İmdat Freni

Che: Yüzyılın Bir Evladının Trajedisi – Daniel Bensaïd

(Dördüncü Enternasyonal’in Fransa Brioude’da organize ettiği Uluslararası Gençlik Kampı’nda 1997 Temmuz ayında düzenlenen Che ve Latin Amerika üzerine bir gecede yapılan konuşma.)
 
Sizler bu geceyi ölümünün otuzuncu yıldönümünün hemen öncesinde, kişiliği ve ezilenlerin tarihi içerisindeki rolü üzerine tartışmayı yeniden başlatan bir dizi kitap ve filmin çıktığı bir sırada, bir devrimci militanın, Che Guevara’nın anısına adamak istediniz.
 
O kimilerine göre umutsuzluğun kendi ölümünün peşinde giderek denetlenemez hale gelen başarısızlığa mahkûm bir sürece atılmaya ittiği, ama bu arada ne yazık ki kendi kişisel macerasında naif ya da körleşmiş erkek ve kadınları da peşinden sürükleyen fanatiğin bizatihi suretidir.
 
Kimilerine göreyse o lekesiz bir dinsel tasvir, bakarsınız yarın bir gün bulunan kalıntılarına ev sahipliği yapacak bir anıt mezarın dikilmesi ve bizzat kendi dünya ve insan anlayışına o denli karşıt bir tapınmayla bir mükemmelliğin ete kemiğe bürünmesidir.
 
Ne tanrı, ne efendi ne de put tanıyan bizleri, Che figüründe, onun çağdaş tarihin içinden bir kuyruklu yıldızmışçasına geçişinde ilgilendirense tersine, yaşamı ve eylemleri sona ermekte olan bu yüzyılın büyük umutlarını büyük düş kırıklıklarını özetleyen militanın tüm güçlü yanları ve zaaflarıyla yalnızca insani karakteridir.
 
Ben onun mücadelesine doğrudan tanık olmamış nesiller nezdinde, ün kazanmış onca başka kişiden farklı olarak, bu kişiliğin her daim uyandırdığı ilgiden yola çıkacağım. Che’nin yaşamı yüzyılın devrimci deneyiminin bir çeşit yoğunlaşmış hali, hızlandırılmış bir özetidir. Onunla beraber ve onun etrafında her şey çok hızlı gelişir. 1928’de doğar ve 1967’de 39 yaşındayken ölür. Aktif siyasi hayatı demek ki on beş seneden az sürer. Bu yaşam fazlasıyla doludur: 1954’te Guatemala’da emperyalist müdahaleye direnişe katılış, 1956’dan 1959’a, Granma çıkarmasından Havana’ya muzaffer girişe kadar Küba gerilla mücadelesi, 1959’dan 1965’e hükümette sorumlu mevkilerde ve diplomatik misyonlarda görevlerin icrası, 1966’da Kongo’daki mücadeleye katılma, 1967’de Bolivya’da mücadele ve ölüm… Olağanüstü faal bir on beş yıl: Che bu on beş yıl boyunca acelesi olan bir adam olarak daha uzun ömre sahip olmuş birçoğundan daha yoğun yaşadı.
 
Çarpıcı olan yalnızca bu kısalık değil, aynı zamanda onun yüzyıl içindeki deneyiminin hızlandırılmış parkurudur. Bu öncelikle, Latin Amerika’yı bir uçtan bir uca kat eden eğitici bir motosiklet yolculuğu sırasında, gerçekliğin, kıta üzerindeki emperyalist tahakkümün, sefaletin, yoksulluğun ve bundan kaynaklanan kültürel bağımlılığın öğrenilme dönemidir. O bu yolculukta bu yola baş koymasının ilk gerekçesi olan derin bir asi, antiemperyalist inanç geliştirmiştir.
 
Bunun ardından Küba Devrimi deneyimi sırasında, emperyalist gücün hemen yanı başında diktatörlük karşıtı bir mücadelenin, bir ulusal kurtuluş mücadelesinin, kokuşmuş, bağımlı, kırılgan ulusal burjuvazilerle anlaşmalarla kösteklenmiş kaldığı sürece hedeflerinde sonuna kadar gidemeyeceğini saptar. Buradan gerçek bir bağımsızlık için tek çözümün sosyalizm için mücadelede yattığı sonucuna varır. Kendine özgü bir yoldan ilerleyerek “tek ülkede sosyalizm” ile “sürekli devrim” arasındaki karşıtlığın terimleri ve içeriğiyle buluşan ünlü “Ya sosyalist devrim, ya da devrimin karikatürü” ifadesi de buradan gelir. Bizim neslimizden Troçkizm hakkında daha o zamandan epeyce şey bilen kimileri Che’de onun bir benzerini bulmuş olsalar da, birçoğu Troçkizmi Guevaracılıktan yola çıkarak yeniden keşfettiler.
 
Son olarak, onun devrimci hükümetin bir bakanı olarak üçüncü büyük deneyimi, “sosyalist kampın” “kardeş ülkeleriyle” çatışmalı ilişkiler deneyimi oldu. Che, Çin ve Sovyet yöneticileriyle verecekleri desteği, iktisadi ve askeri işbirliğini müzakere ederek ve onlarla uluslararası politikayı tartışarak, Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e bir yolculuk ertesinde, 1965’te Cezayir’de yaptığı hâlâ ününü koruyan bir konuşmada açıkça dile getirme yürekliliğini gösterdiği – insanın cesaretin büyüklüğünü değerlendirmesi için dönemi ve bağlamı kafasında canlandırması gerekir – korkunç bir sonuca varır. Bu, sosyalist denilen devletlerin politikasında enternasyonalizmin yokluğuna karşı bir meydan okuma ve gerçek anlamda bir suçlamadır. Öncelikle onları daha yoksul ülkelere emperyalizmin tahakkümündeki dünya pazarındakiyle aynı ticari mübadele koşullarını uyguladıkları için kınar. Aynı şekilde onları özellikle Kongo ve Vietnam’daki kurtuluş mücadelelerine askeri yardımda dâhil koşulsuz yardım sağlamadıkları için açık biçimde eleştirir.
 
Cezayir konuşması, sosyalist denilen bu ülkelerin uluslararası dayanışmaya bu riayetsizliklerine karşı hakiki bir iddianame oluşturur. O halde Che’nin Cezayir’den döndükten sonra Küba’da bir daha asla halk önüne çıkmaması bir tesadüf değildir. El altındaki tüm belgelere ve tanıklıklara bakarak bugün öyle görünmektedir ki Sovyet yöneticileri Kübalı yöneticilere onun artık istenmeyen adam haline geldiğini, Küba Devrimini artık hangi sıfatla olursa olsun temsil edemeyeceğini ve dolayısıyla onu saf dışı bırakmak ya da ona başka bir iş bulmak gerektiğini açık biçimde bildirmişlerdir. Bu, Che’nin yaşamının son yıllarında neler olduğunu, 1966’da Kongo’daki varlığını ve bir sonraki seneki Bolivya seferini anlamaya imkân tanıyan nedenlerden – kuşkusuz tek neden olmamakla birlikte – biridir. 

Yüzyılın trajedisindeki bu aceleci parkur bizi, bugün devrimci sol da dâhil olmak üzere çokça tartışılan, Che’nin eyleminin kimi zaman belki sempatik ama gerçekliğe yabancı romantik ve başarısızlığa mahkûm bir delilik olarak takdim edildiği bir soruna götürür. Kişisel psikolojik karakteristiklerinin ötesinde (ki her birimiz kendi payımıza ilk çocukluklarımızın travmalarının ve tuhaf itkilerimizin izini taşırız) Che’nin tercihleri ve davranışı neyin kavgasının verildiğine ilişkin tikel biçimde derin bir siyasi bilinçten, büyük güçlerin çatışmalı ortaklıklarıyla ve tırmandırılan Vietnam savaşının tarihsel sınavıyla damgalı uluslararası durumun gerçekliğine dair korkunç bir zihin berraklığındaki bir kavrayıştan kaynaklanmaktadır. Onun kararları siyasidir. Düşünce ile eylemler arasında – devrimcilerin kararlarındakiler de dâhil olmak üzere – pek az rastlanan mükemmel bir uyumu dile getirirler. Bir zamanlar Saint-Just için söylenmiş olanı onun için de söylemek mümkündür: o “bir eylemler düşünürü” olmuştur.
 
Son metinlerinde, özellikle de çoğunuzun en azından zikredildiğini duymuş olduğu Tricontinental’e ünlü mesajında yazdıkları basit, neredeyse “banal” şeylerdir. Ama bunlar kendisini devrimci mirasın mutemeti sayıp da bunun gereğini yerine getirmeyen çok sayıda kişi açısından acımasız bir meydan okuma olarak yankılanmaktaydı. Bu cümlecikleri biliyorsunuz.
 
“Her devrimcinin görevi devrim yapmaktır”. Tabii ki. Elbette. Ama bu, o bağlamda, devrim yapmamanın bir yolunu aramakla kalmayıp durumun rantını yöneten ve halkların kurtuluş çabalarını torpilleyen tüm sözümona devrimcileri ifşa etmenin bir yoluydu.
 
“Ya sosyalist devrim, ya da devrimin karikatürü”: eski dünyadakilerle aynı alışkanlıklarla, aynı yöntemlerle, aynı iktidar ilişkileriyle, aynı çalışma kavrayışıyla yeni bir toplum ve yeni bir insanlık inşa edilmez. Toplumsal ilişkileri gündelik hayattakilere varıncaya kadar tüm veçhelerinde derin biçimde alt üst etmek gerekir. Bizim açımızdan büyük önem taşımış olan bir metninde, “Küba’da Sosyalizm ve İnsan”da Che, düşüncede bir yenilenmeye, dogmalardan sıyrılmaya, bir devlet ortodoksluğunun ağır kültüründen kopmaya çağrıda bulunarak sosyalist denilen ülkelerdeki resmi edebiyata ve resmi felsefeye varıncaya kadar ne var ne yok eleştirir.
 
Bürokratik yapının yükü yerinden kıpırdatmak için öylesine ağırdı ve bunun için öylesine bir enerji ve gayret gerekiyordu ki kopuş elbette tehlikesiz olmayacaktı. Bazıları Che’yi volontarizminden – diğer bir deyişle gerçeklikten ayrılan aşırı bir istençten – ya da goşizminden ötürü suçladılar. Ne yazık ki, bizzat kendisi son mücadelelerinde çelişkili bir durumun, barbarlıkla neredeyse umutsuz saate karşı bir yarışın bütünüyle bilincindeydi. Tricontinental’e mesajında Amerikan müdahalesi karşısında “Vietnam halkının trajik yalnızlığı”ndan söz eder. Bu trajik yalnızlık aynı zamanda onun Bolivya’daki kendi yalnızlığıdır. Bu onun yalnızlığıdır. Bu der “insanlık tarihinin mantık-dışı bir anının” sonucudur. Mantık-dışıdır çünkü halkların ayaklanıp baskının boyunduruğunu sarstıkları bir zamanda verecekleri desteğin pazarlığını yapmaksızın onların safında yer alması gerekenler ortada görünmemekte ve hatta tekere çomak sokmaktadırlar.
 
Son olarak Che’nin Bolivya’daki, ıssız ve neredeyse kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgede anlamsız bir kalkışma gibi görünen, Dindo’nun filminin yüreğe işleyen bir tarzda anlattığı dokunaklı yürüyüşü umarsız bir mantıktan yola çıkar. Cezayir’deki konuşmasından sonra Küba’ya dönüşü yasaklanan Che, Kongo’da bağımsızlıktan ve Lumumba’nın katlinden sonra Afrika devriminin yeni bir evresini başlatmaya kalkışmıştı. Başarısızlık yürekler acısıydı. Che her şeye rağmen, Küba Devriminin Amerikan kıyılarının menzilinde dünya üzerinde yalıtılmış kaldığı takdirde yavaş yavaş kardeş ülkelerin koşullarına ve buyruklarına katlanmaktan, onların bürokratik sultası altına girmekten başka bir şey yapamayacağına dair güçlü bir kanıya sahip olmayı sürdürüyordu. İcap eden devrimci görev, o andan itibaren – başarılı olsun ya da olmasın – döngüyü kırmak, kuşatmayı yarmak için, dolayısıyla en yakından, karış karış gezmesi sayesinde tanıdığı bu kıtadan başlayarak devrimi yaymak için elinden gelen her şeyi yapmaktı. Proje kuşkusuz fazlasıyla muhteris ve ölçüsüzdü ama siyasi mantıktan yana bir kusuru yoktu. Söz konusu olan Bolivya’da iktidarı almak değil, Bolivya’yı kıtasal bir yıkıcılığın kalkış noktası haline getirmek üzere en az beş ülkeden birkaç yüz savaşçıyı bir araya getirmek ve eğitmekti.
 
Che “İki, üç, daha fazla Vietnam” sloganını atarken birçoklarının “hatalarının kurbanı olarak” öldüklerini eklemekteydi. Bu hatalardan daha az vahim olmayanlarını bizzat kendisi de işlemişti. Öncelikle de sonradan kurbanı olacağı Sovyet yöneticilerinin ve Bolivyalı resmi komünist liderlerin sabotajlarını hafife alma hatasını. Benigno’nun anlattığına göre Parti Genel Sekreteri Mario Monje ile karşılaşmasının ardından kendisiyle bu işe girişen bir avuç Kübalı’yı 1 Ocak 1967’de toplayıp, koşulların öngörülen koşullar olmadığını, görevin çok çetin olacağını, bu durumda kendilerini hiç utanç duymadan bu yoldan vazgeçmekte özgür hissedebileceklerini açıklamış, ancak hiçbiri bunu yapmamıştı. Siyasi ve tarihsel bir çıkmaza sıkışıp kalsa da onun mücadelesi hâlâ bir anlama, bizim de buna mukabil kendi hesabımıza derleyip aktarma sorumluluğumuz olan bir mesaj, aktarılacak bir miras anlamına sahip olabilirdi.
 
Her insani figür gibi, Che’nin kişiliğinin de tezatları, sınırları, kusurları vardır. Kimse ya da neredeyse hiç kimse onun kişiliğinin ön plana çıkan bazı özelliklerini tartışma konusu yapmamaktadır: ödünsüz bir adalet, ayrıcalıklardan eşitlikçi bir nefret, inatçı bir cesaret. Bu iyi vasıflara sertlik de eşlik etmektedir. Çünkü güçlü ve hayasız bir düşmana karşı ölümüne savaş bir gala gecesi yemeği değildir. Aynı zamanda hasta olduğundan başkalarına bizzat kendisine de uyguladığı bir sertliği dayatmaktadır. Ortam, koşullar ve davranışlar her zaman tartışılabilir.

Bize gelince, her şeyden önce onun deneyiminin siyasi sınırlarını bu deneyimin katkısını azaltmaksızın saptamak önemlidir. O bizzat kendisi de çok hızlı gelişen Küba Devriminin – Granma çıkarması ile Havana’ya giriş arasında, hayatta kalmış bir avuç kazazedenin ilk çarpışmalarıyla asiler ordusunun zaferi arasında üç yıldan az zaman vardır – oldukça tikel deneyimi içinde yetişmiştir. Sıklıkla, bizzat kendi aktörleri tarafından sürdürülen Küba Devrimi efsanesi, sanki devrim Fidel ve havarilerinin zafer yürüyüşünden ibaretmiş gibi, öncülleri, tarımsal ve kentsel bir toplumsal hareketin varlığını, ağların rolünü, kahramanların çoğulluğunu gölgede bırakarak basitleştirilmiş destana bağlı kalır. Yine de aktörlerin bizzat kendileri efsanelerinin doğruluğuna ivediliğin baskısı altında örnek alınacak eyleme, öncünün gözüpekliğine ölçüsüz bir değer atfedecek raddede kendilerini inandırabilmişlerdir. Önde yürümek, yolu göstermek, kelleyi koltuğa almak, savaşa yürümeye, inanılmaz mevziler ele geçirmeye, enerjileri coşturmaya bir savaş süresince imkân tanır. Lakin zaman içinde inşa etmek, ekonomiyi dönüştürmek, kültürde devrim yapmak söz konusu olduğunda yöntemin sınırları ortaya çıkar. Bunun için örgütlenmiş çokluğun ortaklaşa zekâ ve enerjisine, çelişkilerin çözülmesi için gerekli çoğulcu ve demokratik bir kültürün özümsenmesine ihtiyaç vardır. Bunun için sabır ve zaman gerekir.
 
Che acelesi olan adamın modeliydi. Nihayetinde yüzyılın büyük felaketlerinin kendisini adım adım izlediği duygusuyla dünyadan koşarcasına geçti. Oysa çalışmaya veya mücadeleye bireysel adanmışlığın, ayrıcalıklara karşı bir lokma bir hırka anlayışının ve çileciliğin gerillanın askeri üslubunun artık yeterli olmadığı kurumların, kuralların, kolektif deneyimlerin yerini doldurması mümkün olmayacaktı.
 
Bu zayıflık anlaşılabilir bir şeydir. Latin Amerika devrimci hareketinde altmışlı yıllar savaş ufkunun tahakkümü altındadır. Savaş deyince elbette Soğuk Savaşın (Küba füze kriziyle örneklenen) istikrarsız dengesi içine gömülmüş Vietnam Savaşı ve Cezayir Bağımsızlık Savaşının üzerinden pek az zaman geçmiştir. Savaşta müttefiklerle düşmanlar arasındaki ayrım pek nüans kaldırmaz. Karmaşık sorulara yalın ve süratli cevaplar getiren otorite ve kumanda ilişkileri kaçınılmazdır. Ne var ki bu şartlara bağlı etkinliğin de sınırları vardır. Bizim Che’ye eleştirel tanıklığımız ona borçlu olduklarımızdan hiçbir şey eksiltmeksizin günümüzde işte bu sınırlara ilişkin olacaktır.
 
Böylesi bir kişiliğin militanlıkta ne yazık ki şimdiden birkaç onyılı geride bırakmış bir nesil – benim mensup olduğum nesil – açısından önemi üzerinde uzun uzadıya durdum. Onu yürek karartıcı bir tapınma nesnesi değil de faydalı ve canlı bir şeyler haline getirmek istiyorsak şimdi mirasın güncelliğine dönmek önem taşır. Varlığının Latin Amerika’da ve dünyada niçin hâlâ bu kadar etkili olduğunu anlamak gerekir.
 
Bu bir bakıma, Kübalı Mella veya Perulu Mariategui gibi diğer büyük Latin Amerikalı devrimci simaların ardından Che’nin Stalinist olmayan, kararlı biçimde enternasyonalist ve bürokrasi karşıtı bir devrimci örneği vermesi nedeniyle böyle olmuştur. Bu bakımdan Meksikalı Zapatistler bu gelenekten bir şeyleri devam ettirmekteler. SSCB’nin parçalanmasının, Körfez Savaşının ertesinde, gezegen ölçeğinde liberal saldırının tam ortasında, ABD ile serbest ticaret anlaşmasının imzalandığı sırada, San Cristobal de las Casas’taki 1 Ocak 1994 ayaklanmasında sergilenen inanılması güç cesarette Che’nin esprisinden bir şeyler mevcuttur. Bu koşullar altında isyan bayrağını çekmek çağın rüzgârlarının tersine bir akım, tarihin ilan edilmiş yönünün havını tersine tarama gibi görünür. Oysa bu tam Che usulü yazgıya bir direniş ve zamanın ruhuna bir meydan okuma eylemidir.
 
Bu süreklilik önemliyse de, Latin Amerika’da otuz yıldan beri Şili’de Halk Birliği ve diktatörlük, Uruguay’da ve Arjantin’de askeri darbeler, Kolombiya’da gerilla hareketleri, Orta Amerika’da mücadeleler, Brezilya’da sendikal bir hareketle bir işçi kitle partisinin doğuşu gibi başka birçok deneyim birikimi oldu. Tüm bunlar daha demokratik, daha çoğulcu, toplumsal, sendikal, tarımsal örgütlerin özerkliğine daha bağlı yeni bir siyasi kültür oluşturmaya katkıda bulunuyor. Zapatist ironi tarafından gerçekleştirilen bu yön değiştirme, bir “hayat kahramanlığı”nı savunmaları bu gelişmelere kendi tarzınca tanıklık ediyor: “Biz” diye yazıyor Kumandan-Yardımcısı Marcos “bizden ölüme tapınmanın tevarüs edilmesini istemiyoruz. Mücadeleye tapınmayı miras bırakmak istiyoruz. Ve burada denildiği gibi, mücadele etmek için hayatta olmak gerekir; ölü olarak mücadele edilemez. Doğrusu şu ki askeri eğitimimizin hayli önemli bir bölümü ölmemeyi hedefliyordu: onlara ‘bir savaşçının ilk vazifesi ölmemektir’ diyorduk.” Bu durum onların hayatlarını tehlikeye atmalarına engel olmadı ve hâlâ da olmuyor.
 
Che’nin dünyadaki imgesi her şeyden önce eylem halinde bir enternasyonalist, emperyal küreselleşmenin talanlarına ve sefaletine teslim edilmiş bir dünyanın yenilmez karşıtı imgesi olarak kalıyor. Onun güncelliği ve parıltısı da bundan kaynaklanıyor. Bu sinik ve ahlakını yitirmiş dünyada o ahlak ile siyaset arasında uyumun mümkün olduğunu, politikanın ille de ahlaksız, ahlakın da ille de apolitik olması gerekmediğini ve iki ucun birlikte tutulabileceğini kanıtlıyor. Onun gençliğin gözünde sahip olduğu saygınlık aynı zamanda onun iktidara değdikten sonra gücünü tekrar tek ülkede son bulamayacak bir mücadelenin hizmetine sunmak üzere iktidarı terk etmeyi becerebilmiş belki de yegâne devrimci örneğini temsil etmesinden geliyor. O bugün hâlâ sizin ilginizi çekiyor ve sizi kendisine çekiyorsa eğer, bu işte tüm bu nedenlerle ve aynı zamanda 39 yaşında ölmüş hâlâ genç imajının gençliği ve devrimi bölünmez biçimde birleştirmesi nedeniyle oluyor.
 
Türkçesi: Osman Binatlı