İmdat Freni

Marx’ın Hayaletlerinden Hayaletlerin Bıraktığı Mirasa – O. Yiğit Özdemir

Adalet. Belki de Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri kitabında daha en başından vurgusunu yapacağı şey olarak gösterdiği bu kavram, nereye oturtulmuştur? Kırılgan bir çerçevede kırılıp kurtarılmak üzere beklemekte midir, yoksa sürekli ertelenmek üzere yaklaşılan bir şey midir? Her halükarda, o ünlü temsildeki terazilerin tartamayacağı ağırlıktaki bir şey olduğu söylenebilir.

Hamlet’in babasının hayaletiyle tecelli ettirmeye çalıştığı, haksızlıkların tüm üzerinin örtülmesi çabasına rağmen bir şekilde yakalanıp getirilen, her bozuk düzende bir şekilde kaçınılmaz olarak kendisini sahneye getiren ışıklar altında bulan şey midir peki adalet Derrida’ya göre? Hamlet örneğini vermesi boşuna değildir, bir şekilde Hamlet’in tutarsızlıkları ve ikirciklikleri içerisinde böyle düşünenleri bir yandan davet ederken kendisi de bu şekilde ele almaya devam eder. Ama her seferinde kendisine atılan bir çelmeye maruz kalır, o da en sonunda zehri hasmı içmiş olsa bile, kral’ın yerine kimin geçeceği sorusudur.

Komünist Manifesto o ünlü sözlerle açılırken Marx’ın bütün Avrupa’da dolaştığını söylediği hayalet mi peki Derrida’nın bahsettiği? Biraz daha düşünelim, dönemin Fransa’sında Guizot’nun, Papalığın, Almanya’da krallıkların başında dolaşan bu hayalet, kendisini gerçekleştirmek, bir çeşit adaleti getirmek için mi dolanmaktadır sadece? Eğer, en azından şimdilik kapsamımızı Manifesto üzerinde tutacak ve hayaletleri bu kapsamda inceleyecek olursak, Manifesto’nun başka özelliklerini de göstermek gerekir.

Her şeyden önce, Manifesto’nun komünistlerin taleplerine o zamana kadar en fazla açıklık getiren metinlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Her şey, bütün şiirsel diline rağmen yazıldığı tarihin ivedi ihtiyaçları içerisinde apaçıktır. Her şeyden önce, bir eylem çağrısı vardır, ancak eylemin, her şeyin olduğu gibi, bir zamanı vardır. Kaçak atölyelerde yahut da yarı-yasal partilerde elden ele dolaşan bu broşür, zaman içerisinde komünist talepleri en temel ifadeleriyle dile getirmesiyle, kapsamı çoktan aşılsa bile bu hayalete biçtiği koparılmış kefen bakımından benzersiz kalacaktır. Bir hayalet dolaşıyor mu, bunu zaman gösterecek, diyebilirdi Derrida. Ancak şu kesin ki, bir hayaletin bir zamanlar dolaşmış olduğundan kesin olarak emin olabiliriz. En azından Derrida’nın şahitliğinde bulunmaya çalıştığı şey, belki de adaletten bahsederken söylemek istediği şey, biraz da bu olsa gerek.

Manifesto’nun ilerleyen sayfaları komünist programın o zamana kadarki taleplerinin süzülmesinin yanında, kendi ilerleyişinin de büyük bir şiirsellikle, üstelik sade bir şiirsellikle kavranmasına yardımcı bir özellik de taşır. “Burjuvazi kendi mezar kazıcılarını yetiştiriyor” basitliğinde söylendiğinde bile, büyük bir diyalektiğe gönderme yaparak basit bir kavranabilirliğe, bu kavranabilirliğin ustalığına, o sade zanaatına erişmesine rağmen, bu cümlelerin dizilişinin bir başka özelliği de var. O da Derrida’nın konuşma metnini yaptığı “Marksizm Nereye” sempozyumunun bağlamı içerisinde, biraz bu metne geri dönüp baktığımızda anlaşılabilir olarak durur. Burada bir “göreve çağrı” vardır ve bu görev her şeyden önce layık olunan bir görevdir. Tarih’e çağrıdır.

Yani belki de, bu konuşmanın verildiği sırada Derrida’nın dinleyicileri için şunları söyleyebiliriz. Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı, Çin’in raydan çıktığı ve her türlü teorinin uzlaştırıcı ve programlaştırıcı olmaktan uzaklaştığı böyle bir süreç içerisinde bize yönelik çağrı nedir? Her şeyden önce bizim, Tarih karşısındaki ‘görev’imiz nedir? Derrida’nın buna basit bir yanıt vermeden önce giriştiği ve sayfalar boyunca sürdüreceği bir başka işlem vardır, o da kefaret, yani borç ödenmesi gerektiği fikridir. Yani sorular, ya da Marx’ın tabiriyle “eleştirinin silahları” öz-eleştiri olarak Derrida tarafından toplantıdaki Marksistlere sunulur. Geri kalan şey, ona sancılı bir şekilde kulak vermek olacaktır belki de.

Derrida her şeyden önce ‘görev’inin ne olduğunu arayan Marksistlere, neden hala bir borç içerisinde oldukları sorusunu kendilerine yöneltmeleri gerektiğini, üstü kapalı bir şekilde hatırlatmaya çalışır. Bunu yaparken uğrakları vardır, fantom’ların belirişinden, hauntoloji adını verdiği, peşi bırakmayan, musallat olan sorulardan ve yükümlülüklerden bahseder. Psikoloji, psikanaliz ve görüngübilim’in iç içe geçtiği bu anlarda Derrida büyük bir sorumluluğa, lüzumsuz bir sorumluluğa da girer zaman zaman. Kitabın ilerleyen sayfalarında içerisine girmekten ısrarla kaçındığı ‘scholar,’ akademik hava sürekli kesintiye uğrar. Gerçekten, nedir bu kendisini dinlemeye gelmiş onca Marksist’e musallat olmuş olan?

Belki de burada artık başka bir soru için bir parantezi aralamanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Marx’ın hayaletlerinin yalnızca Manifesto’daki hayaletler olmadığını, Marx’ın bizzat dikkat çektiği hayaletlerin de olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bu hayaletler ise, kendi deyimiyle “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayan beyinlerin üzerine kabus gibi çöker”* cümlesiyle ifade ettiği, Derrida’nın da korkunçluklarını vermek için ‘hortlak’ olarak ifade edeceği kabus getiren hayaletler olacaktır. Bu hayaletler öyledir ki, kuşaklara hem yeni bir şeyler yapma gücü verir, hem de onları ciddiye alınabilir olmaktan alıkoyar. Hem onlara silahlarını verir, hem de tetiği nasıl çekeceklerini bilemeden ortada bırakıverir, tehlikeye doğru fırlatır atar. Burada her kuşağın kendi kaderini yaratırken atacağı o büyük adımlar silsilesi, bilinmezliğe karşı girişilen o büyük mücadelede ileriye doğru gitmenin büyük keşif mirası ve şevki, ancak onlara yardımcı olabilir. Bu anlamda bu hayaletler, belki de Derrida’nın bahsettiği bağlamın dışında, ancak yine de onun kullanımına denk de düşebilecek bir şekilde peşi bırakmayan ‘hayaletlerdir.’

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar” diye başlayan o söz, ancak “kendi seçtikleri koşullar içerisinde değil”* diyerek devam eder. Her kuşağın saygınlığını kazanması için “yardıma çağırdığı,” çeşitli geçmiş şekilleri yeniden kuşanarak çıkarlar. Ancak, burada başka bir durum daha söz konusudur, toplantıya gelmiş ve bu soruyu, “Marksizm Nereye” sorusunu soranlar için bir başka sorun daha vardır. Onlar üzerlerine aldıkları bu kılıkları, eski sloganları henüz yeni bir şey bırakamadan terk etmek durumunda kalmaya zorlanan kişilerdir. “Ah, işte yeniden o eski martavallar okunmaya başlandı işte” sözcükleriyle her an yüz yüze kalması mümkün olan bu daha büyük hayalete, yani Manifesto’nun hayaletine saygınlığını verme işlemini gerçekleştirmektir belki de Derrida için söz konusu olan. Ancak Lacan’ın hontoloji‘sini çağrıştırır bir biçimde ismini verdiği hauntoloji’nin bir başka özelliği tam olarak burada ortaya çıkar, geçmiş kuşaklardan ödünç alınan şekiller borçlar kapanmadan küflenmeye başladığı iddia edilmektedir, ya da en azından hissedilen budur.

Derrida’nın da bir yandan aklında olabilecek, ama belki de doğrudan bahsetmeye o kadar da ihtiyaç duymayacağı kadar bariz bir şeyi okurlar için bir parantez içerisinde ortaya çıkarmakta fayda var. Bu ödünç alınan şekiller, sloganlar ve taşınan, bir sorumluluk ve silah gibi taşınan kıyafetler aynı zamanda bir çeşit Süperego’yu da teşkil ederler. Kısacası, her zaman için Derrida, bu yüzleşememe durumunu geleceğe ertelemek ister, çünkü tam olarak gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden emin olmanın sınırında bekleme ihtiyacı hisseder, hiç bir lafı kestirip atmadan, her zaman kıymıklarını bile değerlendirerek çerçeveyi çizmeye çabalaması belki de bu yüzdendir. Bu haddinden fazla açıklayıcı ve biçimsel olarak bağlayıcı parantez, bize ilerleyen paragraflarda da yardımcı olacak, çünkü kendisine saygınlığını veren şekilleri yerine getirememiş, borçlarını ödeyememiş bir kuşak, geleceğe karşı nasıl bir sorumluluk içerisinde olacaktır; Derrida’nın sürekli ertelediği ve belki de gizli gizli eninde sonunda sorulacağını hissettiği soru belki de budur.

Burada bu paragrafı kapattıktan sonra baştaki soruya bir an için yeniden dönüyoruz. Adalet nedir, nasıl bir beklentiyle gerçekleşir, tecellisi nasıl vuku bulur. O eski terazide tartılmadığını söyledik, ancak Derrida da bu konuda muğlak bir tutum içerisindeymiş gibi gözükmekte. Burada, bu konuşmada Heidegger sıkça atıf yaptığı bir yazar olmamasına rağmen, onun kaynaklarını sıkça kullandığı ve meselelerini üstlendiği bir düşünür olmasından ötürü bir meseleye daha değinmek gerekecek. O da zaman meselesi. Yani geçen zaman, bugün nasıl oluyor da kavranıyor. Daha önce hayaletlerin bir zamanlar kesin olarak dolaştığından emin olabileceklerini söyledik, ancak bir soru daha var, adalet beklentisi tam olarak ne zaman tecelli edecektir. Sürekli bir kat etme ve Derrida’nın deyimiyle ‘konaklama’lar içerisinde mi olacağız, yoksa bu akış bir yerde kopacak mı?

Belki de Derrida’nın bu konuşmanın bağlamında sormadığı, henüz sormasının vakti olup olmadığını düşünüp düşünmediğini bilmediğimiz, ancak bir yerlerde bekleyen soruyu sormanın anlamı var. Adalet, gelecek midir? Gelecekte bir adalet olacak mıdır? Kısacası, görev’i bekleyen salondakiler için bu soruyu şöyle tahvil edebiliriz, giyilen kıyafetler ve atılan sloganların hakkı, en azından gelecek için verebilecek midir? Derrida bu konuda susmayı ve boş zarf atmayı tercih eder. Ancak zarf atmanın kendisi bile bir edimdir, kısacası devam etmeye dair bir ısrarın tetikçisi, davetçisidir.

“Koş, yolundan sapma, ve ara” diye özetleyebilirdik belki de Derrida’nın söylemek istediklerini, çünkü henüz gelmemiş olanı arayanlara seslendiğini, ya da ona kulak verenlerin bir aciliyet hissinde olduğunu ve bunu okşamaktansa, tevazuuyla katılmak, ancak içtenlikle de şerh düşmek istediğini hissettirir. Kısacası, ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanda, ancak karakteristik olan özelliği bu gibi gözükse de, bir şekilde “eklem yerinden kopmuş” gibi görünen bu özelliğine rağmen bir yere doğru oldukça bilinmedik bir şekilde bağlanmaya çalışılabilecek bir zamanda olunabileceğine dair içten bir kaygı.

Yine de burada, Marx’ın bahsettiği birer “kâbus gibi” çöken hortlaklardan da biraz daha bahsetmek anlamlı olacak. Derrida politik düzlemin reel olanaklarına konuşması boyunca girmekten ısrarla kaçınır, ancak tutarsızlıkları faş etmenin ve yeni yönlere bakmanın gerekliliğini de hissettiğinden bir çeşit envanter de sunar. Bugün, bizim bulunduğumuz yerde ne gibi bir, yazının başlığının da önerdiği gibi bir “miras”la karşı karşıyayız. Bir yandan gücümüzü aldığımız, bir yandan da üzerimize çöken bir miras mı bu? Derrida’nın kullandığı anlamıyla döllenmenin, bir kabuğu kırar gibi döllenmenin öncesindeki bir miras mı?

68 Mayıs’ı ve devamının önderlerine geldiğimizde, bugünkü hakiki ilerici mirasın son temsilcilerini ifade ettiklerini görüyoruz. Gerek söylem, gerek de duruş olarak Tarih’te kendi yerlerini aldılar ve bize bugünü miras bıraktılar. Cezayir’le başlayan 3. Dünyadaki bağımsızlık savaşları silsilesinin etrafında cereyan ettiği göbeği hızlı bir kavşağa girerek dönenler, “en önce ipi göğüsleyenler” onlar değil miydi? Münzer’in Alman köylerinin kıtlık ve savaşla yoksullaşmış köylülerine yeni bir “Kutsal Ruh”u Hıristiyanlığın sur borusundan üflediği gibi, Fanon da Cezayir’in kent ve kır proletaryasına ulusal gurur namına insanlık onuru için uluslararası bir ayaklanmanın kıyafetlerini dikmemiş miydi? Luxemburg ve Liebknecht’in Dresden’deki sanayi işçilerinden Münih ayaklanmasına Alman proletaryası için biçtiği rol, 1919’de kostümleri üzerlerinden sökülüp alınacak bile olsa, Kutsal-Roma-Cermen ittifakına karşı isyancı kölelerin, Spartaküs ve yoldaşlarının üniformaları değil miydi?

Keza Türkiyeli ‘68 kuşağının devrimci önderleri, gerilla önderleriyle Cumhuriyetçilerin kostümlerini devralmamışlar mıydı? Dünya da LGBTİ+ hareketin kültür devrimi, feministlerin yaşamın her alanına hızla yayılan mücadelesi ve Siyah hareketin patlayıcı etkileriyle çalkalanmıyor muydu?

Marx’ın bahsettiği “ödünç almanın” daha fazla billurlaştığı, bize daha yakın bir örnek söylenebilir mi? Tezleri ise, bugün geçerliliği söz konusu olsun veya olmasın, her kuşağın önüne alacağı ve o zamanı temsil eden, Derrida’nın da bahsettiği anlamda ‘iz’leri takip edilmesi gereken birer çizgi olarak Tarih’te yerini almış bulunmakta. Günümüze olan etkilerini ise, bu iz’leri biraz olsun takip edersek görebiliriz.

Daha sonra ise ‘scholar’ın yeterince konuştuğunu söyler Derrida ve artık sözü o zamandan yükümlü olduğunu hissedenlere bırakır, yani arayacak olanlara, gelecek olanlara aktaracak olanlara. Ben de bu yazıyı burada bırakıyor ve geleceği fazla kendine bırakmamak gerektiğini söyleyerek sözlerimi noktalandırıyorum.

– Alıntılar

* Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Karl Marx, s. 12

Bu yazı ilk kez 2016 Mayıs’ında MSGSÜ Sosyoloji bölümünde sınav kâğıdı olarak sunulmuştur. Ufak değişikliklerle birlikte yayıma hazırlanmıştır.