İmdat Freni

İki Müzisyen, İki Amerika: Mimaroğlu ve Oğur – O. Yiğit Özdemir

Bu yazı, iki çok farklı telden çalar gibi duran, yolları sanki Birleşik Devletler bandırası ve transatlantik bir seyahat dışarısında kesişmemiş gibi gelebilecek iki ayrı müzisyenin iki farklı Amerika deneyimini, Türk kimliğinin kaybı ve yeniden bulunması anlamında irtibatlandırmaya çalışacak.

Konu umman, aynı yolculuğun kendisi gibi. Sahi, Türk müzisyenler, ki onlara bu adı kendi jeopolitik konumlarından ötürü takıyorum -yoksa etnik aidiyetlerinden ötürü değil-, yani dünyanın onları o şekilde tanımış olması anlamında, ne zamandan itibaren Amerika’yla bir öyküsel birliktelik arayışında oldular?

Aslında Türkiye’de modern müziğin resepsiyonu, bilhassa da Caz, Blues ve elektronik müziğin tarihiyle ilgilenenler bilirler ki biraz da Amerikan askerlerinin balo resepsiyonlarının tarihidir. Trompetçi Muvaffak Falay daha henüz Kuş Adası’nda bir çocukken eline geçen enstrümanlar, o dönem ülkede yeni yeni kurulmaya başlanan bahriyeli bandolarının dolabından aşırmadır.

Caz müziğinin politik misyonerlik faaliyetleriyle ne kadar iç içe olduğu konusu bu yazının haritasının sınırlarını elbette ki aşar. O yüzden biz dosdoğru, iki farklı müzisyenin nasıl olup da Amerika’da kaldıklarına ve Birleşik Devletlerden ne ile döndüklerine ve dönmediklerine odaklanalım.

İki Amerika, iki bavul, iki Orient

Oğur dönmeden önce önemli ulusal Caz dergilerinin kapaklarında selamlanmıştı bile, onu Türkiye’ye geri savuran neydi sorusunu cevaplandıracak kadar Oğur’u tanımasam da, yurtdışında yaşayan ve bir müddet üreten sanatçıların kimisinin neden orada kalıp, göçü ve vaat edilen toprakları benimseyip, kimisinin neden sıla hasreti çektiği konusu Türkiyeli sanatçılara özgü bir konu değil. Edebiyat tarihi sürgün temasını boydan boya kat eden yazarların hayat deneyimleri ve birikimleriyle dolu. Kimisi Ithaka’ya geri iltica ediyor, çünkü kendisi de çoktan değişmiştir, kimisi ise Truva’da kalıyor.

Mimaroğlu ise zaten bir nevi Amerika’ya karşı bir Amerika fikriyle, hayat arkadaşı Güngör Mimaroğlu’nun kaydını tuttuğu üzere bir çeşit “dünya vatandaşlığı” fikriyle kıtaya adımını atıyor. Oğur’daki “dünyadan kayırılmışlık” hissi onda yok, o zaten sesini antenler vasıtasıyla herkese duyurmak üzere yola çıkmış.

Çok içeriden bir yerden Oğur’un yolunu Birleşik Devletler’e düşüren sebebin, bir anlamda “gurbette pişmek” isteği olduğu da söylenebilir. Sonra orada edinilen kabuklar, giysiler yurda dönüşle birlikte, fezaya gönderilen bir uzay aracı misali döküldüğünde, geriye “Erkan Oğur” kalıyor.

Ancak nasıl oluyor da, halk ozanlığını modern bir forma kavuşturan bir isimle, dijital müziğin “yerel” ve “kozmopolit” öncüllerinden Mimaroğlu aynı potada eriyebilir? İşte esaslı zor soru burada yatıyor. İki farklı Amerika kadar, iki farklı Doğu’nun da söz konusu olduğunu göreceğiz bu noktadan sonra.

Politik bir müziğin inşacısı olarak Mimaroğlu

Öyle ya, iki farklı hattan, iki farklı bilet koçanından, dolayısıyla iki farklı “konumdan” bahsettik. Peki Mimaroğlu politik müzik yaptığında, kendisini konumlandırdığı yer neresi? Aslına bakılırsa bu tam olarak endüstriyel bir toplumun kozmopolit bireyselliğinin konuşlandığı bir hat ve onun komünalist etiği ve politikası.

Bu ise koca bir parantezle birlikte gerçekleşebilir ancak, Mimaroğlu henüz İstanbul’dayken adeta dünyaya meraklı bir “Tanzimat beyefendisi”dir, işte tam olarak bu kimliğin hilafına ancak kozmopolit bir New Yorker’a dönüşür ve bir New Yorker da olarak bu müziği icra ve ifşa edebilir.

Eğer bu kimliği paranteze almasaydı, ondan beklenen şey ancak Oriental ezgileri dillendirmesi olacaktı. ‘Uzak diyarların’ bir müzisyeni, bir çeşit etnosantrik kültürelci özneye dönüşmesi gerekirdi. Aynı Putamayo Records’dan anonimleşmiş kayıtları çıkan pek çok Kübalı ve Arjantinli müzisyenin, ya da Avrupa’da başarısını eline alan Kürt müzisyenlerin başına geldiği gibi. O ise bireyselliğini talep ediyordu. İşte bu “birey”in hayatta kalabilmesi için, adını taşıyan belgeselin başında kendisiyle yaptığı röportajda belirttiği gibi tam “dört intihar” gerçekleştirmesi gerekmiştir.

Üstelik bu Oriental ezgiler çoktandır Amerika’nın popüler kültür neferleri tarafından Afganistan ve Hindistan’a yapılan Uzak Doğu seferleriyle haşhaşın yanında ganimet olarak getirilmişti. Bir de Mimaroğlu’nun orada “Türklük” pazarlamasına gerek yoktu. 

Dolayısıyla Birleşik Devletler’in bu ganimetlerden nasiplenmiş popüler kültürünü, ‘Doğu’ya Seyahat’ini iç bükey bir aynada, gerisingeri Amerika’ya kendi üçüncü dünyasını izleterek kat etmesi anlamında, Mimaroğlu gerçekten de, kelimenin politik anlamıyla devrimcidir. Mimaroğlu’ndan Türk, Yörük, Anadolu ya da Mezopotamya ezgilerini beklemek boşunadır. O tam da bunları askıya asarak kendi kozmopolit hırkasını üstüne giyebilir, ikisi birden adamı terletir.

Peki bu Mimaroğlu’nun özgül başarısı olmanın yanında, biraz da çağın getirisi midir? Evet, bu başarı biraz da politik dalgaların mendirekteki boyunun ölçüsüdür. Ancak ne fark eder? Çağı ve insanı bu kadar ayrıştırmak günümüzün çetrefil bir açmazı değil de nedir ki?

Postmodern bir dervişan

Öyleyse, Oğur’un portresi ebrunun üzerindeki bu yağı biraz akıttığımızda zaten kendiliğinden ortaya çıkıyor. Oğur, ABD’ye hakikaten de belli bir anlamda, son derece şahsi bir anlamıyla bir “başarı”, bir “ispat” öyküsü için gider. Tam da bu yüzden onu edindiği anda sıla hasreti bastırır, geri dönme gereği baş gösterir.

Kopuz ezgilerine blues trafiğiyle modern bir omurga vermek, bu geminin dümen tutan elleri için gerçekten de yorucu bir çaba olmamıştır. Döndüğünde Oğur gerçekten de küçük çaplı bir müzik tarikatı önderi, bir şıx muamelesi görecektir. Halk müziğine ondan sıkılmış dinleyiciler için, aynı Mercan Dede’nin yaptığına benzer bir şekilde postmodern bir twist katacak, başarıyı bir de kendi ülkesinde yakalayacaktır. Film müzikleri, müzik yapımcılığı, luthierolmak, bunlar ise 10 parmağında on marifet bir ustanın yüzüklerinden yalnızca bir kaçıdır.

Ancak bir röportajında, Oğur ağzından enstantane bir söz kaçırır. Ülkemizde de takipçileri ve taklitçilerinden geçilmeyen Jimi Hendrix’le ilgili fikri sorulduğunda -evet bir zamanlar müzik kanalları böyle röportajlar yapıyordu bu ülkede- ilginç bir şey söyler: “önemli sesler çıkarmış bir müzisyendi”. Gerçekten de sufice bir cevap olarak, zihnimizde yerini alır bu sözüyle de Oğur. Gerçekten de gök kubbenin altında hoş bir sada olabilmekten başka ne gibi bir kaderi olabilir ki müzisyenin?

Walt Whitman’ın dediği gibi “ben güzün nazikçe yağan yağmurum/…/ben geceleri parıldayan pamuktan yıldızlarım/mezarımda durup ağlamayın/ben orada değilim, ben ölmedim”.