İmdat Freni

Sosyalist Strateji ve Parti – Gilbert Achcar

Bu metin, Gilbert Achcar’ın Güney Afrika’daki Anti-kapitalist Gelecek için Diyaloglar adlı girişim için sunduğu “Marksizm, sosyalist strateji ve parti” başlıklı konuşmasının dökümüdür. Konuşmasında Achcar, Marx’tan günümüze parti anlayışlarının ve bunun günümüzdeki sosyalist strateji üzerindeki etkilerinin izini sürüyor. Bu transkript, Gilbert Achcar tarafından gözden geçirilmiş, düzenlenmiş ve tamamlanmış halidir. Konuşmanın orijinal video kaydına buradan ulaşabilirsiniz.

Beni bu toplantıya davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Bir Senegalli olarak doğup büyüdüğüm kıta olan Afrika’dan yoldaşlarla bu konuları tartışmak benim için büyük bir şans.

Toplantının düzenleyicileri tarafından tanımlanan “Marksizm, sosyalist strateji ve parti” konusu oldukça geniştir. Çok sayıda vakayı ve çok çeşitli durumları kapsamalarına rağmen, bu konuların her biri tekildir. Herkesin bildiği gibi çokça “Marksizmler” vardır; her akım kendisinin tek gerçek ve özgün olanı olduğuna inanmakla birlikte… Ve kesinlikle birçok olası sosyalist strateji vardır, çünkü stratejiler normalde her ülkenin somut koşullarına göre belirlenir. Her yerde aynı olabilecek küresel bir sosyalist strateji olamaz. Aynı şekilde her vakit ve her ülke için geçerli olan tek bir parti anlayışı da yoktur diyebilirim. Stratejik ve örgütsel meseleler yerel koşullarla ilintilendirilmiş olmalıdır. Aksi takdirde, Lev Troçki’nin yerinde bir şekilde “bürokratik olarak soyut enternasyonalizm” dediği şeye sahip olursunuz ve bu her zaman çok steril olur. Bunu aklımızda tutalım.

Tartışmamız Marksist bir çerçeveye bağlı kaldığından dolayı, Marksizmin tarihi boyunca geliştirilen birkaç kavramı tartışıp, artık epeyce uzun diyebileceğimiz Marksizm deneyiminden dersler çıkararak birkaç sonuca varmaya çalışacağım.

Marx ve Engels, Komünist Manifesto ve Birinci Enternasyonal

Birleşik bir teorik ve pratik siyasal yönelim olarak Marksizmin doğuşunu, 1848’de çıkan Komünist Parti Manifestosu ile tarihlendirebiliriz. Bu, bizi, içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl ile Marksizmin doğduğu zaman arasındaki koşulların devasa değişimi üzerine düşünmeye zorlayan uzun bir tarihtir. Marx ve Engels, Marksizmin politik bir hareket olarak bu kurucu belgesinden başlayarak, en başından itibaren çok fazla esneklik gösterdiler. Manifestoda, komünistlerin diğer işçi sınıfı partileriyle ilişkisi üzerine olan bölüm iyi bilinir ve oldukça önemli ve ilginçtir, çünkü bu bölüm, henüz başlangıç ​​aşamasında, doğmakta olan Marksist teoriye bağlı siyasi düşüncenin çerçevesini çizer. Bu bölüm, Marksist perspektifin erken dönem bir ifadesidir ve bu nedenle de kuşkusuz mükemmel değildir. Ancak yeni bir küresel siyasi perspektifin çizilmesi açısından çok önemli tarihi bir belgedir. Siyasi bir “manifesto” olarak düşünüldüğünde, eylemle oldukça ilintilidir.

İçinde şu ünlü satırları okuruz: “Komünistler bir bütün olarak proleterlerle nasıl bir ilişki içindedir? Komünistler, diğer işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar.” Bu elbette, belgenin başlığının bizzat Komünist Parti Manifestosu olduğu düşünüldüğünde, komünistlerin kendilerine ait bir parti kurmayacakları anlamına gelmez. Aslında, Almanca orijinalin daha doğru bir çevirisi şöyle olurdu: “Komünistler, diğer işçi sınıfı partileri karşısında özel bir parti değildir.” (“Die Kommunisten sind keine besondere Partei gegenüber den andern Arbeiterparteien.”) Burada asıl vurgulanan, Komünist Parti’nin işçi sınıfının diğer partilerinden farklı olmadığıdır. “Diğer işçi sınıfı partileri” ile ne kastedildiği birkaç satır sonra açıklığa kavuşur, ancak komünistlerin onlara “karşı” olmadığı fikri hemen ardından açıklanır.

“Onların”, yani komünistlerin, “proletaryanın bir bütün olarak çıkarlarından ayrı ve harici hiçbir çıkarları yoktur.” Bir başka deyişle, komünistler kendi gündemi olan kendine özgü bir sekt oluşturmazlar. Tüm proleter sınıfın çıkarları için savaşırlar. Onlar proletaryanın ayrılmaz bir parçasıdır ve kendi çıkarları için değil, proletaryanın sınıf çıkarları için savaşırlar. Bu gerçekten çok önemli bir konu, çünkü tarihten biliyoruz ki birçok işçi sınıfı partisi, belirli çıkarları temsil eden bloklar şeklinde, bir bütün olarak sınıftan koptu. Tarih böyle örneklerle yüklüdür.

Dolayısıyla komünistlerin, bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve harici çıkarları yoktur. Sınıfın özlemlerinden ayrı kendi sekter ilkeleri olamaz. O halde komünistlerin ayırt edici özelliği nedir? “Onlar, diğer işçi sınıfı partilerinden yalnızca bununla ayrılırlar” –  cümlesini iki nokta takip eder:

  1. Enternasyonalist bakış açısı ya da “Farklı ülkelerin proleterlerinin ulusal mücadelelerinde [komünistler] tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve onları öne çıkarır” anlayışı. Proletaryanın milliyetten bağımsız çıkarları olan (“von der Nationalität unabhängigen Interessen”) küresel bir sınıf olduğu fikri Manifesto’daki komünistlerin alamet-i farikasıdır.
  2. İşçi sınıfı mücadelesinin nihai hedefinin – toplumun dönüştürülmesi ve kapitalizmin ve sınıf ayrımının ortadan kaldırılması – takibi. Burjuvaziye karşı mücadelenin çeşitli aşamalarında komünistler bu uzun vadeli perspektifi temsil ederler. Nihai hedefi her zaman akıllarında tutarlar ve parçalı mücadelelere veya kısmi taleplere saplanarak nihai hedefi asla gözden kaçırmazlar.

Bunlar, işçi sınıfının bir kesimi, işçi sınıfı içinde bir grup veya parti olarak tüm sınıfın çıkarları için savaşan komünistlerin iki ayırt edici özelliğidir. Bunun hem pratik hem de teorik sonuçları vardır. Pratik düzeyde, komünistler “her bir ülkenin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve kararlı kesimini” oluştururlar. Siyasi pratikte en kararlı olanlardır, çünkü hareketi her zaman ileriye, daha fazla radikalleşmeye doğru iterler. Teorik düzeyde, analitik perspektifleri sayesinde komünistler, çeşitli mücadeleler hakkında geniş ve kapsamlı bir anlayışa sahiptir. En azından oynamayı diledikleri rol budur.

“Komünistlerin acil amacı, diğer tüm proleter partilerinkiyle aynıdır.” Ortaklığa yapılan bu yinelenen vurgu önemlidir; biz komünistlerin -ki burada Marx ve Engels yazıyor- tek proleter parti değil, proleter partilerden biri olduğumuz fikri… Komünistlerin işçi sınıfının tek partisini teşkil ettiği ve başka hiçbir partinin sınıfı temsil etmediği şeklindeki sekter iddia, kesinlikle burada savunulan anlayış değildir.

Peki komünistlerin diğer proleter partilerle paylaştıkları acil amacı nedir? Bu soruya verdikleri cevap, Marx ve Engels’in diğer proleter partilerle ne demek istediklerinin iyi bir emaresidir. Bu amaç, “proletaryanın bir sınıfa dönüştürülmesi, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesidir.” Bu hedefler, iki yazarın proleter partilerle ne demek istediğini tanımlar. Ve “komünistler, diğer işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar” (veya diğerlerine nazaran özel bir parti) diyen baştaki cümleye ışık tutarlar. İşçi sınıfı partileri ile Marx ve Engels, bu amaçlar için savaşan tüm partileri kastetmiştirler: sınıfın siyasal inşası, burjuva egemenliğinin devrilmesi ve siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi.

Bunun ötesinde, Marx ve Engels’in siyasi biyografilerinin ve yazılarının açıkça gösterdiği şey, genel bir parti teorisine sahip olmadıklarıdır; böylesi genel bir teori geliştirmekle ilgilenmiyorlardı. Bunun nedeninin başlarken vurguladığım nokta olduğuna inanıyorum: parti, sınıf mücadelesi için, devrimci mücadele için bir araçtır ve bu araç farklı koşullara uyarlanmalıdır. Bütün zamanlar ve ülkeler için geçerli genel bir parti kavrayışı olamaz. Sınıf partisi, dünya çapında aynı modele sahip bir dini mezhep değildir. Her dönemin ve ülkenin somut koşullarına uyması gereken bir eylem aracıdır.

Bu mevcut koşullara uyarlama fikri, Marx’ın ve Engels’in siyasi tarihinde sürekli olarak yürürlükte idi. Çabucak fazla sekter buldukları, Blanquist bakış açısına daha yakın olan bir grupla erken siyasi angajmanlarından, Avrupa’nın 1848’de tanık olduğu devrimci dalganın ışığında 1850’de ifade ettikleri daha incelikle işlenmiş görüşe kadar… Almanya’ya odaklanan ünlü bir metinde, “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”nda, iki arkadaş, komünistleri, kendilerinin Komünist Manifesto’da ana hatlarını çizdikleri yaklaşımı aynen uygulayanlar olarak tanımladılar: devrimci süreci ilerletmek için çabalayanlar ve proletaryanın diğer sınıflardan ayrı örgütlenmesini savunanlar.

Bu amaçla işçi kulüplerinin kurulması çağrısında bulundular. Jakobenler gibi siyasi kulüplerin kilit aktörlerden olduğu Fransız Devrimi örneğini akıllarında tutuyorlardı. Aynı şeyi 1850’de Almanya için savundular; ancak bu sefer, sürekli olarak burjuva ya da küçük-burjuva demokratları aşmayı taktik edinmiş proleter kulüpler (bugün kitle partisi diyeceğimiz şeyi oluşturan)… Proletarya partisi, devrimci süreci ileriye götürmek, onu kesintisiz bir sürece dönüştürmek için bunu yapmalı idi: “sürekli devrim” o ünlü belgede kullandıkları terimdir.

Marx ve Engels daha sonra, Birinci Enternasyonal’in 1864’te kuruluşuna kadar, resmi olarak bir siyasi örgüte dahil olmadan zamanlarını geçirdiler. O dönemde kendilerine atadıkları rol, ulusal bir örgüte dahil olmaktansa, doğrudan uluslararası düzeyde hareket etmekti. Birinci Enternasyonal farklı akımlardan oluşan geniş bir yelpazeyi bir araya getirdi. Anarşistler ve tabii ki Marksistler ile birlikte bugün sol reformistler olarak adlandırabileceklerimizin de dahil olduğu yekpare olmayan bir yapıya sahipti. Anarşistlerin kendileri esas olarak iki farklı akımdan oluşuyordu: Fransız Proudhon’un takipçileri ve Rus Bakunin’in takipçileri. Böylece, dönemin arkaik dilinde resmi adı “Uluslararası Emekçiler Birliği” (International Workingmen’s Association) olan Birinci Enternasyonal’e çeşitli eğilimler ve işçi örgütleri katıldı.

Birinci Enternasyonal, Paris Komünü ile doruğa ulaştı. 18 Mart 1871’de başlayan ve yaklaşık iki buçuk ay sonra kanlı bir baskınla son bulan Parisli emekçi kitlelerin, işçilerin ve küçük burjuvazinin ayaklanması olan Paris Komünü’nün 150. yıl dönümünü bu yıl kutluyoruz. Bu trajik sonuç, gerileme dönemlerinde sıklıkla rastlanan, hizip içi çatışmalarda keskin bir artışın ardından Enternasyonal’i sona erdirdi.

İkinci Enternasyonal, Sosyal Demokrasi, Lenin ve Luxemburg

Sonraki aşama, Marx ve Engels’in İngiltere’den çok yakından takip ettiği Alman sosyal demokrasisinin ortaya çıkışıydı. Marx’ın ünlü metinlerinden biri, Almanya Sosyalist İşçi Partisi’nin 1875’teki kuruluş kongresinden önceki taslak programı üzerine bir yorum olan Gotha Programının Eleştirisi’dir.

Daha sonra, 1883’te Marx’ın ölümünden sonra, 1889’da Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılında İkinci Enternasyonal kuruldu. Engels hâlâ faaldi; altı yıl sonra ölecekti. Böylece Marx ve Engels, yaşamları boyunca çok çeşitli örgüt türlerine katkıda bulundular. Enternasyonalleri düşünün, Birinci ve İkinci: İkinci, Birinci’de yer alan gruplardan oldukça farklı olan kitlesel işçi partilerini kapsıyordu ve daha dar bir siyasi görüş yelpazesini ihtiva ediyordu. Tartışmaya oldukça açık olmasına rağmen, anarşistler saflarında hoş karşılanmıyordu. İkinci Enternasyonal, 19. yüzyılın sonu itibariyle çoğu Avrupa ülkesinde yasal olarak yürütülmesi giderek mümkün hale gelen, sendikalardan seçimlere kadar tüm sınıf mücadelesi biçimlerinde yer alan kitlesel işçi partilerine dayanıyordu.

Kitle mücadelesine katılan bu işçi partileri, küçük bir aydın devrimci grubun darbe yoluyla iktidarı ele geçirebileceği ve iktidarı ele geçirdikten sonra kitleleri yeniden eğitebileceği fikrine dayanan Blanquism’in eleştirisinin bağlamında ortaya çıktılar. Fransız Devrimi ile gelişen radikal akımlardan birinden doğan bu bakış açısı, Marx ve Engels tarafından aldatıcı (illusory) olarak şiddetle eleştirilmiş ve onların derinden demokratik olan devrimci değişim anlayışlarının karşısına konmuştu.

Marx ve Engels’in yaşadıkları dönemden beri Marksizm, bildiğimiz gibi, çeşitli sürümlerden (avatars) geçti, ancak yirminci yüzyılda en baskın olanı tartışmasız Rus modeliydi. Daha spesifik olarak, bahsettiğimiz model, İkinci Enternasyonal’in bir seksiyonu olan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik fraksiyonu tarafından geliştirilen Marksizmin bir çeşidiydi. Partinin 1912’de bölünmesinden sonra, hem Bolşevik hem de Menşevik kanat, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kısa süre sonra krize girecek olan Enternasyonal’e bağlı kaldı.

Rusya’daki koşullar, elbette, Fransa ya da Almanya’nın ya da Enternasyonal’in geniş seksiyonlarının bulunduğu diğer çoğu ülkenin koşullarıyla karşılaştırıldığında oldukça istisnaiydi. Rusya, kısa dönemler dışında hiçbir siyasi özgürlüğe izin vermeyen çok baskıcı bir devlet olan çarlık tarafından yönetiliyordu. Rus devrimcileri siyasi polisten saklanarak çoğu zaman yeraltında çalışmak zorunda kaldılar.

Leninizmin bir parti teorisi olarak doğuşu bu çok özel koşulların ışığında düşünülmelidir. Bir parti teorisi olarak Leninizm, geçen yüzyılın hemen başında doğdu, ilk büyük belgesi Lenin’in Ne Yapmalı? (1902) kitabı idi. Bu kitap, büyük ölçüde tarif ettiğim koşulların meyvesi olan bir örgüt ve mücadele anlayışı sunuyordu: “komplocu” (conspiratorial) bir şekilde hareket eden profesyonel devrimcilerin yeraltı partisi. O zamanın koşullarında devrimcilerin faaliyet gösterebilmelerinin tek yolu buydu Rusya’da.

Yine de Lenin’in konuyla ilgili düşüncesinin evrimini incelediğimizde, 1905 Devrimi’nden sonra, işçi sınıfı kitlelerinin kendiliğinden radikalleşme potansiyelinin daha iyi bir değerlendirmesine yönelik bakış açısını değiştirdiğini görüyoruz. Başlangıçta işçilerin kendiliğinden eğilimlerinin ancak sendikacı bir perspektifin sınırları içinde kalacağı konusunda ısrar ederken, 1905’ten sonra işçi sınıfı kitlelerinin bazı anlarda herhangi bir örgütten daha devrimci olabileceğini anladı – kendi örgütü de dahil!

Ancak bu, Menşevikler ve Bolşevikler arasında 1905’ten önce parti anlayışı hakkında ortaya çıkan anlaşmazlığı çözmedi: Partinin üyeliği ne kadar büyük olmalı? Üyelik için hangi koşullar olmalıdır? Tüm parti üyeleri günlük siyasi faaliyetlere tamamen katılmalı mı, ya da aktif katılım düzeyleri ne olursa olsun üyelik aidat ödeyen destekçileri içermeli mi? Bu tartışma 1903’te kızışmıştı. Ancak yıllar sonra, 1912’de parti bölündüğünde, en ciddi ayrılık örgütsel olmaktan çok politikti -liberal burjuvaziye karşı tutum-. Bu, Ne Yapmalı?’da ifade edilen parti anlayışına çok eleştirel yaklaşan Troçki gibi birinin, siyasi olarak Bolşeviklere hala daha yakın olan tutumunu açıklıyor. Dolayısıyla, 1912’den sonra her iki kanada karşı uzlaştırıcı duruşunu, bu farklı konularda her biri ile hem hemfikir olduğu ve hem de aynı fikirde olmadığı için.

Aynı dönemde aslında Rosa Luxemburg Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni Lenin’den daha fazla eleştiriyordu. Lenin partiyi bir model ve temel ilham kaynağı olarak görürken, Rosa Luxemburg parti liderliğini soldan eleştiren en önde gelen kişi idi. Lenin’in parti anlayışını da eleştiriyordu, çünkü işçi sınıfı kitlelerinin devrimci potansiyeline ve devrimci zamanlarda sosyal demokrat partinin liderliğini kuşatma yeteneklerine dair esaslı bir inanca sahipti.

Buraya kadarki kısa ve kısmi kuşbakışı, işçi partisi ve onun rolüne ilişkin kavrayışlarda karmaşık bir çeşitliliğin var olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu gerçeklik, bu çeşitli görüşlerin sahiplerinin dayandığı farklı ülkelerin farklı koşullarının dikkate alınmasını daha da önemli kılıyor. Bolşevik partisi 1917’de büyük bir kitle partisine dönüştü. 1917’deki radikalleşme ve devrimci süreç sırasında parti, Rusya işçi sınıfının büyük bir kesimini ve Rus Devrimi’nin toplumsal tabanının diğer bileşenlerini kazandı: askerler, köylüler ve diğerleri. Parti, süregiden kitlesel radikalleşmeyi özümsemek için saflarını genişçe açtı. Burada, değişen koşullara intibak etmek için gerekli olan örgütsel biçim esnekliğinin yürürlükte olduğunu görüyoruz.

Genellikle Leninizme atfedilen “demokratik merkeziyetçilik” formülü aslında Lenin’den gelmedi. Tartışmada demokrasi ve eylemde merkeziyetçiliğin birleşimini işaret ederek Alman sosyal demokrasisinin örgütsel işleyişini özetlemektedir. Bu ifade tartışmayı engellemek için değildi. Aksine, ifadenin demokratik yarısına vurgu yapılmıştı. Çarlık Rusya’sının zorlu koşullarında bile, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin her kanadında her zaman birçok tartışma, açık anlaşmazlıklar ve örgütsel hiziplerin oluşumu vardı. 1917’de koşullar değiştiğinde, tartışmalar Rusya’nın kendi içinde açık hale geldi.

Ancak daha sonra – 1921’de, iç savaştan kaynaklanan zor koşullar bağlamında – Komünist Parti’de (Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik kanadının varisi) hizipler yasaklandı. Ölümcül bir hata olduğu daha sonra kanıtlanacak bir karar… Bu karar herhangi bir sorunu çözmedi; ancak partinin bir fraksiyonu, liderliğindeki bir grup tarafından partinin tam kontrolünü ele geçirmek ve her türlü muhalefeti ortadan kaldırmak için kullanıldı. Bu, Stalinist mutasyonun başlangıcıydı.

1924’te Stalin, Leninizmi yeniden tanımladı ve onu bir dizi dogma olarak kutsallaştırdı. Bu yaklaşım gayet merkeziyetçi ve demokratik olmayan bir parti anlayışını içeriyordu: parti ve liderlik kültü, çelik disiplin, hiziplerin ve dolayısıyla parti içinde örgütlü tartışmanın yasaklanması. İşte burada, “proletarya diktatörlüğünün” aygıtı olarak parti anlayışı dile getirildi; bu sadece Marx ve Engels’e değil, aynı zamanda Lenin’in Devlet ve Devrim’i (1917) gibi bir kitaba bile yabancı bir görüş idi. Bu kitapta, bu diktatörlüğün tanımında bile partiden bahsedilmiyor (bu bir bakıma aslında bir sorun, kitabın devrimden sonra partilerin haklarını ve rolünü tartışması gerektiğinden dolayı). Ancak kilit nokta, partinin proletarya diktatörlüğünü somutlaştırdığı fikrinin o dönemde ağırlıklı olarak Leninizm olarak kabul edilen şeyin bir parçası haline gelmesidir.

Gramsci, Mevzi ve Manevra Savaşı

Marksizmin çeşitli sürümlerinin gelişmesi gibi, çeşitli Leninizmler de olmuştur: az önce tanımladığım Stalinistlerin Leninizmi ve özellikle kendilerini Troçkist olarak adlandıran gruplar arasında diğer Leninizmler. Troçkist versiyonların bazıları aslında Stalinist versiyona oldukça yakındı; karşı tarafta ise, Leninizmi Rosa Luxemburg’un perspektifine oldukça yakın olan Belçikalı Marksist Ernest Mandel gibi birini buluyoruz.

Rus Devrimi’nden sonra gelişen oldukça ilginç bir yaklaşım, ünlü İtalyan Marksist Antonio Gramsci’ninkidir. Avrupa’da gelişen olayları değerlendirirken Gramsci, Rusya’nın koşulları ile Batı Avrupa’nın koşulları arasındaki farkı vurguladı. Burada yine başlangıç noktamıza dönüyoruz: koşullar, her ülkenin ve bölgenin somut durumu. Batı Avrupa’da liberal demokrasi, burjuva “hegemonyası”na eşlik etti. Burjuvazi, yönetmek için yalnızca güce değil, aynı zamanda halk çoğunluğunun rızasına da dayanıyordu.

Ve Gramsci’ye göre basitçe Rus deneyimini kopyalamak yerine bu temel fark hesaba katılmalıdır. Batı’nın kendine özgü koşullarında, işçi partisi bir karşı hegemonya kurmaya, yani burjuva ideolojik tahakkümden kopuşta çoğunluğun desteğini kazanmaya çalışmalıdır. Liberal demokratik koşullar altında, partinin seçimler yoluyla burjuva devletinin içindeki konumları ele geçirmesine izin veren bir mevzi savaşı vermelidir. Bu mevzi savaşı manevra savaşının başlangıcıdır, askeri stratejiden ödünç alınan bir ayrım… Bir mevzi savaşında, silahlı bir kuvvet mevzilere ve kalelere yerleşir, oysa manevra savaşında birlikler düşmanın topraklarını işgal etmek ve silahlı kuvvetlerini kırmak için harekete geçer. Bu nedenle, tipik Batı koşullarında, işçi partisi, uzatmalı bir mevzi savaşı tasavvur etmelidir, bir yandan gerektiğinde ve zamanı geldiğinde manevra savaşına geçmeye kendini hazırlarken…

Partinin Materyalist Kavrayışı, İnternet

Bütün bunlara, partinin materyalist kavrayışı diyeceğim şeyi eklememe izin verin. Marksistler için, sosyal ve siyasal koşulları değerlendirmenin başlangıç ​​noktası tarihsel materyalizmdir: belirli bir toplumun örgütlenme biçimleri, teknolojik araçlarına tekabül etme eğilimindedir. Bu aksiyom, tüm örgütlenme biçimleri için genişletilebilir: örgütlenme biçimleri maddi koşullara uyum sağlarlar. Kapitalist firmaların yönetim tarzları için gerçekten de durum böyledir. Aynı şey devrimci örgüt için de geçerlidir: türü ve biçimi, büyük ölçüde, mevcut teknoloji ve siyasi özgürlükler tarafından belirlenen literatürünü üretmek için kullandığı araçlara bağlıdır. Bu nedenle, bir parti esas olarak yeraltı matbaasına yaslanıyorsa, yüksek derecede merkezileşme ve gizlilik gerektiren komplocu bir organizasyondur. Yazınını açıkça ve yasal olarak basabiliyorsa, açık, demokratik bir örgüt olabilir (gereklilikten ziyade tercihinden dolayı komplocu ise, genellikle bir partiden çok bir sekttir). Bu bizi iletişimde büyük bir teknolojik devrim olan internete getiriyor. Bu teknolojik değişimin parti anlayışını etkilememesi gerektiği inancı, partinin dini benzeri dogmatik bir örgüt haline geldiğinin açık işaretidir.

Günümüzde, tüm örgütlenme biçimleri internetin varlığına oldukça şartlandırılmıştır. Tam da bu nedenle ağ oluşturma, daha önce olabileceğinden çok daha yaygın bir örgütlenme biçimi haline geldi. Sosyal medya gibi sanal ağların mümkün kıldığı ağlar, fiziksel ağların kurulmasını da kolaylaştırabilir. İnternet sayesinde hem bilgi paylaşımında hem de karar vermede çok daha demokratik bir işleyiş biçimi mümkün. Demokratik bir tartışma yapmanız ve karar vermeniz gerektiğinde her seferinde çok uzak mesafelerden insanları fiziksel olarak buluşmak için getirmenize gerek yok.

İnternetin sunduğu olanak çok büyük ve henüz kullanımının başlangıcındayız. Bu olanak, yeni nesilde merkeziyetçiliğe ve liderlik kültlerine karşı var olan güçlü nefreti de besliyor. Yirminci yüzyılda hüküm süren modellerle karşılaştırıldığında, yeni nesil arasında böyle bir meydan okumanın varlığının oldukça sağlıklı olduğuna inanıyorum.

Ağ oluşturma, günümüzde oldukça revaçta. 1990’larda bu tür bir örgütlenmeyi savunan Zapatistalarla başladı. Bugün için en somut örneği, Black Lives Matter (BLM)’dir. Bu hareket birkaç yıl önce, çoğunlukla çevrimiçi bir platform ve ortak bir ilkeler dizisi etrafında bir ağ olarak başladı. Yerel birimler, merkezi bir yapısı olmayan hareketin yalnızca genel ilkelerine bağlıdır: önderlik eden bir merkez olmadan sadece yatay ağlar; hiyerarşinin yokluğu, dikey örgütlenmenin yokluğu. Modern teknolojiden önce böyle bir ölçekte varlığı mümkün olmayan, tam anlamıyla zamanımızın ürünü olan bir örgütlenme biçimi. Bu örgütlenme tarzının günümüzdeki varlığı örgütün materyalist kavrayışı için güzel bir örnektir.

Ağ oluşturma, Afrika kıtasında Sudan’da meydana gelen yakın tarihli bir başka önemli gelişmede de önemli bir konum teşkil ediyor. Aralık 2018’de başlayan Sudan Devrimi, her biri çoğunlukla gençlerden oluşan yüzlerce üyenin yer aldığı, çoğunlukla kentsel mahallelerde aktif yerel birimler olan Direniş Komitelerinin oluşumuna tanık oldu. Her büyük kentsel bölgede, her birinde yüzlerce katılımcı bulunan bu türden düzinelerce komite var. Önemli kentsel alanlarda on binlerce insan bu şekilde örgütleniyor. İşleyişi BLM’ninkine benziyor: müşterek ilkeler, müşterek hedefler, merkezi bir liderliğin yokluğu, sosyal medyanın yoğun kullanımı. Fakat, ilhamlarını BLM’den almadılar. Daha ziyade, dönemin bir ürünü; geçmişin merkezileştirilmiş deneyimlerine ve onların üzücü sonuçlarına yukarıda bahsedilen hoşnutsuzluğun yeni teknolojilerle birleşmesinin bir ürünü.

Ancak bahsettiğim bu durum, aynı fikirde olan, -Komünist Manifesto’nun komünistleri gibi- belirli görüşleri paylaşan ve bu düşünceleri yaymak isteyen insanların siyasi örgütlenmesine duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ancak, modern teknolojinin olanak tanıdığı niteliksel olarak daha yüksek örgütsel demokrasi derecesi, benzer şekilde düşünenlerin partileri için de geçerli olabilir.

Özetlemek gerekirse, en başta belirttiğim kilit nokta örgüt biçiminin, inşa edileceği yerin somut koşullarına bağlı olduğudur. Teknolojik boyutun yanı sıra zaman ve mekan da belirleyicidir. Kendi kendini “öncü partiler” ilan eden sekterliğe düşmekten kaçınmak çok önemlidir. Öncülük, beyan edilebilecek değil, pratikte kazanılması gereken bir statüdür. Gerçekten bir öncü olmak için, kitleler tarafından öyle görülmelisiniz.

Öncü parti inşa etmek isteyen Marksist devrimciler, Komünist Manifesto’da olduğu gibi, kendilerini farklı biçimlerdeki diğer örgütleri de kapsayan daha geniş sınıf hareketinin bir parçası olarak görmelidirler. Bir işçi sınıfı kitle partisi kurmayı ve nihayetinde –çoğunluğa görüşlerini ikna etmeyi başarırlarsa – ona önderlik etmeyi hedeflemeliler. Bu nedenle, eğer varsa kitlesel, anti-kapitalist işçi sınıfı partilerine katılmalı, yoksa da onları inşa etmeye katkıda bulunmalıdırlar. Kendi kendini “öncü parti” ilan eden bir parti kurarak ve üyeleri birer birer saflarına katarak bir kitle partisi inşa edemezsiniz. Bu iş böyle yürümüyor. Ayrıca, sosyalizm sadece demokratik olabilir. Bunu söylemek banal ama bu, değişim lehine toplumsal bir çoğunluk olmadan toplumu daha iyiye doğru değiştiremeyeceğiniz anlamına geliyor. Aksi takdirde, tarihin bize çok trajik bir şekilde gösterdiği gibi, otoriterlik ve diktatörlük üretimi ile karşı karşıya kalırsınız. Ve bu çok büyük bir bedelle gelir.

Son olarak vurgulamak istediğim nokta, burjuva kurumlarının ve bürokratik eğilimlerin yıpratıcı etkilerine karşı demokratik teyakkuzun gerekliliği hakkındadır. Dünyadaki tüm ülkeler değilse de çoğu, Gramsci’nin tarif ettiği ve burjuva devletinin seçim kurumları içinde bir mücadeleyi de içeren mevzi savaşına girmenin şu anda mümkün olduğu ülkelerdir. Bu mevzi savaşı, elbette, sendikalar ve grevler, oturma eylemleri, işgaller, gösteriler vb. çeşitli sınıf mücadelesi yöntemleri aracılığıyla dışardan bir mücadele ile birleştirilmelidir.

Mevzi savaşı sırasında devrimciler, burjuva kurumlarının çürütücü etkileriyle karşı karşıya kalırlar, çünkü seçilmiş yetkililer kapitalizmin yozlaştırıcı gücünden etkilenebilirler. Aynı şey, sendikalar ve diğer işçi sınıfı kurumları içinde geçerli olan bürokrasinin yozlaştırıcı gücü için de söylenebilir. Devrimciler, bu kaçınılmaz risklere karşı tetikte olmalı ve bu çürütücü etkinin hakim olmasını önlemenin yeni yolları üzerine düşünmelidirler. Bu da aklımızda tutmamız gereken tarih derslerinin önemli bir parçasıdır.

Tempest, 23 Ağustos 2021

Çeviri: Önder Akgül