Geçtiğimiz yıl ırkçılığa ve polis şiddetine karşı tekrar ortaya çıkan protestolar, kapitalizmin doğası, ırkçılıkla ilişkisi ve her ikisine karşı alternatif yapılar üzerinde düşünmemiz için bir canlılık sağladı. Irk ve ırkçılık üzerine 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Martinikli filozof, psikiyatrist ve devrimci Frantz Fanon’dan başka çok az düşünür doğrudan bu konular hakkında düşündü.
Fanon, Karayipler’den Kuzey Afrika’ya kadar Fransız sömürgeciliğinin yönetimini doğrudan deneyimledi ve entelektüel çalışmalarının dayanağını da bu deneyimler oluşturdu. 1950’lerde, bağımsızlık için mücadele eden Cezayir devrimci hareketinde aktif bir rol oynadı ancak bağımsız Afrikalı devletlerin toplumsal devrimleri takip etmedikleri sürece sömürgecilik sisteminin basitçe ulusal bir burjuvazi ile yer değiştireceği konusunda da uyarıda bulundu.
Fanon’un önemli eserlerinin bazıları uzun yıllardır İngilizce tercümede mevcuttur. Bununla birlikte, Fanon’un edebiyat, psikiyatri ve siyaset üzerine daha önce bulunmayan altı yüz sayfalık yazılarının yakın zamanda yayınlanması, düşüncesini yeniden incelemek için uygun bir hale getirmektedir.
Irkçılığın Doğallıktan Arındırılması
Fanon, 1925’te doğdu ve Küçük Antiller’de Fransızların yönettiği Martinik’te büyüdü. O zamanlar pek çok kişi için geçerli olduğu gibi, başlangıçta kendini “Siyah” değil, Fransız olarak düşünüyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında Özgür Fransız Kuvvetlerine asker olarak katıldığında bu durum değişmeye başladı. Fanon bu deneyimi, yani Fransız “uygarlığının” ırkçılığını acı bir şekilde yanında taşıdı.
1940’ların sonlarında Fransa’ya dönen Fanon, Fransızca konuşan bir siyahi onur hareketi olan Négritude’un edebiyatına daldı. Aynı zamanda, fenomenoloji, varoluşçuluk, psikanaliz ve Marksizm gibi Avrupa’nın en son entelektüel gelişmelerini de özümsedi. Ve bütün bu sürecin sonunda Fanon, henüz yirmi altı yaşındayken, 1952’de Siyah Deri, Beyaz Maskeler adlı ilk kitabını yayınlamasını sağladı[1].
Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler’deki teorik atılımı, herhangi bir doğal temele dayandığını inkâr ederek ırkçılığı sosyojenik terimlerle analiz etmesiydi. Deri rengi biyolojik olarak belirlenebilirdi ancak onu görme ve yorumlama şeklimiz, kontrolümüz dışındaki toplumsal güçler tarafından koşullandırılmaktaydı.
Bu fenomen o kadar yaygındı ki, ırk ve ırkçılık “doğal”, tarih-ötesi fenomenler olarak görünmeye başlıyordu. Fanon’a göre, bu mistifikasyonlar, nesnel toplumsal gerçekliklere derin bir şekilde kök salmıştı ve bu düzeyde sorgulanması gerekirdi, dolayısıyla salt aydınlanmış eleştiriyle yetinilemezdi.
Son yıllarda, “ırkın toplumsal yapısı” öyle bir klişe haline geldi ki, Fanon’daki teorik atılımın radikal çıkarımlarını gözden kaçırmak oldukça kolay olmaya başladı. Eğer ırk toplumsal olarak inşa edilmişse, bu durum, belirli toplumsal ilişkilerin doğuşundan ve sürekliliğinden sorumlu olduğu anlamına gelir. Peki bu ilişkiler ne olabilir? Fanon bunların ekonomik ilişkiler olduklarında ısrar ediyor:
Siyah insanın gerçek yabancılaşması toplumsal ve ekonomik gerçekliklerin acımasız farkındalığında yaşamasıdır… Siyah insanların problemi Siyahların beyazlar arasında yaşaması problemi değildir, aynı zamanda, sömürgeci ve beyazların oluşturduğu kapitalist toplum tarafından sömürülmesi, köleleştirilmesi, aşağılanmasıdır.
Bununla birlikte, bu durum ırk sorununun sınıfa göre ikincil konumda olduğu ya da ırkçılığa karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleye tabi olduğu anlamına gelmiyordu. Bir fenomen yalnızca kökeni ile tanımlanmaz. Irkçılık, kendi başına bir hayat sürer ve bazı ekonomik zorunlulukların ortadan kalkmasından sonra bile bireylerin zihinsel ufkunu tanımlar. Bu nedenle Fanon, nesnel ve öznel olmak üzere “siyah insanın mücadeleyi iki düzeyde yürütmesi gerektiği” konusunda ısrar etti. Herhangi bir “tek taraflı özgürlük kusurludur ve en kötü hata, bunların otomatik olarak birbirine bağlanılacağına inanılmasıdır.”
Ne yazık ki bu “hata”, Fanon’un zamanında Marksizmin baskın biçimlerini karakterize etti: Irkçılığı (en iyi ihtimalle) ikincil bir sorun olarak değerlendiriyorlardı ve bu nedenle ırkçılık üzerine güvenilir bir Marksist teori üretmekte başarısız olundu. Bundan dolayı, kapitalizme sert muhalefetine rağmen Fanon, herhangi bir Marksist eğilimle asla ilişkilenmedi. Sylvia Wynter Fanon’un bu yeni pozisyonunu şöyle özetledi: “Hem nesnel sosyoekonomik düzeyde hem de -bilinç ve dolayısıyla kimlik gibi- öznel deneyim düzeyinde bir çözüm sağlanmalıdır.”
Nesneden Özneye
Fanon’a göre, kimliğin olumlu bir şekilde sahiplenilmesi, özbilincin gelişimi için kritik bir andı. Siyahların özne olarak özgürleşmeleri, “beyaz bakış açısı”nın onlardan çaldığı benlik ve itibarlarını yeniden kazanmalarına bağlıydı. Beyaz olmayan insanların, toplum tarafından aşağılanan ırksal özelliklerinden gurur duyması, ırkçılığın temellendirdiği toplumsal ilişkilerin doğal hale getirilmesine meydan okumanın önemli bir yoluydu.
Fanon bu perspektifi, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi ile eleştirel bir ilişki kurarak geliştirdi. Irksal bakış açısıyla tanımlanan bir toplumda karşılıklı tanınmanın imkânsız olduğunu, çünkü bunun beyaz olmayan insanların bir şey olarak görülmesi anlamına geleceğini savundu: “Diğer nesnelerin ortasında bir nesne olduğumu fark ettim.”
Bu Fanon için merkezi bir konudur: Irkçılık, mağdurlarını yalnızca ekonomik kaynaklardan ve toplumsal statüden mahrum bırakmaz. Onları ayrıca insanlıktan çıkarır, kişiliksizleştirir ve Siyahları “olağanüstü derecede kısır ve kurak bir hiçlik bölgesinde, özgün bir yeni başlangıcın yapılabileceği her şeyden mahrum bir şekilde yaşamaya” bırakır. Bu ise insani duygunun zayıf olduğu bir aşağılık kompleksi üretir. “Yeryüzünün Lanetlileri” olarak adlandırdığı kişiler, bu aşağılık kompleksini ancak ırksal ve ulusal özelliklerini olumlu bir şekilde sahiplenerek, insanlıklarının tanınmasını güvence altına alarak aşabilir.
Tanınma, Fanon’un çalışmalarında çok yanlış anlaşılan bir terimdir. Modern siyasal düşüncede, “tanınma siyaseti” ifadesi, yurttaşların “eşit haklar”ının karşılıklı olarak kabul edilmesine atıfta bulunur. İster ekonomide ister siyasette olsun tüm sözleşmeye dayalı ilişkiler karşı tarafın haklarının tanınmasını içerir. Fanon ise bu anlamda bir tanınmadan bahsetmez.
Fanon, beyaz olmayan insanların, insanlıklarının farkına varmadığını ve toplumsal sözleşmeden çıkarıldığını gördüğünden bu yana, formel eşitlik biçimleriyle ırkçılığın aşılabileceğine dair bir yanılmaya asla kapılmadı. Mevcut toplumda tanınmaya çalışmanın “beyazlaşmaya” çalışmak olduğunu gördü ve aşağılık kompleksi eşliğinde bunu uygulamaya çalışanları da eleştirdi.
Fanon, ötekileştirilen ve ezilen insanların itibarını ve değerlerini kabul edecek çok daha derin bir tanınmayı hedefliyordu. Bu hedefe ulaşmanın “dünyayı yeniden yapılandırmak anlamına geleceğini” belirtiyordu.
Bu yüzden Fanon’un yaklaşımı, ırk, sınıf ve kimlik konusundaki tartışmaların bugün sıklıkla solda sıralanış biçimine bir alternatif sunmaktadır. Fanon, ırkçılığa karşı mücadelenin önemsizleştirildiği, proletaryayı özgürlük mücadelesinin garantörü olarak tasavvur eden soyut devrimcilik biçimlerine karşı çıktı. Ayrıca, mevcut kapitalist ilişkiler çerçevesinde kendini ifade etme ve teselli arayan kimlik politikalarını da reddetti. Bu, özellikle bir psikiyatrist olarak çalışmalarında belirgindi.
Sosyoterapi
Fanon, 1940’ların sonlarında psikiyatri çalışmaya başladı ve Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i 1951 yılında doktora tezi olarak sundu. Alışılmadık içeriğinden dolayı akademik danışmanları çalışmayı hızlıca reddetti. Fanon ise buna omurganın nörolojik dejenerasyonu olan Friedreich Ataksisinin psikiyatrik etkileri üzerine bir çalışmayla yanıt verdi.
Yakın zamanlarda İngilizce’de yayınlanan bu tez, toplumsal ilişkiler hakkında bir tartışma bulmayı bekleyebileceğimiz son yerdir. Yine de Fanon’un ırkçılığın sosyojenik karakteri üzerine kavrayışı burada da kendini göstermiştir. Ruh hastalığının organik kökenleri olsa da “patojeni olarak her zaman psişik” olduğu konusunda ısrar etti.
Fanon, nörolojik hastalıkları bile biyolojik bileşenlere indirgemeyi reddetti. Yaklaşımına amansız bir hümanizm kılavuzluk ederken, yaşayan bireyin üstüne aldığı psişik yük konusuyla ilgilendi:
[Bireysel] insan, başka insanlarla karşı karşıya geldiği andan itibaren bir fenomen olmaktan çıkar. Diğerlerinin beni kendi benliğini gösterdiği için. Ve psikanaliz, grup dahilindeki hasta bireyi yeniden bütünlemeyi önermesiyle kendisini kolektif mükemmelliğin bilimi olarak kurar. Bu, aklı başında insanın toplumsal bir insan olduğu anlamına gelir; ya da başka bir deyişle, psikolojik olarak konuşursak, aklı başında insanın ölçüsü, onun Socius[2]’a az ya da çok mükemmel entegrasyonu olacaktır.
Bu bakış açısı, Fanon’a sonraki sekiz yıl boyunca, ilk olarak Fransa’da, sonra Cezayir ve Tunus’ta -başlangıçta François Toquelles gözetiminde- “sosyoterapi” uyguladığı bir dizi psikiyatri kliniğinde çalıştığı dönemde kılavuzluk edecekti. Bu, hastaları hapishane benzeri koşullardan kurtarmak ve onları topluma entegre etmeye çalışmak anlamına geliyordu.
Fanon ve meslektaşları, hastaların gazete ve oyun üretmelerini sağladıkları ve kurumda serbestçe birbirleriyle ilişki kurmalarına izin veren bir dizi mesleki terapi yöntemi kullandı. Bu çalışma sırasında Fanon hala farmasötik ilaçlar vermeye hazırdı ve hatta şok tedavisi uyguluyordu. Ancak bunu hastaya bir insan olarak davrandığı hümanist bir ortam yaratmaya çalışırken yapıyordu.
İnsanın barındırdığı imkanlara açık olmaya dayanan bu yaklaşım, Fanon’un hem bir psikiyatrist hem de daha sonra devrimci aktivist olarak oynadığı rolü temellendirdi. Doktora tezinde Lacan’dan bir alıntı yapıyordu:
İnsan gerçekliğinde temel bir uyumsuzluk var. Ve zehirlenme halinin organik koşulları ağır bassa bile, özgürlüğün onayı yine de gerekli olacaktır.
“Temel bir uyumsuzluk” doğamızı tanımlıyorsa, bu durumda üstesinden gelinemez; dolayısıyla yabancılaşma, insan varoluşunun ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Fanon ise buna bir soruyla karşılık verir: “Özgürlüğün sınırlarını, başka bir deyişle insani sorumlulukları içeren bir tartışmayı açmak çok daha iyi olmaz mıydı?”
Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in açılış sayfaları canlı bir beyan içerir: “İnsan, kozmik uyumdan yankılanan bir ’evet’tir. Fanon, özgürlüğü “karşılıklı tanınma dünyası” olarak düşünmekte ve “birbirine dokunma, hissetme, keşfetme” arzusunun insan varlığının önemli bir parçası olduğunda ısrar etmektedir.
Cezayir Devrimi
Fanon, Fransa’da birkaç yıl psikiyatr pratiği yaptıktan sonra 1953’te Cezayir’e taşındı ve Cezayir dışında bulunan Blida-Joinville hastanesinde çalışmaya başladı. O dönemlerde Cezayir hakkında az şey bildiğinden ve Afrika özgürlük hareketiyle teması çok sınırlı olduğu için taşınması politik nedenlerden değildi.
Fanon, Cezayir nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan Fransız yerleşimcilerin, Arap ve Kabil kitlelerden farklı bir dünyada yaşadıkları “Maniheist” bir toplumu keşfetti hızla. Bu kitleler Antiller’de deneyimlediği her şeyden çok daha acımasız bir ayrımcılığa maruz kalıyordu. Yeni kurulan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) liderliğindeki Cezayir devrimi Kasım 1954’te patlak verdiğinde, Fanon hareketin amaçlarını ve silahlı mücadeleyi savunmasını benimsedi.
Böylece Fanon psikiyatri çalışmalarıyla bir devrimci harekete angajmanını birleştirmiş oldu. FLN militanlarını gizlice hastanede sakladı, tecavüz ve işkence mağdurlarına tedavi uyguladı. Ayrıca FLN içindeki politik tartışmalarda giderek aktif bir hale gelmeye de başladı.
Bununla birlikte, Fanon’un psikiyatrisi ve politikası arasındaki bağlantılar bundan daha da derine uzanıyordu. Robert Young’un gözlemlediği gibi, Fanon sömürgeci yönetim altındaki toplumlar ve tedaviye ihtiyaç duyan akıl hastaları arasında bir analoji çiziyordu.
Fanon, 1950’lerde Cezayir toplumu ve kültürü hakkında bir dizi detaylı araştırma yürüttü. Müslüman ülkelerde dinin oynadığı rolü tartışıyor, Kuzey Afrikalıları Avrupalılardan ayıran zaman algısındaki radikal farkı ve Cezayir’deki aile ve klan topluluklarının, giderek daha geniş kapsamlı bir ulusal topluluğa referans verdiğini fark ediyordu.
Suçlu olduklarına dair açık deliller olsa bile, sömürgeleştirilenlerin bir suç işlediklerini itiraf etmeyi sık sık reddetmelerini özellikle inceledi:
Yerli Müslümanların gerçekten kendileri hakkında düşünmesi ve şimdi üzerlerinde güç uygulayan toplumsal gruplarla sözleşmeye dayalı anlaşmalara girip girmediğini sorgulayarak kaçırdığımız bu ontolojik sisteme yaklaşabiliriz. Kendilerini toplumsal sözleşmeye bağlı hissediyorlar mı?… Aksi halde suçun, yargılanmanın ve cezanın önemi ne olurdu?
Fanon’un işaret ettiği gibi, mevcut koşulları kabullenme, önceden tanınmaya bağlıydı ve bu, sömürgeci bağlamda eksik olan bir şeydi: “Öncesinde bütünleşme [entegrasyon] olmadıysa yeniden bütünleşme [re-entegrasyon] olamaz.” Toplumsal sözleşme sömürge halkını dışladığından, sömürülenler onun getirdiği yasal ve hukuksal normlara uymak zorunluluğu hissetmezler.
Fanon, mevcut gerçekliği kabullenmeyi reddetmenin bir başkaldırı olduğu sonucunu çıkardı. Sistemin, sömürgeleştirilmiş insanların insanlığını tanımadaki başarısızlığı, onları yalnızca reformlara değil, mevcut tüm kurumların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik bir mücadeleye itiyordu. Fanon’a göre sömürgeleştirilmiş özne -Cezayir’deki Araplar ve Kabilerden Sahra altı Afrika’daki Siyahlara veya ABD’deki Siyah Amerikalılara kadar- toplumsal dönüşüm mücadelesinin öncü kuvvetleri olacaktı.
Marksizmi Esnetmek
Fanon, sömürgeleştirilenlerin devrimci pratiği ile Avrupa Solunun pasifliği ve ihanetini karşılaştırdı. Fransız Sosyalist ve Komünist Partileri, Cezayir devrimine karşı yapılan ve yarım milyon insanın ölmesine yol açan Fransız emperyalizminin savaşını destekledi.
Fransız parlamentosundaki Komünist vekiller, resmi olarak Leninist anti sömürgeciliğe bağlı olmalarına rağmen savaş kredileri lehine oy kullanırken bir Sosyalist başbakan olan Guy Mollet de Cezayir’deki şiddetli baskı sürecini yönetiyordu. Jean-Paul Sartre gibi önemli figürler dışında, Avrupa Solunun radikal kesimlerinden bile Cezayir devrimine çok az destek vardı. Bu ise Fanon’un Batı düşüncesinin çoğunu tanımlayan paradigmayı giderek daha fazla eleştirmesine neden oldu.
Bu düşünceler Fanon’un son ve en ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nin[3] merkezinde yer alıyordu. 1961’de tedavisi bulunmayan lösemiye sahip olduğunu öğrendikten sonra kitabı yazmaya başladı ve lösemi kendi gösterdikten kısa bir süre sonra da öldü. Akademisyenler, Yeryüzünün Lanetlileri’nin Avrupa’ya tamamen sırtını dönmediği gerçeğini genellikle gözden kaçırır. Bunun yerine Fanon, Marksizm de dahil olmak üzere Avrupa düşüncesinin boyutlarını eleştirel bir şekilde yeniden ele almaya çalışır.
Fanon, Marksist bir analizin “sömürge meselesini ele alırken her zaman biraz esnetilmesi” gerektiğini vurguladı. Marx’ın Avrupa’daki kapitalist birikim analizi, kapitalizmin gelişimiyle, köylülerin toprağın “doğal atölyesi”den koparılarak kentsel proleterlere dönüştürüleceğini, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin de proletaryayı muazzam, derli toplu ve devrimci bir güç haline getireceğini belirtiyordu. Fanon, bu sürecin Afrika’da tekrarlanmayacağını gördü.
Kıtanın geleneksel toplumsal mülkiyet biçimlerinin yağmalanması ve sömürgecilerin Afrika’yı sanayileştirmemesi, radikalleşmiş bir proletaryanın oluşumuna yol açmadı, aksine doğal kaynakların ve emek gücünün acımasızca yağmalanması kıtayı az gelişmiş bir duruma getirdi. Kasabalardaki ve şehirlerdeki işçi sınıfı görece küçük ve zayıfken, köylülük nüfusun büyük bir kısmı olarak kaldı. Bu nedenle Fanon, Afrika’nın yeni oluşmaya başlayan işçi sınıfının değil, köylülüğün ve lümpen proletaryanın devrimin temel gücü olarak rol oynayabileceğini savundu.
Bazı yazarlar, Fanon’un işçi hareketinin, 1950’li ve 60’lı yıllarda Afrika bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamasını görmezden gelmesini ve köylülerin rolünü abartmasını eleştirdi. Bu eleştirilerde kısmen doğruluk payı vardır ama dikkat edilmesi gereken husus, Fanon’un Marx’ın bir toplumsal devrimin ancak “muazzam çoğunluğun bilinçli, bağımsız hareketi”nin ürünü olması durumunda başarılı olabileceği görüşüne de katılmasıdır.
Fanon, kendinden önceki Marx gibi, başarılı bir devrimin -pratikte ya da en azından teoride- “disiplinli ve merkezi” bir öncü parti tarafından yönetilen azınlık bir işçi sınıfınca başarılabileceği fikrini reddetti. Ve buradan hareketle, önceki devrimlerin hatalarının tekrarlanmaması için Afrika devrimine bir yol çizmeye çalıştı.
Yeni Bir Hümanizm
Yeryüzünün Lanetlileri’nin en önemli katkısı, bağımsızlık mücadelesinin toplumsal bir devrime dönüşmemesi – yani Fanon’un “yeni bir hümanizm” diye adlandırdığı şeyin kurulmaması- durumunda Afrika devrimlerinin başına gelebileceklerini kehanette bulunurcasına ortaya sermesidir. Fanon, silahlı mücadele yoluyla ulusal kurtuluşun tutkulu bir destekçisiydi ama bunu kendi başına bir amaç olarak da görmüyordu.
Ayrıca, Cezayir hareketinin ulusal bir mücadele şekli almasının, ırksal ayrıcalıklardan kaçınmasının, Araplardan Kabillere ve Siyah Afrikalılardan ayrıcalıklı durumunu bir kenara bırakmaya istekli beyaz Cezayirlilere kadar birliktelik getirdiğini de savundu. Bununla birlikte, bağımsızlıktan sonra toplumsal dönüşüm evresine hızlı bir geçiş yapılmadıkça, mücadelenin ulusal burjuvazinin hilelerinin kurbanı olacağını da öngördü.
Fanon bu görüşleriyle, Batı tarzı kapitalizme ve yukarıdan aşağıya Sovyet sanayileşme modeline karşı duran bir kalkınma vizyonunu kastediyordu. Devrimci halk kitlelerinin, yalnızca ekonomik ve politik süreçlerin nominal kontrolüne sahip olmadıkları, aynı zamanda etkili oldukları ademi merkeziyetçi bir toplum yaratmalarını istedi. Bundan dolayı, neredeyse tüm Afrika devrimlerinin (Cezayir devrimininki dahil) benimsediği örgütlenme biçimlerine karşı çıktı: “Tek parti, burjuva diktatörlüğünün modern biçimidir: maskesiz, boyasız, vicdansız, her açıdan kinik.”
Fanon, “çok sayıda vaizin, danışmanın ve ‘gizemcinin’ sömürülenlerle yetkililer arasına girdiği” ve kafa kafaya mücadeleyi engellediği zengin kapitalist ülkelerle, “polisin doğrudan müdahale ettiği” ve “sömürgeleştirilenlerin doğrudan yakın gözetim altında tutulduğu ve tüfek dipçikleriyle zapt edildiği” sömürge devletlerini karşılaştırdı. Son yılların deneyimi, Fanon’un yazdığı sömürgeleştirilmiş dünya ile ABD gibi ülkeler arasındaki uçurumun önemli ölçüde daraldığını gösteriyor. ABD’de yetkililer ile sömürülenler arasındaki tamponlar hızla çözülürken, bu ülkenin tarihinin her dönemine yayılmış olan ırkçı düşmanlık, Siyah Yeniden Yapılanması[4]’nın yarattığı dönüşümden bu yana görülmemiş bir düzeyde kendini gösteriyor.
Geçen yüzyılın başarısız ve tamamlanmamış devrimlerinin ışığında kritik olan, Fanon’un baskıcı ekonomik ve politik yapıları başarılı bir biçimde altüst etmenin (ırksallaştırılmış bir toplumda birbirimizi algılama biçimimizden başlamak üzere) en yakın insan ilişkilerini dönüştürmemizi de gerektirdiğine dair fikridir. Raya Dunayevskaya’nın dediği gibi: “Yeni tip insanlığı yaratacak olan üretim araçları değildir ancak yeni üretim araçlarını yaratacak olan yeni tip insanlıktır.”
Çeviri: Yener Çıracı
Kaynak: jacobinmag.com
[1] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay, Metis, Eylül 2020.
[2] “sosyal” teriminin Latince kökenidir. Birliktelik, birlikte oluş anlamına gelmektedir. Ç-N
[3] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer, İletişim, 2021.
[4] Yazar burada siyah hareketin gelişiminin tarihselliğine bir gönderme yapıyor. Ç-N