İmdat Freni

Negatif bir Arkeolojiye Doğru: Zamanın Enkazı – Oğulcan Yiğit Özdemir

Aslında, adının zamanın enkazları olması daha doğru olur muydu acaba diye düşünüyorum, Gurur Birsin’in Karaköy’de bulunan Mixer Galeri’deki sergisini gezerken. Bu haliyle, sanki zaman her zamanki Romantik, her şeyi tuzla buz edici güç olarak karşımıza çıkıyor: geride kalan viranelere bakıp gözyaşlarına boğuluruz, işte. Sanki her şey beyhude bir çabadan ibaret, değirmende tüketilip borsada unutulmuş, ancak bu sefer onları işletebilecek bir insan varlığı dahi piyasada yok.

Öyle ya, Gurur Birsin piyasanın bu tuzla buz edici günübirlik hattına poetik bir müdahalede bulunarak, dünyasızlaşmayı önümüze seriyor. Bu dünyasızlaşma ne sadece ekolojik, ne yalnız kültürel, ne de tek başına politik, son derece ‘felsefi’, aslına bakarsanız. İşte dil, işte ressam, işte fırça, neden bize tatlı hülyalara dalıp gitmenin hazzını yaşatacak bir gezegen kuramıyoruz? Bu sefer insan faaliyeti nasıl dolayımların süzgecinden geçerek dünyada olma hissini dahi emiyor?

İnsan-sonrası, post-apokaliptik vb. terimlerin dolaşığında gezinen bir sergi gibi görünmesine rağmen, ben başka bir soruyu sormak isteğiyle ayrılıyorum sergiden. Bu karamsar tabloların genel olarak insanın varlık kavgasıyla bir kavgası olduğunu da teslim ederek: Birsin sergilediği tarihsel mekânların arkeolojisini yaparken, acaba zamanla değişen zaman algısını da hesaba katıyor mu? 

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, sergide tuhaf bir biçimde sermaye birikiminin yarattığı hızın sanki tüm tarihsel dönemlerde geçer akçe olduğu gibi bir izlenimle ayrılıyoruz. Değil mi ki bu hız koca imparatorluklar devirmiş. Hâlbuki zamanı eğen ve büken, onu yapılandıran şey, bizatihi insan faaliyetinin modalitesi, tarzı, kipi.

Bir doğruluk anı

Hakkını teslim edelim, bu zarif bir biçimde işlenmiş tablolar müzecilik, arkeoloji, coğrafya gibi modern bilimlerin, kısacası modern dünyanın geçmişi ve gününü algılama tarzındaki süreçleri göz ardı etmeden önümüze seriyor, sorgu tahtasına oturtuyor. Yanı sıra, geçmişi insansızlaştırmanın bedelini de son derece dürüst bir biçimde ortaya koyuyor: buralar, eskiden ne dutluktu ne bağ bahçeydi belki, ama bir zamanlar ve belki de mümkün paralel geleceklerden birinde bu taş, bir camiydi ve burası bir ev, burası da bir kilise. Sadece uzamda yer kaplayan birer ‘şey’ değillerdi.

İşte Birsin, bu melankoliyi işliyor ve güncel sanatın yapmadığı bir şeyi yapıyor: yasın imkânsızlığıyla, çağdaş dünyanın bu zorluğa koyduğu çarpı işaretiyle bizi yüzleştiriyor. Kronik bir durum bu belki, ama sanat tarihinden ödünç alınan formlarla oynamak genel geçer bir yöntem haline gelmişken, en azından bu formlara ağırlıklarını verme, ya da diyebiliriz ki bir zamanlar bir ağırlıkları olduğunu hissettirme girişimi, işte bu beyhude inat belki de, Birsin’e ve tablolarına önemini veriyor. Yeterince bakacak olursak, belki kendimizi düşürdüğümüz acıklı durumla baş başa bile kalabiliriz.

Deleuze felsefenin “insanı aptallığından utandırmaya vesile” olduğunu söylüyordu. Belki Birsin de benzer bir biçimde, bizi anlağımızdaki değil ama ‘duygulanımlarımızdaki’ bayağılıkla yüzleştiriyor. Bu ise, elbette geçmişle kurduğumuz hiperbolik ilişkide belirginleşiyor. Her şeyin plastikleştiği ve bir çeşit kullan-ata dönüştüğü bir dünyada, imaj borsası tarafından zincirlenmiş plastik sanatlar ne yapmalı ki kendi üzerindeki yapaylığa neşter atabilsin, bütün bu tantanalı formlar silsilesindeki havayı ve cıvayı söküp alsın?

Yalnız bunu yaparken, şimdi bu kayalıklar ve toz bulutu içerisine gömülmüş yapıları bir zamanlar dolduran insanların, onları bizim gördüğümüzden çok daha farklı ve muhayyilemizden son derece uzak bir biçimde yüreği ve kafasında kurduğunu unutmamak gerektir belki. Bir camiyi ‘coğrafi’ bir forma indirgemenin faturasını kesiyor, o halde ressam: bu bedel, insanlığımızca ödeniyor.

Cari bir açık

Tam bu boşluğa, medya, iletişim tekelleri, reklamcılık ve borsa oturuyor işte: yıkımın finansmanını üstlenen her şey bu kara gökyüzünün ‘berisinde’. Doğa ve kültür arasındaki ince sınır çizgisinde bir şeyler oluyor hâlbuki. Ötedeyse bir şey yok, ya da ne biliyorsak o var işte: egzotik alemlerin hayalini kuran bir Delacroix ya da Caspar-Friedrich’in fırçası değil burada peyzajı kat eden, hayır, antik bir agoranın üzerine bir uçağın gölgesi düşüyor. Dünyanın ressamın hayal gücünden duyduğu hayal kırıklığı –ve elbette tam tersi-, teknolojinin sanat üzerindeki ezici zaferini örtünüyor.

Sanatın kendi girişimleri, çağlar boyu sanata atanan misyon, birbirini takip eden güzellik ideleri, formun üzerindeki çatlaktan sızan ışık, Shakespeare ünlüyor yine: “Beautiful is terrible, terrible is beautiful”, ya da Can Yücel çevirisiyle, “güzel gazeldir, gazel de güzel”. Öyle ya, güzellik de sanayi devrimiyle bir ‘mesafe’nin adına dönüşüyor. İlerleme ve demokrasi adına kat edildikçe insanlar arasında artan mesafenin.

Fatura

Öyleyse ressam her şeyin farkında, ama henüz gelmekte olan içerisinde kendisinin nerede durabileceğini tam kestiremiyor. Bütün bu sis ve pus bundan işte: eğer biz bütün bunları izleyebiliyorsak, ressam bunu nereden bakarak seyretmiş, diye sormadan edemiyor insan. Ya da işte gazetecilik özelindeki o bilindik soru, eğer bir kaza varsa, gidip yaralıyı (bizim durumumuzda kültür) kurtarmalı mı, yoksa onu enformasyona (haber, fotoğraf vb.) mı dönüştürmeli?

Bu tablolar ilkini kurtarmak için bir hamle yapıyor, çünkü ikincisi olmaya direniyor. Sergi 23 Ekim’e kadar gezilebilir.

Görsel: Gurur Birsin, Akis, 2021