüntüleri belirir. Ana karakterimiz, yıllar önce arkadaşının polisler tarafından fabrika grevinde dövülerek öldürüldüğünü anlatır. Koğuşun ortasında beliren görüntüler oyuncuların birbirleriyle kavga ettiği Hobbesçu mekânı, birdenbire sınıf mücadelesinin ve kolluk kuvvetlerinin işçilere şiddet uyguladığı bir mekân haline dönüştürür. Buradaki geçiş önemlidir. Çünkü sınıf mücadelesinin yenildiği ve devletin şiddet ile toplumsalı ezdiği yerde, Hobbesçu yasalar işlemeye başlar. Hobbesçu mekân bir anlığına sınıf mücadelesi mekanına dönüşür fakat sonra yine Hobbesçu karakterini edinir. Söz konusu olay ise dizinin senaristini böyle bir dizi yapmaya iten, 2009 yılındaki Ssangyong Motor Fabrikası’ndaki grevdir. İşçilerin işgal eylemleri yaptığı ve yoğun polis şiddeti altında meydan gelen grevde, bir işçi polis şiddetiyle öldürülmüştür. Burada da klasik distopya üretimlerindeki kurgu/gelecek yerini geçmiş/olay ile değiştirir. Aslında mesaj çok da bulanık değildir. Neoliberalizm=distopya!
Squid Game’in “Kutsal İnsanları”
Agamben, kampı geçmişte kalmış bir tarihsel sapma değil, günümüzde de görünür ve görünmez sınırlarla tezahür edebilecek bir mekanizma olarak görür. Kampın, kendine ait yasal düzenlemeleri, uygulamaları, politik uzamı ve gizli bir yapısı vardır. Dizide de aslında şahit olduğumuz şey bir çeşit kapatılmadır. Kampın kendine dair bir sözleşmesi -aynen borç sözleşmesi gibi- vardır. Herkes gözetim altındadır, yemek, uyku ve oyun saatleri bellidir. Herkes toplumsal statülerinden sökülüp alınmış, birer oyuncu numarasıyla kodlanmıştır. Artık sadece iktidar ile saf hayat (Kutsal İnsan) karşı karşıyadır. Oynatanlar ve oynayanlar! Herkes birbirinin ölümünün tanığı ama bir yandan da suç ortağıdır. Çünkü kamp, buna göre organize edilmiştir. Verili kuralların dışında ama kendi kuralları olan bir hayatta kalma mekânı. İşte dizideki oyuncular böyle bir kampın içinde, kapatılanlardır. Dizinin ikinci bölümünde oyundan vazgeçen oyuncular gündelik hayata döndüklerinde, borç yükü ile yaşayamayacaklarını ve böyle bir hayattansa bir ‘kampa’ geri dönüp oyuna dahil olmayı tercih ederler. Çünkü dışarıdaki hayat ile ‘kamp’taki hayat arasında çok bir fark yoktur, sınırlar bulanıklaşmış, içerisi ve dışarısı mefhumu ortadan kalkmış, gündelik hayatın sıradanlığı ile kampın cehennemliği, her şey kaynaşmıştır. Tersten okuyacak olursak, gündelik hayat bir kampa dönüşmüştür.
Bu durumu Thomas Lemke Biyopolitika kitabının Agamben kısmında şöyle işliyor:
“Agamben’in (…) biyopolitika çözümlemesi (…) dışlanmayla ilgili toplumsal süreçlerle karşı karşıya kalanların, yani ‘yararsız’, ‘gereksiz’, ‘fazlalık’, olanların hepsini kapsar. Geçmişte bu figürler yalnızca periferik mekânlarda ikamet etse de bugünün küresel ekonomisinde söz konusu dışlama biçimleri refah devletinin yıkılmasından ve emek ekonomisinin bunalıma girmesinden ötürü yalnızca toplumsal sorunların yeni yeni ortaya çıktığı sanayileşmiş merkezlerde bulunabilir” (Thomas Lemke, Biyopolitika, çev. Utku Özmakas, İletişim Yayınları, s. 86).
Böylece dizide toplumdan dışlanan “gereksiz” ve “fazlalıkların” sadece bir kampa dahil olduğunu görmeyiz. Aynı zamanda bu kesimler için yaşamın kendisinin görünmez sınırlarla örülü bir kamp haline geldiğini de çıkarsayabiliriz.
Yaşadığımız Distopya
Squid Game’in işlediği konu her ne kadar Güney Kore özeline dair olsa da aslında küresel bir meseleyi ortaya koymakta. Neoliberalizmin otoriterleşmesi, borç toplumlarının yaşadığı değerler krizi ve kapitalizmin yok ettiği toplumsallığın yerine giderek çoğalan ‘atıklar’, ‘fazlalıklar’ üretmesi. Prekaryalaşma sadece ekonomik olarak değil tüm gündelik hayatı katederek preker yaşamlar üretmektedir. Sonsuz borç ise böyle bir yaşamın cehennem kazanı halini alıyor.
Günün sonunda birçoğumuz potansiyel birer “gereksiz” – “fazlalık” veya 17. yy kütüklerine geçtiği gibi “başı boş bırakılmaktansa zapt edilmesinden fayda olan iğrenç canavarlar” olma potansiyeli taşıyoruz. Bu zapt etme işlevi uzunca bir süredir borçlandırılarak gerçekleştiriliyor. Yaşadığımız distopya, dizinin sonundaki gibi vicdan sahibi olan kişilerin “yüreklere su serpen” bireysel çabası ile alt edilemeyecek.
Neoliberalizm sadece yıkarak değil aynı zamanda üreterek de kendisini var ediyor. Değerler, öznellikler ve yabancılaşmalar üreterek… Evet çok zor, ama iktidarın üreticisi olduğu değerler karşısına, dayanışmacı ve özgürlükçü değerler üreten bir siyaset ve felsefe ile çıkamadıkça işimiz daha da zor olacak.
Peki günün sonunda Squid Game dizisi hangi değerlerin ve anlamların üretimine katkı sağlıyor? Ne yazık ki, benzeri popüler Netflix yapımları gibi Squid Game de kültür endüstrisinin kâr arayışının müsaade ettiği eleştirelliğin sınırlarını aşamıyor, o da oyunu mutabık kalınan kurallara göre oynuyor. Bu yapıtların etkisi altında kalan kişiler ise günün sonunda ‘başka bir gelecek’ düşü büyütme yerine, ‘şimdi’nin kolaycı maraziliğine sıkışıp kalmakta, bunu dert etmemekte. Squid Game’in gösterdiği şey herkesi etkilemiş olabilir. Fakat öte yandan mesele göstermediği, bilince gelmesini istemediği, oyuna ve gösteriye dahil etmekten sakındığı şeyde yatmakta: Özgürlükçü bir gelecek tahayyülünde!