Ayhan, epritilmesi uzun süre mümkün olmayan bir konu. Üzerinde dolaşan sessizlik haresi sesini kısmak bir kenara, yan masada atılan dobra bir kahkaha veya sunturlu bir küfür gibi daha da pesleştiriyor. Özgün eserlerinden verdiği röportajlara, bir sözün kırk farklı hali onun lügatinde hala berceste.
Peki, onu bu kadar ünik yapan şeylerin başında gelen ne, tam olarak? Onda bir yaşam coşkusunu kırılganlaştıran, ötekinin yüzüne, tarihine atılan bakışı bulmamız mı? Yoksa ortalıktan sıvışır gibi kendi cenazesini uzun bir ölüm gibi kurmuş olması mı? Her halükarda bastırılan söz ne ise, onun su yüzüne çıktığı dizeleri görmezden gelemeyiz. “Ayhancı” olmak, bir an için bile olsa, işten değildir.
I. Bastırılanın dönüşü olarak şiir
Şiir sanatı üzerine daha önce de yazılar kaleme aldım, ancak mesele Ayhan’ın corpus’u olduğunda insan yaş notaya basmadan bu müziği nasıl duyuracağını bilemiyor. Her halükarda, sözü onun dizelerine bir an olsun bırakmakta fayda var.
“Evet, kimse artık onun peşinde değil. Peki ama gerçeklik nereye gidiyor? Aşk ve şiir nereye?”
Ayhan’ın şiirden bahis açıldığında “iyi yaşam”, “mutluluk”, “insanlık” değil de, kaygı duyduğu mesel olarak “gerçekliği” işaret etmesi boşuna değil. Onun açısından gerçekten de şiire gerçeklik binasıyla cebelleşme misyonu yüklenmiştir. Gerçi bu cebelleşme, var olan yapılara, harc-ı alem tabirle “yamuk bakmaların”, çatlaklardan yürümelerin bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Dil denilen inşa da -ki belki hatırlatmakta fayda var, Farisi literatürde bugünkü poetika sözcüğü yerine inşa sözcüğü kullanılırdı- elbette kimi sözü bastırır, kimi hoşuna giden sözceleme yol verir. Oysa hakikatin sırrının göründüğü yer, binada dönen Ece Ayhan’ın tabiriyle “cumhur sikişi”ni yakaladığımız perde arası bakış, şairin gözüne aittir. Tekrar, Ece Ayhan’dan.
“Gerçeklikte şiir fuhuşla iç içe gider. Böyle yaşayabilir ancak. Benim senli-benli deyişim budur.”
Bu haliyle bakıldığında Mao’nun “muzdarip olduğumuz hastalığın adı Tarih’tir”, kim bilir belki de bu frengidir, sözünü hatırlamamak mümkün mü? Arka odada fısıldanan söze kulak kabartmadan, poker masasındaki bahsin de bir gerçekliği olmayacağı aşikâr.
II. “Şair bir tarihçi midir?”
Evet, genelde Ece Ayhan’a simgelenen soru buydu. Şairin görevi tarihçiliğe soyunmak mıdır? Bugünkü popüler tabirle, ezilenin öteki tarih yazımını “kolsuz bir hattat” misali kâğıda kazımak mıdır şairin yazgılı olduğu icra?
Buna “hayır” cevabı verecek insan, edebiyatçı çok olsa da Ayhan’ın esasen hiçbir zaman tarihçi olmaktan yüksünmemesi bir yana, öyle bir iddiası da olmamış. Girift dizelerini okurken tarihten meselelere ve mesellere sıkça tersinden bir panorama sunması, onun alamet-i farikalarından elbet. Ancak öyleyse bile, şiirin günübirlikle olan alışverişinde, ölümsüzü aradığı radde olarak Tarihin seyrini bulduğu için onu suçlayabilir miyiz?
Bugünün yenilenleri, onun satırlarında, dizelerinde belirdiğinde, gelecekteki bir başka mücadele için de işaret fişeği fitilleniyor. Bunu unutmadığı (Eloğlu’nun deyimiyle “hiç unutmam hiç unutmam”) için Ayhan’ı yer altı frekanslarından mülhem, ebcet işi şiirlerin yazarı demeye getirebilir miyiz? Şu düzyazı şiire bir göz atalım:
Gözkapaksız, şeytandan biri, çekiyor tramvay paramı benim. Arada sırada böylecik kente inip uzun üzüldüğüm ve sarsıldığım olur. Otelde, onun (Ceset’imin) yatağında yatarım. (…) Kolaylıkla sever, bir kemerin altından geçer, kolaylıkla unutur bir ne gizli yahudiyimdir ben.
Gizli Yahudi, Bakışsız bir Kedi Kara, 1965
Bu iç burkucu kadifeden şarap rengi şiirlerin beyliğini çektiği bir başka an için:
Ey orta ikiden ölerek ayrılan çocuklar! aslında başlayan
askerler tabiatta hala tramvayda Sirkeci’de mi inerler?
süsüne kaçılmamış bir cenaze törenine gitmek için.
Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler, Devlet ve Tabiat ya da Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler, 1973
İlk bakışta kapalı görünse de, temelden bir derdi olduğunu söylemek hala mümkün bu şiirin, insanın kurduğu harami düzenin, doğa karşıtı edinimleriyle. Hâlbuki Ayhan, beğendiği, bir kuramcı olarak gördüğü İdris Küçükömer’in teorilerini denemelerinden de anlarız ki oldukça karikatürize etmiştir. Kaba bir avam-seçkin çelişkisiyle okunmasına rağmen, ona şair içgüdüleri halk, Cihat Burak’ın kimi deyimiyle süfail-i failun ile seçkin tabaka arasındaki çelişkilerin esasında başka bir tarihsel periyoda açılacak bir gedik olacağını hissettirmiştir.
Ancak Le Guin’in dediği gibi “gerçek yolculuk geri dönüştür”.
III. Bir polemikçi olarak Ayhan
Ayhan’ın insana ve topraktan biter gibi bir havaya bürünen Tarih’e sırnaşmamasının, kötümser girift tabiatıyla da birleşince marazi bir yaşlılığa dönüştüğü doğrudur. Pek çok ismi acımasızca, alayla karışık yermiş, kendi mıntıkasına zeval vereceğini düşündüğü her türlü otu, kaknem sesi ötelemiştir.
Çoğu zaman hıyarlık derecesine varan bu kibir, en nihayetinde kötücül bir tabiata sürüklemiştir onu. İçerisindeki hakikat çizgisine sadık kalmakla, bu çizgiyi silikleştirir gördüğü herkese marazlanmak arasında gidip gelse de, bunu fazla büyütmekte bir fayda yoktur. Yaşar Kemal’e taktığı “İbrahim Tatlıses” takısı gerçekten yakışıksız olsa da, onun buyurduğu yerden bir anlamı olsa gerek.
Ayhan, tavizsiz bir eleştirmen, cengi kalemiyle yürüten bir bıçkın olagelecektir.