İmdat Freni

coronavirus

Sosyal bir hastalık: Çin’deki mikrobiyolojik sınıf savaşı – Chuang Dergisi

Gerçek şu ki, bu sağlık krizleri, kapitalizm altında üretimin ve proleter yaşamının doğasında yer alan bir dizi yapısal çelişki sonucu gerçekleşebilir hale gelen kendi kaotik, döngüsel tekrarlama modellerini izliyor. İspanyol Gribi örneğinde olduğu gibi koronavirüs de toplumun temel sağlık hizmetlerindeki bozulmadan dolayı en başından itibaren hız kazanarak yayılabildi. Ancak bu bozulma tam da büyük bir ekonomik gelişimin ortasında gerçekleştiği için, ışıltılı şehirlerin ve devasa fabrikaların ihtişamının ardına gizlenmişti. Gerçek şu ki, Çin’deki kamu harcamalarından sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ayrılan pay son derece düşük kalırken, çok daha fazlası tuğla ve harç altyapısına, köprülere, yollara ve üretime ucuz elektrik sağlamaya gidiyor.

Fırın

Wuhan kasvetli, sıcak ve nemli yazlarından ötürü halk arasında Çin’in “dört fırınından” bir tanesi olarak bilinir. Bu ününü çok eski zamanlardan beri, Yangtze Nehri Vadisi boyunca uzanan Çongçing, Nankin ve Nanchang ya da Çangşa şehirleriyle paylaşır. Ancak bu dördünün içinde Wuhan kelimenin tam anlamıyla bir fırındır: çelik, çimento ve Çin’in inşaat endüstrisinin çekirdeğini oluşturan bu devasa şehirde aynı zamanda devlete ait demir-çelik dökümhaneleri vardır ve durmadan artan üretim kapasitesi tartışma konusudur. Son beş yılda büyük grev ve protestolara yol açan bu sorunlar yüzünden küçülmeye gidilmesi ve işletmelerin özelleştirilmesi tartışılmaktadır.  Şehrin Çin’in inşaat başkenti olması, aslında küresel ekonomik kriz sonrası dönemde önemli bir rol oynadığı anlamına gelir. Bu yıllarda yatırım fonları altyapı ve gayrimenkul projelerine aktarılarak Çin’in büyümesi sağlanmıştır. Wuhan, bu büyümeye yalnızca ürettiği inşaat malzemeleri ve yetiştirdiği inşaat mühendisleriyle değil, aynı zamanda emlak sektöründe yaşadığı patlamayla da destek olmuştur.  Hesaplamalarımıza göre 2018-2019 arası Wuhan’daki inşaata ayrılan arsaların toplam alanı, Hong Kong adası kadardır.

Ama kriz sonrası Çin ekonomisini harekete geçiren bu fırın, şimdi tıpkı demir-çelik dökümhanelerindekiler gibi, yavaş yavaş soğuyor. Artık bu yalnızca ekonomiyle ilgili bir metafor değil, bir zamanlar kalabalık olan sokaklar bir aydan uzun süredir devlet kararıyla boşalmış durumda. Çin Komünist Partisi’nin propaganda bölümünce çıkartılan Guang Ming Daily Gazetesi bunu şu başlıkla duyuruyor: “Yapabileceğiniz en büyük katkı: bir araya gelmeyin, kaosa neden olmayın.”

Bugün, Wuhan’ın geniş caddeleri ile çelik ve camdan yapılmış ışıltılı binaları soğuk ve bomboş.  Kış giderek etkisini yitirir ve Yeni Ay Yılı başlarken şehrin geniş kapsamlı karantina altına alınması, bu sessizliğin nedenini oluşturuyor. Yeni koronavirüs (güncel olarak “SARS-CoV-2” şeklinde yeniden adlandırılan virüs ve hastalığı “COVID-19”) salgınının iki binden fazla insanı öldürmesi– önceki kuşak olan SARS 2003 salgınından daha fazla- karşısında Çin’deki herkese kendilerini tecrit etmeleri şiddetle öneriliyor. Tüm ülke SARS salgını sırasında olduğu gibi şimdi de tecrit altında. Okullar kapalı ve tüm ülke genelinde insanlar eve hapsolmuş durumdalar. 25 Ocak’ta başlayan Yeni Ay Yılı için neredeyse tüm ekonomik faaliyetler zaten tatile girmişti ama salgının yayılmasını engellemek için bu bir ay uzatıldı. Çin fırınları sönmüş ya da en azından közler küllenmeye başlamış görünüyor. Ancak, bu büyük nüfusa koronavirüs bulaşması nedeniyle insanların yükselen ateşi yüzünden şehir başka türlü bir biçimde fırın gibi yanıyor da olabilir.

Özellikle Tayvan ve Hong Kong kaynaklı Facebook hesaplarından, salgının Wuhan Virüs Bilim Enstitüsü’nden bir virüs suşunun (suş: mikrobiyolojik varlıkların henüz olgunlaşmamış kök, başlangıç, ilk hali. Çn.) komplo ve / veya kaza sonucu yayıldığına ilişkin gerçeklerle bağdaşmayan ve paranoyakça yapılan suçlamalar,  şimdi Batılı muhafazakâr ve askeri çevreler tarafından da destekleniyor. Virüs salgını, sebze ve meyvenin yanı sıra nadir bulunan vahşi hayvanların, yarasa ve yılanların da satıldığı yarı-yasal konumdaki ‘ıslak pazar’ olarak bilinen yerlerle ilişkilendirildiği için, Çin halkı “kirli” veya “garip” yiyecek tüketme eğilimi nedeniyle suçlanıyor. (Her ne kadar bunun bir kanıtı olmasa da.) Bir dizi makalede farklı gerçeklere işaret edilse de, Çin’e karşı düşmanca ve oryantalist bir dil kullanılan birçok haberde, kaza ya da komplo içerikli bu iki tema ele alınıyor. Ancak buna karşı yazılanlarda bile medyada yaşanan bu çılgınca tutumun ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmaktan çok, virüsün kültürel olarak nasıl algılandığına odaklanılıyor.

Bu tutumun biraz daha karışık bir çeşidi ise, en azından ekonomik sonuçlarını anlıyor olsa bile,  retorik bir etki yaratmak için olayın politik potansiyelini abartarak öne çıkartıyor. Burada vatan kurtaran kahraman rolü oynayanlardan liberalce mızmızlananlara kadar uzanan politikacılardan oluşan, her zamanki olağan şüphelileri buluyoruz. National Review’dan  New York Times’a kadar, her ne kadar havada bir isyan kokusu olmasa da, salgının ÇKP’ye karşı bir “meşruiyet tartışması” başlatabileceğini yazıyorlar. Ancak bu varsayımların asıl özünü, karantinanın ekonomik boyutlarını kavrayabilmeleri oluşturuyor. Hisse senedi portföyleri kafataslarından daha kalın olan gazetecilerin bu yetenekleri, kolayca kaybedecekleri bir şey değildir. Çünkü gerçek şu ki, hükümet tecrit çağrıları yapsa bile, insanlar bir süre sonra üretime geri çağrılarak çalışmaya zorlanabilirler. Son tahminlere göre, salgın Çin’in gayri safi yurtiçi hasılasını otuz yılın en düşük seviyesine çekerek, ekonomik büyüme hızının yüzde 5’e düşmesine neden olacak. –bu, geçen yıl yüzde 6 olan zayıf büyüme oranının da altında- Bazı analistler, yılın birinci çeyreğinde büyümenin yüzde 4 veya daha aşağı düşebileceğini ve bunun bir tür küresel durgunluğu tetikleyebileceğini söylüyor. Daha önce akla bile getirilmeyeni soralım: Çin fırını soğumaya başladığında küresel ekonomiye ne olur?

Çin’in kendi içinde, gelişmelerin ne yönde ilerleyeceğini tahmin etmek zor olsa da az rastlanır bir durum ortaya çıktı ve toplumun kolektif bir biçimde sorgulanıp ve öğrenilmesi süreci başladı. Salgın doğrudan, (en ılımlı tahminle) yaklaşık 80.000 kişiyi enfekte etti ama günlük yaşamı kapitalizm koşulları altında geçen 1,4 milyarlık nüfusun bir şok dalgası etkisiyle istikrarsız koşullar içinde sıkışıp kalmasına yol açtı. Bu ürkütücü durum herkesin aynı anda birçok sorular sormasına neden oldu: Bana ne olacak? Çocuklarım, ailem ve arkadaşlarım? Yeterli yiyeceğimiz var mı? Ödeme alacak mıyım? Kira ödeyecek miyim? Bütün bunlardan kim sorumlu? Garip bir biçimde, bu öznel deneyim adeta bir genel greve benzetilebilir. Ama kendiliğinden değil, yukarıdan aşağı ve özellikle kimse istemediği halde gidilen bir grev gibi. Tecrit nedeniyle toplumun atomlarına kadar ayrışması, tıpkı geçen yüzyılın gerçek genel grevleri kadar net bir biçimde, boğuştuğu sorunları aşamayan politikalarımızı yüzümüze vurarak, yaşadığımız çelişkileri sergiliyor. O halde karantina, ortak geleceğin ruhunun ve ekonomisinin her ikisine birden, bu toplumsal şoku derin bir biçimde kazımış bir grev gibidir. Sadece bu gerçek bile onu düşünmeye değer kılar.

Tabii ki, ÇKP’nin artan prestij kaybıyla ilgili oluşturulan tahmin edilebilir ve saçma spekülasyonlar, New Yorker ve The Economist’in vazgeçilmez küçük oyunlarından biridir. Bu arada her zamanki medyayı susturma uygulamaları devam ediyor ve oryantalizmle ideolojik bakış açılarının kısır döngüsüne karşı mücadele eden bir web sitesine karşı ırkçı kitle iletişim araçları yoğun bir polemik sürdürmeye çalışıyor. Ancak bu tartışmanın neredeyse tamamı, bu tür hastalıkların ilk etapta nasıl üretildiğine dair sorulara girmeden, betimleme seviyesinde kalıyor ya da en iyi ihtimalle çevreleme politikası ve salgının ekonomik sonuçlarından bahsedecek seviyede kalıyor. Fakat bu yeterli değildir. Şimdi, zaman aslında koronavirüsün başından sonuna kadar kapitalizmin kendisi olduğunu ortaya çıkarmak için maskeyi kötü adamın yüzünden çekmek amacıyla oynanacak bir “sevimli Marksist” oyunu zamanı değildir! Bunu böyle algılamak rejim değişikliği için havayı koklayan yabancı eleştirmenlerden daha kurnazca olmayacaktı. Elbette kapitalizm suçludur ama sosyal-ekonomik alan biyolojiyle tam olarak nasıl etkileşime girer ve tüm deneyimden ne kadar derin dersler çıkarılabilir?

Bu anlamda salgın, düşünmek için iki fırsat sunmaktadır: Birincisi, kapitalist üretimin insansız dünyayla nasıl daha temel bir seviyede ilişki kurduğuna dair önemli soruları gözden geçirebileceğimiz öğretici bir açılımdır. Kısaca “doğal dünya” mikrobiyolojik alt katmanı da dahil olmak üzere, toplumun üretimi nasıl organize ettiğine bakılmaksızın anlaşılamaz (çünkü ikisi aslında ayrı değildir). Aynı zamanda komünizm adına değer katacak şeylerden biri de, doğadan yana olmanın tümüyle politik bir niteliğe bürünmesinin taşıdığı potansiyelin hatırlanmasıdır. İkincisi, Çin toplumunun bugünkü tecrit anını,  kendi durumumuz hakkında düşünmek için de kullanabiliriz. Bazı şeyler ancak her şey beklenmedik biçimde yavaşladığında netleşir ve daha önce gizlenmiş çelişkiler görünür hale gelir.

Aşağıda her iki soruyu da araştıracağız. Sadece kapitalist birikimin bu tür salgınları nasıl ürettiğini değil, aynı zamanda pandemi anının kendisinin nasıl çelişkili bir siyasi kriz örneği olduğunu ve bunu çevreleyen dünya kontrol sistemlerini günlük yaşamı daha fazla kapsayacak biçimde kullanmak için mazeretler sunarken bunun, insanların görünmeyen potansiyellerini ve bağımlılıklarını nasıl görünür kıldığını ortaya koyacağız.

Salgın Hastalıkların Üretimi

Mevcut salgına (SARS-CoV-2) neden olan virüs, selefi SARS-CoV 2003 gibi, ondan önceki kuş gribi ve domuz gribi gibi, ekonomi ve epidemiyolojinin bağlantı noktasında ortaya çıktı. Bu virüslerin çoğunun hayvanların isimlerini alması tesadüf değildir: Yeni hastalıkların insan popülasyonuna yayılması hemen hemen her zaman bu tür enfeksiyonların insanlara hayvanlardan atladığını söylemenin teknik ismi olan “zoonotik transfer” denilen şeyin ürünüdür. Bir türden diğerine yapılan bu sıçrama, hastalığın gelişmeye zorlandığı ortamı oluşturan yakınlık ve temasın düzenliliği gibi etkenlerle koşullandırılır. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki bu ortak zemindeki değişim, bu tür hastalıkların evrimleştiği koşulları da değiştirir. Dört fırının altında, dünyanın endüstriyel merkezlerini çevreleyen daha temel bir fırın yatıyor: kapitalist tarım ve kentleşmenin evrimsel düdüklü tenceresi. Bu daha yıkıcı salgınların doğup zoonotik sıçramalarla dönüşerek daha saldırgan bir hastalık olarak insan nüfusuna yönelmesi için ideal bir ortam yaratıyor. Bu sürece, ekonomik büyümenin tarımsal ekonomiyi yerel ekosistemleri yok edici biçimde geliştirmesi sırasında rastladığı “vahşi” türler ekleniyor. Koronavirüsün en son örneğinin “vahşi” bir kaynaktan çıkıp sanayisi ve kentleşmesiyle küresel ekonominin merkezlerinden bir yerden yayılması, yeni bir salgın hastalıklar döneminin ekonomik ve politik olmak üzere her iki boyutunu da içerir.

Buradaki temel fikir, Robert G. Wallace gibi solcu biyologlar tarafından kapsamlı bir şekilde geliştirildi. Wallace’ın 2016’da çıkardığı “Big Farms Make Big Flu” (Büyük Çiftlikler Büyük Grip Yaratır) adlı kitap kapitalist tarım ticareti ve SARS’tan Ebola’ya uzanan salgınlar arasındaki nedensellik bağını açıklayan ayrıntılı bilgi veriyor. [i] Bu salgınlar, ilki endüstriyel tarım ekonomisinin ortaya çıkışı çerçevesinde, ikincisi bunun yapıldığı topraklarda olmak üzere iki kategoriye ayrılabilir.  Kuş gribi olarak da bilinen H5N1’in yayılmasını takip ederken, üretken bir esastan kaynaklanan salgınlar için coğrafyanın birkaç temel faktörünü özetlemektedir:

Çok yoksul ülkelerin birçoğunda kırsal manzara, gelişigüzel çalışan çiftliklerle gecekondu mahalleleri iç içe geçmiş olarak görünür. Denetlenmeyen ilişkiler, korunmayan araziler, H5N1’in insana özgü özellikleri de içeren genetik çeşitlilik geliştirme olanağını arttırır. H5N1 hızla üç kıtaya yayılırken, aynı zamanda yaygın taşıyıcıların olduğu tavuk çiftlikleri ve hayvan sağlığı istasyonları gibi sosyoekolojik ortamlarla bağlantı kurar. [ii]

Bu yayılma elbette kapitalist ekonomik coğrafyayı oluşturan küresel meta hareketleri ve düzenli işgücü göçlerinden kaynaklanır. Sonuç olarak virüs, bir tür “en üste tırmananın seçilmesi” yarışı gibi, en uygun değişkenlerin bir araya gelip diğerlerinin elenmesiyle, daha kısa sürede daha çok evrim geçirir.

Ancak zaten ana akım medyanın da yaptığı gibi “küreselleşmeyi” hastalığın yayılma nedeni gibi göstermek kolay bir iştir. Burada önemli bir ekleme yapmak gerekirse, bu yayılma sürecinin aynı zamanda virüsü nasıl daha hızlı bir şekilde mutasyona soktuğu not edilmelidir. Yine de asıl sorun bunun öncesindedir: Bu tür hastalıkları daha dirençli hale getiren şey dolaşmasından önce, sermayenin işleyiş mantığıdır. İzole haldeki veya zararsız durumdaki virütik etkileri alır, taşıyıcı türler arasında rekabete girerek bulaşma kapasitesini arttırmasına ve yeni bulaşma yolları geliştirmesine yardımcı olur.

Bu virüsler öldürücülük oranına bağlı olarak öne çıkarlar. Kesin olan, daha öldürücü virüslerin taşıyıcısını çabuk öldüreceği için yeterli zaman bulamaması yüzünden, yayılması üzerinde ters etki yaptığıdır. Soğuk algınlığı, bu ilkenin iyi bir örneğidir, genellikle topluma yayılmasını kolaylaştıran, ölümcül etkisini düşük düzeyde tutmasıdır. Ancak bazı ortamlarda bu mantığın tersi geçerlidir: bir virüsün yakınlarında aynı türden çok sayıda taşıyıcısı var ve özellikle bu taşıyıcıların yaşam döngüleri kısalmışsa, virüsün ölümcül etki kazanması evrim geçirme sürecinde bir avantaj sağlayabilir.

Bu çerçevede kuş gribi örneği dikkat çekicidir. Wallace,  “neredeyse tüm nezle alt tiplerinin geleneksel kaynağını oluşturan yabani kuşlar arasında nezle suşlarının yüksek hastalık etkisi göstermediğini” belirtir. [iii] Buna karşılık, bilinen nedenlerden dolayı,  evcilleştirilerek endüstriyel çiftliklerde bir araya getirilenlerle bu salgınlar arasında açık bir ilişki olduğu görünür.

Mono kültürel evcil hayvan yetiştiriciliğindeki genetik gelişmeler, bulaşmayı yavaşlatıcı ve yüksek ateşi önleyici her türlü bağışıklığı ortadan kaldırır. Hayvanların sayı ve yoğunluğu arttıkça, bulaşma olasılığı da artar. Bu tür kalabalık ortamlar bağışıklık direncini düşürür. Herhangi bir endüstriyel üretimin ayrılmaz parçası olan yüksek verim, virüsün öldürücü etkiye ulaşacak biçimde evrimi için sürekli yenilenen bir yakıt kaynağı gibidir. [iv]

Ve elbette, bu özelliklerin her biri endüstriyel rekabet mantığının bir sonucudur. Özellikle, bu çerçevedeki hızlı “iş hacmi” tamamen biyolojik bir boyuta sahiptir: “Endüstriyel hayvanlar uygun büyüklüğe ulaşır ulaşmaz öldürülürler. Herhangi bir hayvana yerleşmiş olan nezle enfeksiyonunun bulaşma eşiğine belli bir hızda ulaşması gerekir […] Daha hızlı üreyen virüsler hayvana zarar verir.” [v] İroni olarak, bu tür salgınları önlemek için belli bir evcil hayvan kitlesini yok etmeler- son zamanlarda dünya domuz arzının yaklaşık dörtte birinin kaybıyla sonuçlanan Afrika domuz ateşi vakalarında olduğu gibi-  virüs üzerindeki uygun evrim geçirme baskısını daha da arttırarak istenmeyen bir etkiye yol açar ve aşırı öldürücü virüslerin evrimini teşvik eder. Buna benzer salgınların tarihsel olarak evcil hayvan türleri arasında ortaya çıkışı, genellikle hayvan toplulukları üzerinde baskının artmasına yol açan savaş veya çevresel felaket dönemlerinin ardından olur. Bu hastalıkların yoğunluğu ve öldürücülüğündeki artışta, kapitalist üretimin yayılmasının inkâr edilemez etkisi vardır.

Tarih ve Etiyoloji

Salgın hastalık, kapitalist sanayileşmenin gölgesi ve aynı zamanda habercisi olarak hareket eder. Çok açıktır ki, Kuzey Amerika’ya çiçek hastalığı ve diğer bulaşıcı hastalıkların taşınması bunun basit bir örneğidir. Salgın hastalıklar, kapitalizm öncesinde Avrupa ve Asya’da kentleşmenin yeni başladığı dönemlerde ticaret yoluyla farklı coğrafyalar arasında taşınarak topluluklar arasında yayılmıştır. Öte yandan, kırsal kesimde önce köylüleri arazilerinden temizleyerek ardından mono kültür hayvancılığın geliştirildiği İngiltere’ye bakarsak, açıkça kapitalizmin yol açtığı salgın hastalıkların ilk örneklerini görürüz. İngiltere’de 18. yüzyılda 1709-1720, 1742-1760 ve 1768-1786’yı kapsayan üç farklı salgın olayı meydana gelmiştir. Her birinin nedeni, savaş dönemlerinin ardından, Avrupa’dan kapitalizm öncesi salgın hastalıklardan normal biçimde etkilenmiş ve bağışıklık kazanmış sığırların ithal edilmesiydi. Fakat İngiltere’de bu enfekte olmuş sığırların piyasaya sürülerek topluma dağılışı Avrupa’dakinden farklı biçimde oluyordu. Dolayısıyla, salgınların, virüsün öldürücülüğünü arttırmasına uygun ortamlar sağlayan büyük Londra işletmelerinde çıkması tesadüf değildir.

Salgınların her biri modern tıbbî ve bilimsel buluşların uygulanması sonucu daha seçici, dar ölçekli, erken ayıklama yoluyla -aslında bu tür salgınların bugün nasıl bastırıldığına benzer biçimde – bastırılmıştır. Bu model haline gelen bu durum, açık bir biçimde ekonomik krizin kendi kendine yaptığının bir benzeridir: tüm sistem yoğun çöküşlerle uçurumdan aşağı kaymak üzereyken olağanüstü kitlesel fedakârlıklarla piyasa/toplum ilişkisinin kurtulması ve ardı sıra teknolojik gelişmeler yapılmasındaki gibi, bu durumda da modern tıbbi uygulamalar ve genellikle geç üretilen aşılar her şey olup bittikten sonra gelerek ortalığın temizlenmesine yarar.

Ancak kapitalizmin anavatanına ait bu örnek, kapitalist tarımsal uygulamaların çevre üzerindeki etkilerinin bir açıklaması ile de eşleştirilmelidir. Erken kapitalist İngiltere’de sığır pandemileri yaşanırken, başka yerlerde çok daha yıkıcı sonuçlar görülmüştür. Muhtemelen tarihsel etkiye sahip en önemli örnek, 1890’larda Afrika’da yayılan büyük sığır vebası salgınıdır. O tarihte görülmesi bir rastlantı değildi: Sığır vebası salgını Avrupa’da büyük ölçekli tarımın gelişmesinin ardından yayıldı ve ancak modern bilimin ilerlemesi ile kontrol altına alınabildi. Bu gelişme özetle, Avrupa emperyalizminin yükseldiği 19. yy sonlarında Afrika’nın sömürgeleştirilmesi sırasında yaşandı.

Sığır vebası, Afrika Boynuzunu bir dizi askeri harekat düzenleyerek sömürgeleştirip diğer emperyal güçlerin düzeyine ulaşmaya çalışan İtalyanlar tarafından, Avrupa’dan Doğu Afrika’ya getirildi. Bu harekatlar çoğunlukla başarısızlıkla sonuçlansa da, hastalığın yerli sığır sürüleri arasında yayılmasına ve sonunda Güney Afrika’ya kadar uzanıp, burada sömürgeciliğin ilk dönemlerinden kalma tarımsal ekonominin yok olmasına neden oldu. Kendini “üstün beyaz” olarak tanıtan kötü şöhretli Cecil Rhodes’in mülkündeki sürüyü öldürdü.  Bundan daha büyük tarihsel etki olamazdı: tüm sığırların %80-90’ını öldüren veba, Sahra-altı Afrika’sındaki genellikle mera hayvancılığıyla geçinen göçebe çoban toplulukları arasında eşi benzeri görülmemiş bir kıtlığa yol açtı. Sığır nüfusunun azalmasını, savananın dikenli çalılar tarafından istila edilmesi ve ki uyku hastalığı yayan çeçe sineklerinin çoğalması izledi.  Kıtlık nedeniyle bölgedeki insan sayısının azalması, Avrupa sömürge güçlerinin kıtaya yayılmasına olanak tanıdı.

Tarımda tekrarlanan bu tür krizler ve salgınlar yüzünden kıyamet gününe benzer koşullar ortaya çıkması, sanayinin kendi sınırlarını aşarak proletaryanın güçlenmesine yol açtı.

Daha yakın örneklere dönmeden önce, koronavirüs salgınının Çin ırkıyla hiçbir ilgisinin olmadığını tekrar belirtmek gerekir. Çin’de bu kadar çok salgının neden ortaya çıktığını gösteren açıklamalar kültürel değil, ekonomik coğrafya sorunudur. Eğer Çin’i, ABD veya Avrupa’nın ikincil derecede önemli küresel dağıtım yapılan ve sanayi istihdamının olduğu yerleriyle karşılaştırırsak bu çok açık olarak görülür. [vi] Ve sonuç, tümü de birbirinin aynıdır. Kırsal kesimdeki hayvanların tek tek ölmeleri, şehirde kötü sağlık koşulları ve yaygın bir kirliliğin hepsi bir araya gelmiştir. Bu durum, çalışan sınıfın yaşadığı alanlarda liberal reformlar için çaba sarfedilişinin ilk dönemlerinde, Upton Sinclair’in “The Jungle” (Şikago Mezbahaları) romanında,  et paketleme tesislerinde çalışan göçmen işçilerin çektiği acılar, zengin liberallerin muhtemelen kendi yiyeceklerinin de üretildiği bu tesislerdeki kötü ve sağlıksız çalışma koşulları aktarılarak özetlenmiştir.

Şu “kirlilik” hakkındaki liberal rezaletin örtülü olarak içerdiği ırkçılık, koronavirüs veya SARS salgınları gibi bir şeyin siyasi boyutları ile karşı karşıya kaldığında, çoğu insanın ideolojisini hala otomatik olarak belirlemektedir. Ancak işçilerin kendi çalıştıkları koşullar üzerinde çok az kontrolü vardır. Daha da önemlisi sağlıksız koşullar, gıda kaynaklarının kirliliği yoluyla fabrikadan dışarı sızarken bu yalnızca buzdağının görünen kısmıdır. Bu koşullar, içlerinde çalışan veya civardaki yerleşim yerlerinde yaşayan proleterler için ortam standardıdır ve  kapitalizmin birçok salgın  çıkartmasına neden olarak toplum sağlığının ortadan kalkmasına yol açar. Örneğin, tarihin en ölümcül salgınlarından biri olan İspanyol Gribi olayını ele alalım. Bu, H1N1 nezlesinin en eski salgınlarından biridir (domuz ve kuş gribinin daha yeni salgınlarıyla ilişkili) ve yüksek ölüm oranı göz önüne alındığında, uzun bir süre diğer nezle çeşitlerinden niteliksel olarak farklı olduğu varsayılmıştır. Bu kısmen doğru gibi görünse de (grip hastalığının bağışıklık sistemiyle aşırı reaksiyona girme kabiliyeti nedeniyle), literatürün ve tarihsel epidemiyoloji araştırmalarının daha sonra gözden geçirilmesiyle, bunun diğer virütik etkilerden daha şiddetli olmayabileceği ortaya çıkmıştır. Buna karşılık, yüksek ölüm oranına yol açmasının nedeni, büyük olasılıkla virüsten etkilenen bölgelerde yaygın yetersiz beslenme, kentlerin aşırı kalabalık oluşu ve genellikle sağlıksız yaşam koşulları olmuştur. Bu da altında gribin yattığı olağanüstü bakteri enfeksiyonlarının gelişmesine neden olmuştur.[vii]

Başka bir deyişle, İspanyol Gribi’nin ölümcül etkisi virüsün karakterindeki öngörülemeyen bir sapma olduğu kadar, buna eşdeğer nitelikte bir etken de ölümlerin kötü toplumsal koşulların bedeli olmasıdır. Bu arada küresel ticaret ve savaş nedeniyle hızla yayılan grip, savaşı atlatan emperyalizmin değişimini izledi.

Ve yine böyle ölümcül bir grip türünün ilk etapta nasıl üretildiğine dair şimdi tanıdık bir hikâye buluyoruz: kesin köken hala biraz bulanık olsa da muhtemelen Kansas’ta evcil domuz veya kümes hayvanlarından kaynaklandığı varsayılıyor. Yer ve zaman dikkat çekiciydi, savaşı takip eden yıllarda giderek daha mekanize, fabrika tarzı üretim yöntemlerinin yaygın olarak uygulanması Amerikan tarımında bir kırılma oluşturdu.  Bu eğilim 1920’lerde daha da yoğunlaştı ve hem biçerdöver gibi makinelerin geniş ölçüde kullanılması hem de “toz fırtınası krizi” (1930’larda toz fırtınaları ekolojik felakete yol açtı- çn.) kitlesel göçleri,  tekelleşmeyi  ve ekolojik felaketi tetikledi. Daha sonra fabrika çiftliklerine damgasını vuracak yoğun çiftlik hayvanı beslenmesine henüz geçilmemişti, ancak Avrupa genelinde hayvanlar arasında salgınların görüldüğü çiftlik hayvancılığı yaygındı. 18. yüzyılın İngiliz sığır vebası salgınları kapitalist hayvancılığın ilk kesin salgını hastalığı olayı ve 1890’ların Afrika’sındaki sığır vebası emperyalizmin epidemiyolojik soykırımlarının en büyüğü ise daha sonra görülen İspanyol gribi de proletaryayı etkileyen ilk kapitalist salgındır.

Yaldızlı Çağ

Çin’deki yaşanan gelişmelerle paralellikler dikkat çekicidir. Çin’in son birkaç on yıldır küresel kapitalist düzen içinde sağladığı gelişimi ve bunun ülkenin genel sağlık sistemi ile halk sağlığı üzerindeki etkilerini dikkate almadan COVID-19 anlaşılamaz. Salgın yeni olsa da,  ekonomik krizlerle hemen hemen aynı düzenlilikte ortaya çıkan halk sağlığı krizlerine benzemektedir ve yine aynı düzenli biçimde popüler basın tarafından sanki öngörülemeyen, rastgele ortaya çıkmış ve ender görülen “kara kuğu” gibi ele alınmaktadır.

Gerçek şu ki, bu sağlık krizleri, kapitalizm altında üretimin ve proleter yaşamının doğasında yer alan bir dizi yapısal çelişki sonucu gerçekleşebilir hale gelen kendi kaotik, döngüsel tekrarlama modellerini izliyor. İspanyol Gribi örneğinde olduğu gibi koronavirüs de toplumun temel sağlık hizmetlerindeki bozulmadan dolayı en başından itibaren hız kazanarak yayılabildi. Ancak bu bozulma tam da büyük bir ekonomik gelişimin ortasında gerçekleştiği için, ışıltılı şehirlerin ve devasa fabrikaların ihtişamının ardına gizlenmişti. Gerçek şu ki, Çin’deki kamu harcamalarından sağlık ve eğitim gibi hizmetlere ayrılan pay son derece düşük kalırken, çok daha fazlası tuğla ve harç altyapısına, köprülere, yollara ve üretime ucuz elektrik sağlamaya gidiyor.

Bu arada, iç pazarda tüketilen ürünlerinin kalitesi genellikle tehlikeli ölçüde düşüktür. Çin endüstrisi onlarca yıldır, iPhone’lar ve bilgisayar çipleri gibi dünya pazarı için en yüksek küresel standartlarda yapılan çok kaliteli, çok değerli ihraç malları üretiyor. Ancak iç pazarda sunulan mallar ise sürekli skandallara ve halkta derin bir güvensizliğe neden olacak kadar düşük kalitedeler. Birçok olayda Sinclair’in The Jungle (Şikago Mezbahaları)  ve başka bir öykü olan Gilded Age America’da anlatılanların yadsınamaz bir yansıması gibidir. Son zamanlarda hatırlanan en büyük vaka olan 2008 zehirli süt skandalı, bir düzine bebeği öldürdü ve on binlerce kişi hastaneye kaldırıldı (belki de yüz binlerce kişi etkilendi). O zamandan beri, bir dizi skandal halkı düzenli bir şekilde sarstı: 2011’de geri dönüşümle elde edilen yağlar rüşvetle ülke çapındaki restoranlarda kullanıldı ya da 2018’de hatalı aşılarla bazı çocukların ölümüne yol açtı ve bir yıl sonra sahte HPV aşıları yapıldığı için düzinelerce insan hastaneye kaldırıldı. Nispeten ılımlı hikâyeler daha da yaygın ve Çin’de yaşayan herkes tarafından biliniyor: toz sabun karışmış ucuz hazır çorbalar, bilinmeyen nedenlerden ölen domuzları komşu köylere satan girişimciler, sokağın hangi tarafındaki dükkanların sizi hasta etme ihtimalinin daha yüksek olduğuna dair dedikodular.

Ülkenin küresel kapitalist sisteme parça parça dahil edilmesinden önce, bir zamanlar Çin’de temel sağlık hizmetleri, (büyük ölçüde kentlerde) kamu kurumları çatısı altında kentlerde sağlık kliniklerinde ve kırsal kesimde görev yapan çok sayıdaki “yalınayak doktorlar” tarafından ücretsiz olarak veriliyordu. Sosyalist dönem sağlık hizmetlerindeki başarılar, temel eğitim ve okuryazarlık alanındaki azımsanmayacak başarılar gibi, ülkenin en katı eleştirmenlerinin bile kabul edebileceği düzeydeydi.

Ülkeyi tarih boyunca yüzyıllarca rahatsız eden salyangoz ateşi olarak bilinen hastalık, ancak sosyalist sağlık sisteminin devreye girmesinden sonra yok edilmeye başlandı. Bebek ölümleri düştü ve Büyük İleri Atılım’a eşlik eden kıtlığa rağmen, yaşam beklentisi 1950lerden 1980’lerin başına kadar 45’ten 68’e sıçradı. Aşılama ve genel sağlık uygulamaları yaygınlaştı.  Beslenme ve halk sağlığı ile temel ilaçlara erişim hakkında herkes ücretsiz olarak bilgi edinebiliyordu. Bu arada, yalınayak doktor sistemi, sınırlı da olsa, temel tıbbi bilgileri nüfusun büyük bir kısmına ulaştırmaya ve ciddi yokluk koşullarına rağmen sağlam, aşağıdan yukarıya bir sağlık sistemi oluşturulmasına yardımcı oluyorlardı. Bugün tüm bunların, Çin’in kişi başına ortalama gelirinin Sahraaltı Afrika ülkelerinden daha az olduğu bir zamanda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var.

Hızlı şehirleşme ve ev eşyaları ile gıda maddelerinin endüstriyel üretiminin düzensiz hale gelişiyle aynı zamanlarda ihmal ve özelleştirmeler sonucu sağlık sisteminin önemli ölçüde bozulmasından beri, temel sağlık hizmetlerinin yaygın hale getirilmesine gıda ve diğer şeylerin düzenli olarak karşılanmasından daha çok ihtiyaç duyuluyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün rakamlarına göre, bugün Çin’in sağlık harcamaları kişi başına 323 ABD Doları’dır. Bu rakam diğer “üst-orta gelir” grubundaki ülkeler arasında bile düşüktür ve Brezilya, Belarus ve Bulgaristan tarafından harcananların yaklaşık yarısı kadardır. Yukarıda belirtilen tipte çok sayıda skandala ilişkin düzenlemelere dair bir uygulama neredeyse hiç yoktur. Bu arada, tüm bunların yol açtığı etkiler, yüzlerce milyon göçmen işçi tarafından hissedilmekte; kırsal kesimdeki memleketlerinden ayrıldıkları anda temel sağlık hizmeti almaya dönük hakları buharlaşmaktadır. (Hukuken, ne olursa olsun bulundukları yerin kalıcı sakinleri olarak kamu hizmeti aldıklarından, başka bir yerde bundan yararlanamazlar.)

Görünüşte, temel halk sağlığı sistemi 1990’ların sonunda işveren ve çalışanlardan yapılan kesintilerin tıbbi bakım, emeklilik ve sigortayı karşılayacağı varsayılarak (devlet tarafından yönetilse de) özelleştirilmişti.

Ancak bu sosyal sigorta şemasına göre işverenlerden kesinti güya “zorunlu” olsa da genellikle göz ardı edilerek,  işçilerin ezici çoğunluğunun cebinden ödeme yapmasına neden oldu ve çalışanlar sistematik bir şekilde hak edilenden az maaş alarak bu durumdan zarar gördüler. Son tahminlere göre, ulusal ölçekte göçmen işçilerin sadece yüzde 22’si temel sağlık sigortasına sahiptir. Bununla birlikte, sosyal sigorta sistemine patronların katkı yapmamasının nedeni yozlaşmaları ya da düşmanlık yapmaları değildir, daha çok, düşük kar marjlarının sosyal faydayı düşünmelerine olanak vermemesinin sonucudur. Hesaplamalarımıza göre, Dongguan gibi bir endüstriyel merkezde ödenmemiş sosyal sigorta paylarının zorla alınmaya kalkışılması, endüstriyel karları yarıya indirir ve birçok firmayı iflasa iter. Böylece, boşluğu doldurmak için Çin, emeklileri ve serbest meslek sahiplerini kapsayan ve yılda ortalama kişi başına sadece birkaç yüz yuan ödemeyi gerektiren sınırlı bir tıbbi plan uygulamaya başlamıştır.

Bu sorunlu tıbbi sistem kendi korkunç sosyal çelişkilerini de üretiyor. Her yıl birkaç sağlık personeli öldürülüyor ve öfkeli hastalar veya daha sıklıkla tedavileri sırasında ölen hastaların aile üyeleri tarafından saldırılarda düzinelerce kişi yaralanıyor. En son saldırı, Noel arifesinde, Pekin’deki bir doktorun, annesinin hastanedeki kötü bakımdan öldüğüne inanan bir hastanın oğlu tarafından bıçaklandığı zaman meydana geldi. Bir doktor araştırması, şaşırtıcı bir şekilde yüzde 85’inin işyerinde şiddet yaşadığını, bir diğeri ise 2015’ten itibaren Çin’deki doktorların yüzde 13’ünün bir önceki yıl fiziksel olarak saldırıya uğradığını söyledi. Çinli doktorlar ABD doktorlarından yılda dört kat fazla hasta görürken, yılda 15.000 ABD Doları’ndan daha az kazanıyorlar. Fikir vermesi için belirtmek gerekirse, Çin’de doktor maaşı kişi başına düşen yıllık ortalama gelirden (16.760 ABD Doları) daha azken, ABD’de ortalama bir doktor maaşı yaklaşık 300.000 $ ve kişi başına düşen gelirin (60.200 ABD Doları) neredeyse beş katıdır. 2016’da projenin yaratıcıları olan Lu Yuyu ve Li Tingyu hapsedilmeden önce, şu an kapatılmış olan “huzursuzluk izleme bloğunda” her ay sağlık çalışanları tarafından yapılan en az birkaç grev ve protesto kaydediliyordu. [Viii]. Titizlikle topladıkları verilerle dolu  son yıl olan 2015’de 43 olay gerçekleşmişti. Ayrıca her ay hastaların aile bireyleri tarafından yapılan onlarca “tıbbi tedavi [protesto] olayı” kaydediliyordu. Bu sayı 2015 için 368’dir.

Sağlık sisteminden halkın bu kadar büyük ölçüde yoksun bırakıldığı koşullar altında, COVID-19’un bu kadar kolay tutunması şaşırtıcı değildir. Çin’de her 1-2 yılda bir yeni bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, bu tür salgınların devam etmesi için koşullar hazır gibi görünmektedir. İspanyol Gribi’nde olduğu gibi, proletarya nüfusu arasındaki genel halk sağlığı koşulları virüsün hem ortaya çıkışı hem de oradan hızla yayılmasına olanak verir. Ama yine de bu sadece bir yayılma sorunu değildir, virüsün kendisinin nasıl ortaya çıkarıldığını da anlamalıyız.

Vahşi Doğa Kalmadı

Bu son salgın hikâyesi,  endüstriyel tarım sistemiyle açıkça ilişkili olan domuz veya kuş gribi vakalarına göre daha az anlaşılır durumdadır. Bir yandan virüsün kesin kökenleri henüz tam olarak net değildir. Wuhan meyve sebze pazarında ticareti yapılan birçok evcilleştirilmiş ve vahşi hayvandan biri olan salgının merkez üssü gibi görünen domuzlardan kaynaklanması mümkündür, bu durumda nedeninin yukarıdaki durumlardaki gibi olması, başka türlü ortaya çıkmasından daha olasıdır. Bununla birlikte, daha büyük olasılık, her ikisi de genellikle vahşi doğadan getirilen yarasalar veya muhtemelen yılanlardan kaynaklanan virüse işaret ediyor gibi görünmektedir. Burada bir ilişki vardır, çünkü “Afrika Domuz Ateşi” salgını nedeniyle domuz sayısı ve güvenilirliğindeki azalma, ıslak pazarlarda satılan “vahşi” av hayvanı etine talebin artması anlamına gelir. Ancak doğrudan fabrika tipi çiftlik bağlantısı olmaksızın, aynı ekonomik süreçlerin bu özel salgında herhangi bir suç ortaklığı taşıdığı söylenebilir mi?

Cevap evet, ama farklı bir şekilde. Wallace, kapitalizmin daha ölümcül salgınların gelişip ortaya çıkışına yol açan iki önemli rotaya işaret ediyor: İlk olarak yukarıda özetlendiği gibi, bu doğrudan endüstriyel durumdur, virüsler, tümüyle kapitalist mantığa göre işleyen sanayi bölgelerinde oluşurlar. İkincisi dolaylı durumdur ve kapitalizm genişleyerek bulunduğu alanlardan vahşi bölgelere doğru yayılırken daha önce bilinmeyen virüsleri alır ve sermayenin küresel dolaşımı süreçlerinde yayar. İkisi tamamen ayrı değil elbette, ama mevcut salgının ortaya çıkışını en iyi tanımlayan ikinci vaka gibi görünüyor. [ix] Bu durumda, vahşi hayvanlara yönelik tüketim, tıbbi kullanım veya (develer ve MERS gibi) kültürel açıdan önemli çeşitli işlevlere artan talep, küresel ticari zincirde “vahşi” mallar için talep oluşturur. Diğer yandan, tarımsal çevre “vahşi” alanlara uzanır, yerel ekolojileri değiştirir ve insan ile insan olmayan canlılar arasındaki ilişkiyi yeniden üretir.

Wallace bu konuda açıktır ve halihazırda “doğal” ortamlarda bulunan virüslere rağmen daha kötü hastalıklar yaratan çeşitli dinamikleri açıklamaktadır. Endüstriyel üretim genişledikçe kendini “sermayenin konu edindiği yabani gıdaların son edildiği alanların giderek daha derinlerine iner ve dibini kazıyıp, potansiyel olarak salgın hastalıklara yol açabilecek patojenleri ortaya çıkarabilir.” Diğer bir deyişle, sermaye birikimi yeni toprakları ele geçirdiğinde, hayvanlar daha önce izole edilmiş hastalık suşlarıyla temas edebilecekleri ve erişilmesi daha zor alanlara doğru itileceklerdir; bu hayvanların da “en vahşi türleri bile tarımsal değer zincirlerine katılmıştır.” Benzer biçimde, bu genişleme insanları bu hayvanlara ve “ insan dışı vahşi topluluklarla yeni kentleşmiş kırsal kesim arasındaki bağlantıların (ve yayılmanın) artması” bu ortamlara yaklaştırır. Bu, virüse, biyolojik olarak yayılma olasılığını artırarak insanları enfekte etmesini sağlayacak şekilde mutasyona uğraması için daha fazla fırsat ve kaynak sağlar. Sanayi coğrafyası hiçbir zaman bu kadar temiz kentsel ya da kırsal bir yer değildir, tıpkı tekelleşen endüstriyel tarımın hem büyük ölçekli hem de küçük ölçekli çiftliklerden faydalandığı gibi: “bir [fabrika çiftliğinde] yüklenicinin orman kenarı boyunca sahip olduğu küçük evlerde, bir gıda hayvanı büyük bir şehrin dış halkasındaki bir işleme tesisine gönderilmeden önce bir patojen kapabilir.”

Gerçek şu ki, “doğal” küre zaten iklim koşullarını değiştirmeyi, kapitalizm öncesi çok sayıda eko sistemi harap edip geri kalanları geçmişte olduğu gibi işlevini yerine getiremeyecek hale getirmeyi başaran küresel kapitalist sistemin egemenliği altındadır. Burada başka bir nedensel faktör yatıyor, çünkü Wallace’a göre, tüm bu ekolojik yıkım süreçleri “orman gibi karmaşık çevresel engellerin ulaşım zincirlerini kesintiye uğratmasını” azaltmaya yarıyor. Gerçek şu ki, kapitalist bir sistemin doğal “çevresi” gibi alanlardan bahsetmek yanlış bir adlandırmadır. Kapitalizm zaten küresel ve bütüncüldür. Kapitalizmin, ötesinde kapitalist olmayan bir dünyanın yeraldığı kıyı ya da sınırı yoktur ve bu nedenle, büyük kapitalist gelişme zincirinin daha değerli olan ön tarafında yer alan ülkeleri izleyen “geri kalmış” ülkelerde de, el değmemiş durumda, korunmuş, vahşi doğa yoktur. Bunun yerine, küresel değer dolaşımı tarafından içerilmiş, sermayenin egemenlik altında tuttuğu kendine ait alanlar vardır. Ortaya çıkan sosyal sistemler -sözde “aşiretçilik” ten anti-modern köktendinci dinlerin yenilenmesine kadar her şey dahil- tamamen çağdaş ürünlerdir ve neredeyse her zaman fiili olarak doğrudan küresel pazarlara bağlanırlar. Ortaya çıkan biyolojik-ekolojik sistemler için de aynı şey söylenebilir, çünkü “vahşi” alanlar hem iklime hem de ilgili ekosistemlere soyut bağımlılık duygusuyla ve doğrudan aynı küresel sisteme bağlı olma anlamında bu küresel ekonomiyle ve değer zincirleriyle ilişkilidir

Bu gerçek, “vahşi” virütik suşların küresel pandemilere dönüşmesi için gerekli koşulları üretir. Ancak COVID-19 bunların en kötüsü değildir. Ebola da benzer ilkelere dayanır ve küresel tehlikenin ideal bir örneğidir. Ebola virüsü[xi], insan topluluklarına yayılan mevcut bir virütik rezervuarın açık halidir. Mevcut kanıtlar hastalığın kökeninin Batı ve Orta Afrika’ya özgü, taşıyıcı olarak hareket eden ancak kendileri virüsten etkilenmeyen birkaç yarasa türü olduğunu göstermektedir. Aynı şey, virüse periyodik olarak yakalanan ve hızlı, yüksek ölümcül salgınlara maruz kalan primatlar ve geyikler gibi diğer vahşi memeliler için geçerli değildir. Ebola, mevcut türlerinin ötesinde özellikle agresif bir yaşam döngüsüne sahiptir. Bu vahşi taşıyıcıların herhangi biriyle temas ederek insanlara da bulaşması, harap edici sonuçlar doğurabilir. Yaşanan birkaç salgında, çoğunlukla ölüm oranı son derece yüksek, neredeyse her zaman %50’nin üstünde olmuştur. 2013’ten 2016’ya kadar çeşitli Batı Afrika ülkelerinde aralıklı olarak devam eden en büyük salgın 11.000 ölüme yol açmıştır. Bu salgında yatan hastalar için ölüm oranı %57-59 aralığındaydı ve hastanelere erişimi olmayanlar için çok daha yüksekti. Son yıllarda, özel şirketler tarafından çeşitli aşılar geliştirilmiş; ancak yaygın bir sağlık altyapısının eksikliği, yavaş işleyen onay mekanizmaları ve sıkı fikri mülkiyet hakları sebebiyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti merkezli olan ve şu ana kadar en uzun süren salgını durdurmak için aşıların rolü çok küçük kalmıştır.

Hastalık çoğu zaman sanki doğal bir felaket gibi görülüyor -en iyi ihtimalle rastlantısal olduğu, en kötü ihtimalle ormanda yaşayan yoksulların “pis” kültürel alışkanlıkları yüzünden çıktığı söyleniyor. Ancak iki büyük salgının zamanlaması (Batı Afrika’da 2013-2016 ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 2018’den günümüze) rastlantı değildir. Her ikisi de birincil endüstrilerin (tarım, madencilik, ormancılık, hayvancılık-çn.) genişlemesinin ormanlarda yaşayan insanları daha fazla yerlerinden edip yerel ekosistemleri bozduğu sırada ortaya çıktı. Aslında yalnızca son vakalar değil daha fazlası için doğru gibi görünüyor, çünkü Wallace’ın açıkladığı gibi, “her Ebola salgını 1976’da Sudan, Nzara’daki ilk salgına geri dönüş de dahil olmak üzere arazi kullanımında sermayeye dayalı değişimlere bağlı görünüyor, buna İngilizlerin finanse ettiği bir fabrika yerel pamuğu iplik haline getirip ve dokuması da dahil.” Benzer şekilde, 2013 yılında Gine’deki salgınlar, yeni bir hükümetin ülkeyi küresel pazarlara açmaya ve uluslararası tarım iş dünyası şirketlerine büyük araziler satmaya başlamasından hemen sonra meydana geldi. Dünya çapında ormansızlaşma ve ekolojik yıkımdaki rolüyle ünlü palmiye yağı endüstrisi özellikle suçlu görünmektedir, çünkü mono kültürler, hem dolaşım zincirlerinin kesilmesine yol açan, hem de kelimenin tam anlamıyla virüs için doğal bir rezervuar görevi gören yarasa türlerini çeken (orman gibi-çn.) güçlü ekolojik fazlalıkları ortadan kaldırır.

Bu arada, büyük tarım arazilerinin ticari tarımsal orman şirketlerine satılması hem ormanlarda yaşayan yerlilerin mülksüzleştirilmelerine hem de ekosisteme bağlı yerel üretim ve hasat biçimlerinin bozulmasına yol açar. Bu, çoğu zaman kırsaldaki yoksulların ekosistemle geleneksel ilişkilerinin kesintiye uğramasına sebep olur ve ormana daha fazla itilmelerinden başka seçenek bırakmaz. Sonuç olarak hayatta kalmak için gittikçe daha fazla yabani hayvan avlanması ya da küresel pazarlarda satılmak üzere yerel bitkilerin toplanması ve kereste üretilmesi zorunlu hale gelir. Bu topluluklar, ormansızlaştırma ve ekolojik yıkımdan sorumlu olan ve kendilerini bu tür ticarete itenler tarafından daha sonra “kaçak avcılar” ve “yasadışı olarak” suçlandıkları için, bu iddiaları çürütecek olan küresel çevreci örgütlerin üssü haline gelirler. Çoğu zaman süreç daha karanlık biçimde gelişir ve Guetamala’da olduğu gibi, içsavaştan kalma antikomünist paramiliter güçler “yeşil” güvenlik güçlerine dönüştürülerek ormanda yasadışı ağaç kesimi, avcılık, uyuşturucu ticaretini önlemekle görevlendirilirler ki bu güçler aynı zamanda, içsavaş sırasında orada yaşayan yerli halka şiddet uygulayarak, bu işleri yapmaya zorlamışlardır. [xiii] Bu model o zamandan beri tüm dünyada yeniden üretilmekte ve zengin ülkelerin sosyal medya yayınlarında kamera görüntüleri eşliğinde “yeşil” güvenlik güçlerinin sözde “kaçak avcıları” ve “kaçak göçmenleri” nasıl yakaladıkları gösterilerek, bunun için kutlanmaktadırlar.[xiv]

Bir Yönetim Deneyi Olarak Baskı Uygulanması

COVID-19 eşi görülmemiş bir güçle, küresel ilgiyi üzerine çekti. Ebola, kuş gribi ve SARS, elbette hepsinin kendi medya çılgınlıkları vardı. Ancak bir şey bu yeni salgın hakkında farklı bir ısrarcılık yarattı. Bu neredeyse kesin bir biçimde Çin hükümetinin gösterdiği büyük tepkiden, Çin’in her zaman aşırı kalabalık ve aşırı hava kirliliği yaşanan devasa kentlerinin şimdi bomboş olan görüntülerinden kaynaklanıyor.  Bu tepki aynı zamanda ABD ile ticaret savaşında önceden beri var olan gerginliklerin daha da artarak, Çin’in yakında siyasi veya ekonomik çöküşüne ilişkin spekülasyonlara verimli bir kaynak oluşturuyor. Düşük ölüm oranına rağmen virüsün hızlı bir şekilde yayılması bunlarla birleşerek, anında küresel bir tehdit karakteri kazanmasına yol açmıştır.

Öte yandan devletin, medyanın da katıldığı bu büyük tepkisi, biraz melodramatik biçimde, tam kapasiteyle yurt savunmasına geçmenin kostümlü provası gibidir. Bu bize, Çin devletinin baskı kapasitesinin ne kadar büyük ve etkili olduğunun yanı sıra, yerel güçlerin harekete geçmesi için başka bir komuta ihtiyaç bırakmayacak biçimde, medyanın her bir parçasını kapsayan merkezi bir propagandayla bağlantısının bir görüntüsünü verir. Hem Çin hem de Batı propagandası karantinaya sokma gerçeğini vurguladı; birincisi, bunu acil bir durumda etkili bir hükümet müdahalesi olarak anlatırken, ikincisi, sosyalizm ütopyasının uzağındaki Çin devletinin bir başka totaliterlik örneği gibi yorumladı. Üzerinde konuşulmayan gerçek ise, uygulanan baskının Çin devletinin daha derininde,  yapının altındaki kapasitesini işaret ediyor oluşuydu.

Bu, bize Çin devletinin doğasına açılan bir pencere verir ve temel devlet mekanizmalarının seyrek olduğu veya var olmadığı koşullarda bile konuşlandırılabilecek yeni ve yenilikçi sosyal kontrol ve kriz tepkisi tekniklerini nasıl geliştirdiğini gösterir. Öte yandan genel kriz ve etkin ayaklanma gibi en sağlam devletlerde bile benzer çöküntülere neden olacak bu tür koşullar sözkonusu olduğu zaman, herhangi bir ülkedeki yönetici sınıfın  nasıl tepki verebileceğine dair daha ilginç (daha spekülatif olsa da) bir tablo sunmaktadır. Yönetim organları arasındaki bağların zayıflığı, virüs salgınına her bakımdan yardımcı oldu: yerel yetkililer tarafından merkezi hükümetin çıkarlarına aykırı “bilgi veren” doktorların baskılanması, hastanelerin rapor mekanizmalarının etkisizliği ve temel sağlık hizmetlerinin son derece yetersiz bir biçimde verilmesi; bu örneklerden yalnızca birkaçıdır. Bu arada, farklı yerel yönetimler, merkezi devletin kontrolünün neredeyse tamamen ötesinde, farklı hızlarda normale döndüler (merkez üssü Hubei hariç). Bu yazı yazıldığı sırada, hangi limanların çalışır durumda olduğu ve hangi yerellerde üretimin yeniden başladığı neredeyse tamamen rastgele görünüyor. Ancak bölgelerde parça parça karantina uygulanması, uzun mesafeli şehirlerarası lojistik ağlarının kesintiye uğraması anlamına geliyordu, çünkü herhangi bir yerel yönetim, trenlerin veya yük kamyonlarının sınırlarından geçmesini önleyebiliyor gibi görünüyor.  Ve Çin hükümetini bu temel seviyedeki yetersizlik, virüsle, sanki bir isyan çıkmış ya da görünmez bir düşmana karşı iç savaş veriliyormuş gibi uğraşmak zorunda bıraktı.

Ulusal devlet mekanizmaları, yetkililerin Hubei eyaletindeki acil müdahale önlemlerini arttırdıkları 22 Ocak’ta gerçekten işlemeye başladı ve halka, karantina tesisleri kurmanın yanı sıra hastalığın kontrol altına alınması için gerekli personele, araçlara ve tesislere “el koyma” ya da blokaj ve trafiği kontrol etme gibi yasal yetkilerinin olduğunu söylediler (Böylece kaçınılmaz biçimde damgalanarak dışlanma olayının önünü açtılar). Başka bir deyişle, devlet kaynaklarının etkin kullanımı, yereller adına gönüllülük çağrıları yapmasıyla başladı. Bir yandan, böylesine büyük bir felaket herhangi bir devletin kapasitesini zorlayacaktır (örneğin ABD’deki kasırga tepkisine bakınız). Ancak diğer yandan, bu, Çin devlet işleyişinde, merkezi devletin, yerel seviyeye kadar uzanan etkili resmi ve uygulanabilir işleyiş düzeninden yoksun olduğunu tekrar gösterir, bunun yerine yerel yetkililer ve vatandaşların harekete geçmeleri için yaygın çağrılar yapılır ve buna uygun davranmayanlar (sabote edici davranmak olarak sınırlandırılmış) olayın ardından çeşitli cezalara çarptırılır. Gerçekten etkili tek tepki, merkezi devletin gücünün ve dikkatinin büyük bir kısmını odakladığı spesifik alanlarda görülmüştür -bu durumda, genel olarak Hubei ve özellikle Wuhan. 24 Ocak sabahı, şehir zaten etkili bir şekilde ablukaya alınmış, koronavirüsün yeni suşu ilk kez tespit edildikten yaklaşık bir ay sonra şehre hiçbir tren gelip gitmemiştir.  Ulusal sağlık yetkilileri, sağlık otoritelerinin kendi takdirlerini bağlı olarak herhangi birini muayene etme ve karantinaya alma yetkisine sahip olduklarını açıklamışlardır. Hubei’nin büyük şehirlerinin ötesinde, Pekin, Guangzhou, Nanjing ve Şangay dahil olmak üzere Çin’deki düzinelerce şehir, insanların ve malların sınırlarından girişleri ve çıkışları hakkında, değişen ölçülerde sınırlandırmalar başlatmışlardır.

Merkezi devletin harekete geçme çağrısına yanıt olarak, bazı bölgeler kendi inisiyatifleriyle tuhaf ve sert önlemler aldılar. Bunlardan en korkutucu olanı, otuz milyon kişiye yerel pasaportlar dağıtılarak, her iki günde bir evden sadece bir kişinin çıkmasına izin verildiği,  Zhejiang eyaletindeki dört şehirdeki uygulamadır. Shenzhen ve Chengdu gibi şehirler, her mahallenin kapatılmasına karar verdi ve bir binanın içinde tek bir doğrulanmış virüs vakası bulunursa, tüm binanın 14 gün boyunca karantinaya alınmasına izin verdi. Bu arada, yüzlerce kişi hastalık hakkında “söylentiler yaydığı” için gözaltına alındı ​​ya da para cezasına çarptırıldılar. Karantinadan kaçan bazı kişiler tutuklandı ve uzun hapis cezalarına çarptırıldı -ve hapishaneler, yetkililerin, kelimenin tam anlamıyla kolay izolasyon için tasarlanmış bir ortamda bile hasta bireyleri izole edememesi nedeniyle ciddi bir salgın yaşıyorlardı. Bu güvenlikçi bir anlayışı yansıtan çaresiz, saldırgan, aşırıya kaçan önlemler, en açık haliyle Cezayir ya da daha yakın zamanda Filistin gibi yerlerdeki askeri-sömürgeci işgal hareketlerini hatırlatıyordu. Daha önce bu ölçekte veya dünya nüfusunun çoğunu barındıran bu tür mega kentlerde hiç yapılmadılar. Sıkıyönetimin uygulanması, küresel devrimi düşünenlere garip bir tür ders sunar, çünkü esasen, devletin yönettiği tepkinin yavan bir akışıdır.

Yetersizlik

Bu özel sıkıyönetim, görünüşte insani karakterden yararlanıyor, Çin devleti, virüsün yayılma nedenlerini engellemeye yardımcı olması için daha fazla sayıda yerel gücü harekete geçirebiliyor. Ancak, beklendiği gibi, bu tür sıkıştırmalar her zaman geri teper. Sonuç olarak güvenlikçi önlemler, ancak kazanım, diyalog ve ekonomik  işbirliği imkansız hale geldiği zamanlarda yürütülen umutsuz bir savaş türüdür. Pahalı, verimsiz ve arka planda korunan bir eylemdir ve onu dağıtmakla görevlendirilen herhangi bir gücün- Fransız kolonisinin çıkarları, azalan Amerikan hakimiyeti veya diğerleri- daha derindeki yetersizliğini açığa vurur. Sıkıyönetimin sonucu neredeyse her zaman ilkinin bastırılmasıyla kan dökülen ve daha da çaresiz hale gelen ikinci bir ayaklanmadır. Burada karantina, iç savaşın ve karşı direnişin gerçekliğini pek yansıtmayacak. Ancak bu durumda bile, sıkıyönetim kendi yollarıyla geri tepti. Devletin çabalarının çoğunu, bilginin kontrolüne ve olası her medya aygıtı aracılığıyla dağıtılan sürekli propagandaya odaklamasıyla, huzursuzluk da kendisini büyük ölçüde benzer platformlarda göstermiştir.

7 Şubat’ta Dr. Li Wenliang’in (virüsün tehlikeleri hakkında erkenden bilgi veren doktorlardan) ölümüyle, sarsılan vatandaşlar ülke genelinde evlerine kapandılar. Li, virüse yakalanmadan önce Ocak ayı başında “yanlış bilgi” yaydığı için polis tarafından gözaltına alınan sekiz doktordan biriydi. Ölümü internet kullanıcılarında öfkeyi ve Wuhan hükümetindeyse pişmanlık duygusunu tetikledi. İnsanlar, devletin ne yapacağına dair hiçbir fikri olmayan ama yine de güçlü bir yüz ifadesi takınan beceriksiz yetkililer ve bürokratlardan oluştuğunu görmeye başlıyor. Bu gerçek esasen Wuhan Belediye Başkanı Zhou Xianwang, devlet televizyonunda hükümetinin bir salgın meydana geldikten sonra virüs hakkındaki kritik bilgileri yayınlamayı geciktirdiğini itiraf etmek zorunda kaldığında ortaya çıktı. Salgının yol açtığı gerilim, devletin bütün seferberliğinden doğan gerilim ile birleştiğinde, hükümetin kendisinin resmettiği ince kağıt portrenin arkasındaki derin çatlakları halkın gözü önü çıkarmaya başladı. Başka bir deyişle, buna benzer gelişmeler, Çin devletinin temel yetersizliklerinin, önceden propagandaya kanmış daha çok çok insanın görmesini sağladı.

Eğer devletin olaya müdahalesini karakterize eden  bir sembol olsaydı, bu Wuhan’lı biri tarafından çekilen ve Hong Kong’da Twitter üzerinden Batı interneti ile paylaşılan, yukarıdaki video gibi bir şey olurdu. Çin bayrağıyla fotoğraf çektiren tam koruyucu giysilerle donatılmış doktorlar veya ilk müdahaleci gibi görünen bir dizi insanı gösteriyor. Videoyu çeken kişi, onların değişik fotoğraf operasyonları için her gün o binanın dışında olduklarını açıklıyor. Videonun devamında adamlar koruyucu ekipmanları çıkarıyorlar ve sohbet edip sigara içiyorlar, hatta arabalarını temizlemek için kıyafetlerden birini kullanıyorlar. Araçla gitmeden önce adamlardan biri koruyucu giysiyi yakındaki bir çöp kutusuna atıyor, hatta görülmeyeceği yere kadar ittirmek için bile uğraşmıyor.  Bu gibi videolar sansürlenmeden önce hızla yayılıyor-devlet onaylı gösterinin ufak pürüzleri.

Daha temel bir konu, karantinanın ekonomik yankısının ilk dalgası, insanların günlük yaşamında görülmeye başladı. Bunun makroekonomik boyutu, Çin’in büyümesindeki büyük bir düşüşün, özellikle Avrupa’da durgunluk devam ederken ve ekonominin sağlıklı gitmediği ABD’de iş hacminde gerileme görülürken, küresel durgunluğa yol açma riski taşımasıdır. Dünyanın dört bir yanında, Çinli firmalar ve esas olarak Çin üretim ağlarına bağımlı olanlar, sözleşmelerine uymaları “imkânsız” hale geldiğinde, tarafların sözleşmeyi yerine getiremedikleri durumlarda erteleme ya da iptale izin veren “mücbir sebepler” hakkındaki hükümlere bakıyorlar. Şimdilik pek mümkün olmasa da bir ihtimal, bu durum ülke çapında üretime geri dönülmesi taleplerinin artmasına neden olacaktır. Ama yine de ekonomik hareketlilik boşlukları kapatarak devam ediyor, bazı bölgelerde çalışma devam ederken, diğerlerinde süresiz olarak duraklatılmış durumda. Şu anda, 1 Mart, merkezi yetkililerin salgının merkez üssü dışındaki tüm alanlara işe dönmesi için çağrı yapılan belli belirsiz bir tarih haline geldi.

Ancak diğer etkiler, tartışmasız çok daha önemli olmakla birlikte, daha az görünür olmuştur. “Bahar Şenliği” için çalışacakları şehirlerde kalanlar ya da çeşitli kısıtlamalar başlamazdan önce geri dönebilenler de dahil olmak üzere, birçok mevsimlik işçi şimdi tehlikeli bir boşlukta sıkışmış halde bekliyorlar. Nüfusun büyük çoğunluğunun mevsimlik işçi olduğu Shenzhen’de yerel halk, evsizlerin sayısının artmaya başladığını bildirdi. Ancak sokaklarda görünen yeni insanlar uzun vadeli evsizler değil, tam anlamıyla sadece gidecek başka bir yerleri kalmamış gibi görünüyorlar—hala nispeten iyi kıyafetler giyiyorlar ancak dışarıda en iyi nerede uyunacağını veya nereden yiyecek bulunabileceğini bilmiyorlar. Şehirdeki çeşitli binalarda ufak tefek hırsızlıklarda –bunların çoğu karantina için evde kalanların kapılarına bırakılan gıdalar-artış yaşanıyor. Ülke genelinde, üretim durdukça işçiler ücretlerini alamıyorlar. İş kesintileri sırasındaki en iyi durum senaryoları, Shenzhen Foxconn tesisinde dayatılan gibi yurt karantinalarıdır. Burada geriye yeni dönenler bir ya da iki hafta boyunca mahallelerine hapsedildi, normal ücretlerinin yaklaşık üçte biri ödendi ve daha sonra üretim hattına dönmelerine izin verildi. Yoksul firmalarınsa böyle bir seçeneği yoktur ve hükümetin küçük işletmelere düşük faizli yeni kredi olanakları sunma girişimi muhtemelen uzun vadede çok az işe yarayacaktır. Bazı durumlarda, Foxconn gibi firmalar yavaşlamayı telafi etmek için Vietnam, Hindistan ve Meksika’daki üretimi genişlettiklerinden; virüs, fabrikaların yer değiştirmesindeki mevcut eğilimleri hızlandıracak gibi görünüyor.

Gerçeküstü Savaş

Bu arada, virüse karşı beceriksizce verilen erken tepki, devletin onu kontrol etmek için özellikle cezalandırıcı ve baskıcı önlemlere güvenmesi ve merkezi hükümetin, eşzamanlı olarak üretim ve karantinaya uyum sağlamak için yerel yönetimler arasında etkin bir koordinasyon sağlayamaması, devlet mekanizmalarının merkezinde önemli bir yetersizlik olduğunu gösteriyor. Eğer arkadaşımız Lao Xie’nin iddia ettiği gibi, Xi yönetiminin vurgusu “devlet inşası” üzerineyse, bu konuda daha yapılacak çok iş olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda, COVID-19’a karşı yürütülen kampanya ayaklanmaya karşı yavan bir çalışma olarak da okunabiliyorsa merkezi hükümetin sadece Hubei merkez üssünde etkili bir koordinasyon sağlama kapasitesine sahip olması ve diğer illerdeki —hatta Hangzhou gibi zengin ve saygın illerdeki— çalışmalarının büyük ölçüde koordinasyonsuz olması ve çaresiz kalması kayda değerdir. Bunu iki biçimde ele alabiliriz; birincisi, devlet gücünün sert kabuğu altında yatan zayıflık üzerine bir ders olarak, ikincisi ise merkezi devlet mekanizmaları işe yaramaz duruma düştüğünde, koordine olamamış ve akılcılıktan uzak yerel müdahalelerin tehdit uyarısı olarak.

Bunlar, sonu gelmez sermaye birikim süreçlerinin yarattığı yıkımın hem küresel iklim düzenine hem de Dünya’daki yaşamın mikrobiyolojik alt katmanına doğru genişlediği bir çağ açısından önemli derslerdir. Bu tür krizler daha yaygın hale gelecektir. Kapitalizmin kendi krizi ekonomik olmayan bir karaktere bürünürken, yeni salgın hastalıklar, kıtlıklar, seller ve diğer “doğal” felaketler, devlet kontrolünün genişletilmesi için bir gerekçe olarak kullanılacak ve bu krizlere yanıt giderek artan bir şekilde güvenlikçi politikalar için yeni ve denenmemiş araçları kullanma fırsatı yaratma işlevi görecektir. Tutarlı bir komünist politika bu iki olguyu birlikte kavramak zorundadır. Bu, teorik düzeyde, kapitalizmin eleştirisinin deneysel bilimlerden koptuğu zaman fakirleştiğini anlamak demektir. Ancak pratik düzeyde görünen o ki, bugün mümkün olan tek siyasi proje yakın geleceğin artan ekolojik ve mikrobiyolojik felaketler tarafından belirleniyor oluşuna odaklanmak ve tekrarlanan bu krizlerin yok edilmesi için çalışmaktır.

Karantinaya alınmış Çin’de, en azından ana hatlarıyla şöyle bir manzara görmeye başlıyoruz: karın ufacık bile bozulmadığı tozlanmış boş kış sonu sokakları, pencerelerden bakan telefon ışıklarının aydınlattığı yüzler, bayraklarını kaldırıp size maskenizi takıp eve gitmenizi söylemekle görevli birkaç hemşirenin, polisin, gönüllülerin veya yalnızca ücretli aktörlerin görevli olduğu barikatlar. Bulaşma sosyaldir. Dolayısıyla, bu kadar geç bir aşamada onunla mücadele etmenin tek yolunun, toplumun kendisi üzerinde gerçeküstü bir savaş yürütmek olduğu, gerçekten bir sürpriz olmamalı. Bir araya gelmeyin, kaosa neden olmayın. Fakat kaos izolasyonda da oluşabilir.

Tüm dökümhanelerdeki fırınlar, soğuyarak önce yavaşça çıtırdayan közlere ve daha sonra kar gibi soğuk küllere döndüğünde; karantinada hiçbir yardımı olmayan küçük umutsuzluklar bir gün usulca akarak, tıpkı bu toplumsal bulaşıklık gibi, önlenemez biçimde kitleselleşebilirler.

Notlar

[i] Bu bölümde açıklayacağımız şeylerin çoğu, Wallace’ın kendi argümanlarının daha özlü bir özetidir, daha genel bir kitleye yöneliktir ve titiz tartışma ve kapsamlı açıklama yoluyla diğer biyologlara “dava açmaya” gerek kalmadan kanıt gösterir. Temel kanıtlara meydan okuyacaklar için, Wallace ve vatandaşlarının çalışmalarına değiniyoruz.

[ii] Robert G Wallace, Big Farms Make Big Flu: Dispatches on Infectious Disease, Agribusiness, and the Nature of Science, Monthly Review Press, 2016. s.52

[iii] a.g.e, s.56

[iv] a.g.e., s.56-57

[v] a.g.e, s.57

[vi] Bu, ABD’nin Çin ile bugün karşılaştırılmasının da bilgilendirici olmadığı anlamına gelmiyor. ABD’nin kendi büyük tarımsal-endüstriyel sektörü olduğu için, anti-biyotik dirençli bakteriyel enfeksiyonlardan bahsetmemekle birlikte, tehlikeli yeni virüslerin üretimine büyük katkıda bulunmaktadır.

[vii] Bakınız: Brundage JF, Shanks GD, “What really happened during the 1918 influenza pandemic? The importance of bacterial secondary infections”. The Journal of Infectious Diseases. Volume 196, Number 11, December 2007. pp. 1717–1718,, yazarın yanıtı 1718–1719; ve: Morens DM, Fauci AS, “The 1918 influenza pandemic: Insights for the 21st century”. The Journal of Infectious Diseases. Volume 195, Number 7, April 2007. pp 1018–1028

[viii] Dergimizin ikinci sayısındaki “Picking Quarrels” kısmına bakınız: http://chuangcn.org/journal/two/picking-quarrels/

[ix] Bu iki pandemik üretim yolu, Marx’ın üretim alanında “gerçek” ve “resmi” birikim dediği şeyi yansıtıyor. Gerçek kapsamda asıl üretim süreci, üretimin hızını ve büyüklüğünü arttırabilen yeni teknolojilerin getirilmesi ile değiştirilir- endüstriyel ortamın virüsle ilgili evrimin temel koşullarını nasıl değiştirdiğine benzer şekilde, yeni mutasyonlar daha hızlı ve daha fazla güçlülükle üretilmiştir.
Gerçek kapsamdan önce gelen resmi kapsamda, bu yeni teknolojiler henüz uygulanmamıştır. Bunun yerine, daha önce var olan üretim biçimleri, el dokuma tezgâhı işçilerinin, ürünlerini kâr için satan bir atölyeye yerleştirilmesi durumunda olduğu gibi, küresel pazarla bazı ilişkileri olan yeni konumlarda bir araya getirilir ve bu “doğal” ortamlarda üretilen virüslerin vahşi nüfustan çıkarılma ve küresel pazar yoluyla yerli nüfusa girme biçimlerine benzer.

[x]

Ancak bu ekosistemleri “insan öncesi” ile bağdaştırmak bir hatadır. Çin mükemmel bir örnektir, çünkü görünüşte “ilkel” doğal manzaralarının çoğu, daha önce Doğu Asya anakarasında Filler gibi yaygın olan türleri silen çok daha eski insan genişleme dönemlerinin ürünüdür.

[xi] Teknik olarak bu, en ölümcül olanın kendisi basitçe Ebola virüsü, daha önce Zaire virüsü olarak adlandırılan 5 kadar farklı virüs için kapsamlı bir terimdir.

[xii] Özellikle Batı Afrika davası için bakınız: RG Wallace, R Kock, L Bergmann, M Gilbert, L Hogerwerf, C Pittiglio, Mattioli R and R Wallace, “Did Neoliberalizing West African Forests PRoduce a New Niche for Ebola,” International Journal of Health Services, Volume 46, Number 1, 2016; Ekonomik koşullar ile Ebola arasındaki bağlantıya daha geniş bir bakış için bkz: Robert G Wallace and Rodrick Wallace (Eds), Neoliberal Ebola: Modelling Disease Emergence from Finance to Forest and Farm, Springer, 2016; Ve davanın en doğrudan ifadesi için, daha az bilimsel olsa da, yukarıda bağlantılı Wallace makalesine bakın: “Neoliberal Ebola: the Agroeconomic Origins of the Ebola Outbreak,” Counterpunch, 29 July 2015. https://www.counterpunch.org/2015/07/29/neoliberal-ebola-the-agroeconomic-origins-of-the-ebola-outbreak/

[xiii] Bakınız: Megan Ybarra, Green Wars: Conservation and Decolonization in the Maya Forest, University of California Press, 2017.

[xiv] Tüm kaçak avcılığın yerel kırsal yoksul nüfus tarafından yürütüldüğünü veya farklı ülkelerin ulusal ormanlarındaki tüm korucu güçlerin eski komünist karşıtı paramiliterlerle aynı şekilde çalıştığını ima etmek kesinlikle yanlıştır, ancak en şiddetli çatışmalar ve ormanlık militarizasyonun en agresif vakalarının hepsi bu modeli takip ediyor gibi görünmektedir. Bu fenomene geniş kapsamlı bir genel bakış için Geoforum’un (69) konuya özel 2016 sayısına bakınız. Önsöz burada bulunabilir: Alice B. Kelly and Megan Ybarra, “Introduction to themed issue: ‘Green security in protected areas’”, Geoforum, Volume 69, 2016. pp.171-175. http://gawsmith.ucdavis.edu/uploads/2/0/1/6/20161677/kelly_ybarra_2016_green_security_and_pas.pdf

[xv] Burada sözü edilen tüm hastalıklardan en düşük olanı, yüksek ölüm oranı, büyük ölçüde çok sayıda insan taşıyıcıya hızlı yayılmasının bir sonucudur ve bu da çok düşük bir ölümcüllük oranına rağmen yüksek bir mutlak ölüm bedeliyle sonuçlanmıştır.

[xvi] Bir podcast röportajında, Çin topraklarında yaşayan arkadaşlarına atıf yapan Au Loong Yu, Wuhan hükümetinin salgın tarafından etkili bir şekilde felç edildiğini söylüyor. Au, krizin sadece toplumun dokusunu parçalamakla kalmayıp, aynı zamanda ÇKP’nin sadece virüs yayıldıkça ve ülke genelindeki diğer yerel yönetimler için yoğunlaşan bir kriz haline gelecek olan bürokratik makinesini de parçaladığını ileri sürüyor. Röportaj 7 Şubat’ta yayınlanan The Dig’den Daniel Denvir tarafından yapılmıştır: https://www.thedigradio.com/podcast/hong-kong-with-au-loong-yu/

[xvii] Videonun kendisi orijinal, ancak Hong Kong’un Çin topraklarına ve ÇKP’ye yönelik ırkçı tutumların ve komplo teorilerinin bir yatağı olduğunu ve Hong Konglular tarafından virüs hakkında sosyal medyada paylaşılan şeylerin çoğunu belirtmek gerekir ve bunlar dikkatlice kontrol edilmelidir.

http://chuangcn.org/2020/02/social-contagion/ websitesinden 25 Mart tarihinde erişildi.
Çeviri: Neşe Nasırlıoğlu, Elif Birbiri, Eylül Tarım, Mehmet Polat (Çeviri Komitesi)

http://genclikkomiteleri.org/2020/04/sosyal-bir-hastalik-cindeki-mikrobiyolojik-sinif-savasi-ceviri-chuang/

Covid-19: Evet Savaştalar… Ama Bize Karşı! – Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı

Hükümetler ve patronlar Koronavirüsle savaşta olduklarını iddia ediyorlar. Gerçekteyse bu savaş, toplumsal sınıfımıza karşı yürüttükleri bir savaş. Kârları uğruna bize karşı açtıkları bir savaş!

Küresel sağlık krizi büyük bir ölçüde kapitalist sistemin bir sonucudur

   Elbette bu virüsün kapitalizm tarafından yaratıldığını söylemiyoruz. Fakat deneyimlediğimiz bu insanlık felaketinin kendisi kapitalizmden kaynaklanıyor.

   Tüm dünyadaki hükümetler biraz farklar bulunsa bile benzer seçimler yaptılar: salgının boyutunu hafife almakla başladılar üstelik bunun nedeni bilgisizlik değil, nedeni sermayenin, hissedarların, kapitalistlerin kârlarını koruma önceliğini benimsemiş olmalarıydı. Milyarlarca insanın sağlığına karşı bir azınlığın kârları!

Kriz bir kez gerçekleştiğinde, kapitalizmin zararı bize kesilir 

   Sağlığın her alanındaki altyapı, kadro ve kaynak eksikliği: dünyanın bir kısmında kamu hizmetlerinin yıkımının, kalan kısmında ise bunların neredeyse hiç var olmamasının sonuçlarıdır bunlar. 

   Koruyucu ekipman eksikliği: maske, hidroalkolik jel, tarama testi, solunum cihazı vb. Ama fabrikalar silah üretmeye devam ediyorlar. Kapitalistler sadece kendi çıkarlarını gözetiyorlar, halkın çıkarlarını değil. 

   Birçok ülkede, araştırmacılar son yıllarda virüs üzerine yürütülen bilimsel çalışmaların bütçeye dayalı nedenlerle kesildiğini ifade ediyorlar. Kapitalistler, bu alandaki kuralları belirleyen çokuluslu ilaç şirketlerine yatırım yapmayı tercih ediyorlar. 

Sağlık krizi boyunca işler devam ediyor!

   Konu iş dünyası olunca kapitalistler acımasızdır:

    Halkın yaşamı için gereklilik arz etmeyen çok sayıda şirketin, içine bulunduğumuz tehdit gibi sağlık risklerine rağmen çalışmasına izin veriyorlar. Kapitalistler, para kazanmaya devam etmek için dünya üzerindeki milyonlarca işçinin hayatını ve sağlığını büyük riske atıyorlar.

   Gerçekten gerekli sektörlerde (ki bunlar doğrudan sağlık, beslenme ve gaz, su, elektrik gibi ihtiyaçlara erişim sağlanmasıyla ilgili sektörlerle sınırlı olmalıdır) işverenler enfeksiyon kapmamak için “önleyici davranışlar”ı öne çıkararak sorumluluğu bireylere devrediyor. Ancak bir yandan birçok şirket enfeksiyon riskini azaltmak için “önleyici davranışları” uygulanabilir kılmak adına hiçbir şey yapmıyor, öte yandan bu önlemler zaten yeterli değil. Herkesin sağlığı göz önünde bulundurularak tüm iş organizasyonunun gözden geçirilmesi gerek. Ve bunu yapmak için kapitalistlerin pek doğru bir yerde durdukları söylenemez çünkü çalışanlar kendileri değil.  Bunu bizler yapmalıyız, her departmanda, kuruluşta, şirkette, faaliyette. Çünkü bu gerçekten gerekli. 

Kapitalistler bu sağlık krizini; toplumsal kazanımlarımızı, haklarımızı daha da kısıtlamak için kullanıyorlar. Her ülkede acil durum önlemlerinin büyük bir kısmı çalışma saatlerine, izinlere, maaşlara, grev hakkına dönük saldırılardan oluşuyor.

Durum sömürgeciliğin doğrudan kurbanı olan bölgelerde çok daha kötü, halihazırda sefalet içinde yaşayan halklar için sağlık krizi korkunç sonuçlar doğurabilir. 

Direnişler örgütleniyor!

   Bildiğimiz bağlamda direnişleri örgütlemek kolay değil. 

   Uluslararası Sendikal Dayanışma ve Mücadele Ağı üyeleri yalnızca “radikal” görünmenin hazzı adına sloganları, şiarları art arda dizmek istemiyor. İstediğimiz şey, yaşam ve çalışma alanlarımızdan başlamak üzere özgürce birleşmek, uluslararası düzeyi de içerek şekilde koordine olarak direniş ve kazanım için kitlesel bir halk hareketi inşa etmektir. 

   -Dünyanın tüm bölgelerindeki mücadeleleri destekleyelim ve bilinir kılalım.

   -Mesleki sektörlerimize göre örgütlenelim ama aynı zamanda özgül hakları (kadınlar, göçmenler, ırkı nedeniyle ezilenler vd) savunarak ve toplumsal eşitliğe ulaşmak için de örgütlenelim.  

   -Bu sağlık krizinin faturasının en güvencesiz, en yoksul olana kesilmesine izin vermeyelim.

   -Tüm emekçilerin (ücretli çalışanlar, serbest meslek sahibi, işsizler, geçici işçiler, mevsimlik işçiler vb.) durumlarına bakılmaksızın gelirlerinin %100’ü garanti edilmelidir, herkes için ülkelerindeki yaşam maliyetine dayalı asgari düzeyde bir garanti sağlanmalıdır.

   -Çalışma alanlarımızda ve hayatlarımızda gidişatımızı kendi ellerimize alalım. Hükümetler, kamu yetkilileri ve devletler kapitalizmin hizmetindeki araçlardır. 

   -Acil sağlık duruma müdahale edebilmek için gerekli şirketler, hizmetler, mağazalar, halka açık alanlar kamulaştırılsın!

Artık kapitalistlerin küresel felaketler yaratmasına izin vermeyelim!

Çeviren: Gizem Karaköçek

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article52610

Altta Kalanın Canı Mı Çıksın? Covid-19 günlerinde Koç Üniversitesinde Taşeron Çalışma ve Örgütlülük – Sinan Aybars

İlk Koronavirüs vakası 11 Mart’ta ülkede tespit edildikten sonra Koç Üniversitesi’nde alınan tedbir ve uygulanan denetimler bizlere ülkedeki çalışma ilişkilerine dair emsal teşkil eden bir işyeri rejimini gösteriyor. 

İçinden geçmekte olduğumuz zorlu günlerde, üniversitedeki çalışma hiyerarşisinin, emekçiler arasındaki eşitsizliği nasıl açıktan ele verdiğini; yönetimin aldığı kararlar üzerinden takip etmek mümkün. Fakat okul yönetiminin kasten yok saydığı taşeron işçilerinin devam eden öz örgütlülüğü ve üniversite bileşenlerinin desteği sayesinde kısa sürede yönetime baskı uygulayarak, yakın zamanda birtakım kazanımlar elde edildi. Yine aynı vaka, dayanışmanın sağlayacağı olumlu ihtimalleri bize hatırlatmak açısından ümitvar bir örnek olarak önümüzde duruyor. Bu değerlendirme, sürecin nasıl ilerlediğini, üniversite bileşenlerinin mücadelesini ve elde edilen sonuçların kısa bir dökümünü sunuyor. Ek olarak, okuldaki işçi mücadelesinin noksanlarına ve neler yapılabileceğine değiniyor. 

İlk vaka açıklandıktan sonra Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’nün aldığı kararlar uyarınca 14 Mart’ta okulun bir sonraki duyuruya kadar kapandığı ilan edildi. Yönetim, aldığı önlemleri üniversite kamuoyuyla paylaştı. Buna göre, öğretim üyeleri ve idari personelin evlerinden çalışmalarına izin verildi. Kampüse gelmesi mecburi çalışanlar için ise detaylı tedbirler alındığı duyuruldu. Kurumun ne denli cömert davrandığına ilişkin ufak bir detay paylaşalım: Sosyal mesafenin sağlanması adına idari personel ve öğretim üyelerine kampüse erişim için tek kişilik araçlarda ulaşım sağlanacağı ve masrafın üniversite tarafından karşılanacağı iletildi.  Tabii, yüce gönüllü okul yönetimi, bu olağanüstü dönemin çalışma verimine yapacağı olumsuz etkiyi ve yaratacağı tahribatları da gözetti. Gün aşırı gönderilen e-postlarda, bir dizi öz-bakım (self-care) önerilerini sıraladı, rehberlik ve psikolojik danışmanlık hizmetini, çalışanlar ve öğrenciler için seferber ettiğini duyurdu. 

Peki, üniversitenin itibarına halel getirmeyecek, ince düşünülmüş bir dizi uygulama; okulun genel temizlik ve servis işlerinden sorumlu taşeron işçilere ne ölçüde sirayet etti? Bırakın çalışma koşullarını düzenleyecek herhangi bir kararı; salgının ilk günlerinde işçilere maske dahi verilmedi.  

Bu noktada, Koç Üniversitesi’ndeki bir yapıdan, özel taşeron işçilerinin örgütlülüğü açısından eşine az rastlanır bir örnekten bahsetmek gerekiyor. Taşeron işçilerinin direnişi sonrasında okuldaki bileşenlerin kurduğu, 2013 yılından beri faal olan bir oluşum mevcut. Taşeron İşçi Komisyonu, bir tür işçi konseyi gibi harekete ediyor. Yaklaşık 30-40 işçinin katılımıyla gerçekleşen aylık toplantılar, demokratik esaslara uygun işliyor, işçilerin sorunlarını tespit ediyor ve üniversite yönetimiyle müzakere ederek, çalışma koşullarını düzeltmek için mücadele ediyor. İlk günlerde komisyon, sürece müdahil oldu ve kampüste çalışan işçiler için asgari tedbirlerin alınmasını sağladı. 

Takip eden günlerde salgın daha akut bir hale ulaşınca, iş bilir yönetim ve taşeron firma, zincirinin en zayıf halkası için sessiz sedasız şu tedbiri uygun gördü:  İşçiler kendilerini sakınmak mı istiyorlar? O halde, birikmiş yıllık izinlerini kullanacak veya ücretsiz izne çıkacaklardı. Kısa sürede kayda değer sayıda işçi izne ayrıldı. 

Yönetimin açıktan yaptığı bu hak gaspına karşı çıkan Koç Üniversitesi Dayanışmasındaki öğrenciler ve asistanlar inisiyatif alarak, okul nezdinde bir kampanya başlattılar. İşçilerle görüşerek, görselde yer alan talepleri netleştirdiler. Okul içerisinde sınırlı tutulan bir imza kampanyası başlattılar. Kamuoyundan destek almak için geniş bir sosyal medya kampanyası örgütlediler. Düzenli olarak işçilerle irtibat halinde kalarak, sürece dair bilgilendirdiler. 

Kampanya okulda ve kamuoyunda karşılık buldu, kısa sürede ciddi destek sağlandı. Öğrenci ve asistanlardan alınan imzalar rektörlüğe iletildi. 30 Nisan’da, kampüsteki personelin esas patronu ve taşeronun üst işveren temsilcisi genel sekreter, işçilerle bir toplantı yaptı ve 1 Nisan’dan itibaren uygulanacak yeni vardiya sistemini anlattı. Son duruma göre, firmada üç yılını dolduran işçiler, idari izne ayrıldılar. Kalanlar ise 20’şerli gruplara ayrılıp, dönüşümlü olarak, haftada iki tam gün mesai yapıyorlar. Taşeron işçilerin ücret ve yan haklarında (yol ve yemek) herhangi bir kesinti olmuyor. Servis sayısı artırıldı, işçiler en fazla 6-7 kişiyle seyahat ediyorlar. Servislerde, mesai esnasında, yemek molalarında sosyal mesafe uygulanıyor. Eldiven, maske ve dezenfektan sağlanıyor ve giriş-çıkışlarda işçilere ateş ölçümü yapılıyor.

Üniversite bileşenlerinin sağladığı basınç, okul tarafından muhatap alınan komisyonun faaliyetleri ve işçilerin öz-örgütlülüğü sayesinde bu kazanımlar elde edildi. Elbette, yeterli olmadığını biliyoruz. Hâlihazırda, vardiya sistemi eşitsiz bir biçimde uygulanıyor. İşçiler tarafından da pek çok kez dile getirildi. Ücretli izin herkes için sağlanmalıydı. İlk vakadan 1 Nisan’a kadar yaklaşık 20 gün geçti ve üniversite bu kararları almakta fazlasıyla gecikti. Salgının işçilere sıçrama riskinin önüne tam olarak geçilmiş değil. Vebali, firmanın ve üniversite yönetimin üzerindedir. Herhangi bir işçinin salgına maruz kalması durumunda, Koç Üniversitesi Dayanışması var gücüyle devreye girecek ve yönetimden hesap soracaktır. Yine de belirtmekte fayda var, üniversite bileşenlerinin müdahil olma kapasitesi tahmin edeceğiniz üzere sınırlı. Önümüzdeki zorlu görevler belli: Dayanışma artırılmalı, ücretli çalışanların birliği sağlanmalı, işçiler öz-örgütlülüklerini güçlendirmeli ve tabii emeğin kurumsal örgütü sendika, işyerini örgütlemeli. Ancak bu sayede elde edilen kazanımlar korunacak ve genişletilecektir. 

Sınıf Mücadelesi de Bulaşıcıdır – Emre Tansu Keten

“Ekonomik ve toplumsal öngerekler, kendi başlarına devrim için yeterli değildir. Politik önşartlara, yani zaferi önceden garanti etmese bile hiç olmazsa mümkün kılan bir güçler ilişkisine gerek vardır. Stratejik hesaplama, cesaret, kararlılık daha sonra muhtemeli gerçekliğe dönüştürür. Ama hiçbir strateji, imkânsızı mümküne dönüştüremez.”

Lev Troçki, Faşizme Karşı Mücadele

COVID-19 salgını insanlığın boğuştuğu dertlerle, egemen sistem olan kapitalizmin bu dertlere yönelik ortaya koyduğu politikalar arasındaki açı farkını bir kez daha gösterdi. Milyonlarca insanın ölme ihtimalinin olduğu böylesi bir salgın, kapitalistlerin üretim ilişkilerinin sürekliliğini önceleyen politikasında herhangi bir kayda değer değişim ihtimalini bile doğurmadı. Başta Türkiye olmak üzere birçok yönetim üretimin sürmesinin temel öncelikleri olduğunu belirtip, işçilerin çalışmaya devam edeceğini duyurdu. Geriye kalanlar için ise, pandemi sonrası yoğun bir sömürüyle karşılığı alınacak bir sadaka programı devreye sokuldu. Salgının ortaya koyduğu ücretsiz, kapsamlı ve kamusal sağlık hizmetinin vazgeçilmez önemi, göstermelik ve geçici önlemlerle unutturulmaya çalışıldı.

Aslında, neoliberalizmin “toplum diye bir şey yoktur” mottosunun altın çağını yaşıyoruz. 2008 kriziyle birlikte ortaya çıkan büyük çöküş, bir dizi ayaklanmanın ve sol yükselişin ardından, toplumun atomize edilmesine ve bununla bağlantılı olarak post-faşist iktidarların yükselişine neden oldu. Düzenli bir gelir sağlayan işlerin yokluğunda milyonlarca insan, gündelik ve geçici işlerle hayatta kalmaya çalıştı. Bu işlerin genelini tanımlamak için kullanılan gig ekonomisi (kısa süreli, geçici, freelance işler) kavramı, aynı zamanda işçiler arasındaki dayanışmanın yerini, herkesin kendisinin patronu olduğu bir işçiler arası rekabet ortamının aldığını da muştuluyordu. Böyle bir ortamda, salgına kamusal bir yaklaşım yerine, herkesin kendi sorumluluğunu aldığı bir “mücadele” söyleminin ortaya çıkması da garip değildi. COVID-19 salgınıyla birlikte ivmesi hızlanan ekonomik çöküşün toplumsal etkilerine karşı, geç kapitalizmin yarattığı kültürel-ideolojik bariyer sosyal atomizasyonken, politik bariyer ise Türkiye ve Macaristan’da en iyi örneklerini gördüğümüz otoriter yönetim yapılarıydı. Bu salgın birçok sağcı yönetici tarafından Allah’ın lütfu olarak karşılandı.

Bu dönem çokça söylendiği gibi bu virüs, kapitalizmin insanlığın yüzde 99’una ölümden başka bir şey vaat edemediğini ortaya koydu. Elli yıldır anlatılan masalların aksine insanlığın sınıfsal olarak keskin şekilde bölündüğünü, insanlığın başına gelen felaketlerin, sınıfsal olarak oldukça farklı bedeller yarattığını kör gözlere bile gösterdi. Ancak soyutlama düzeyinde apaçık karşımızda duran bu gerçekliğin, somut alanda bir hakikat haline gelmesi ancak politik mücadeleyle mümkün. Teorik planda ne kadar haklı olursak olalım, bu haklılığımızı, Troçki’nin deyişiyle, toplumsal güçler ilişkisinde sağlam bir yere oturtmadığımız müddetçe, pandeminin kendiliğinden yaratacağı anti-kapitalizmin hayaliyle yaşayacağız. Güçler ilişkisine işçi sınıfını dahil etmenin yolu ise böyle bir dönemde, belli başlı talepler etrafında bir araya gelerek mücadeleyi büyütmekten geçiyor. Olağanüstü koşullarda, olağanüstü bir siyaseti tahayyül edemeyenler, gündem ne olursa olsun hep aynı yöntemde ısrar edenler, radikal bir anti-kapitalist siyaset için ortaya çıkan imkânları yakalamakta zorluk çekiyor.

Virüsün insanlığa gösterdiği diğer bir şey ise, ekososyalist programın, sosyalist bir dünya yaratma mücadelesinden hiçbir şekilde ayrı ele alınamayacağı. Kapitalizmin yarattığı ekolojik çöküntü, bugün kendisini bir virüs ile gösteriyor. Ancak bu çöküntünün karşılığı bu virüsle sınırlı kalmayacak bir felaketin kapısını aralıyor. Bu nedenle, devrimci bir politika, sadece ekolojik felaketlerin etkilerine karşı bir politika sunmakla yetinemez. Felakete doğru bu gidişi tersine çevirecek, kapitalizmin canına okuduğu ekolojiyi, insanlığa yoldaş kılacak radikal bir politika sadece komünistler tarafından ortaya konabilir. Bundan dolayı, ekolojiyi bir yeni toplumsal hareket ya da kimlikçilik olarak kodlayan ezberlerden sıyrılmak zorundayız. Böylesi devrimci bir ekoloji siyaseti, “duyarlı” bir aktivizmle değil ancak sınıf mücadelesiyle var edilebilir.

Programatik farklara saygılı ve belirli talepler/amaçlar etrafında örülen bir birleşik mücadele, salgınla birlikte ortaya çıkan olguları, devrimci bir siyasetin üzerinde yükseldiği hakikatler haline getirme fırsatına sahip. Unutmamak gerekiyor ki, sınıf mücadelesinin bulaşıcılığı da en az koronavirüs kadar güçlü. Bu nedenle sadece sınırlar içerisinde değil, enternasyonal düzeyde gerçekleştirilecek bir araya gelişler, yaşadığımız bu olağanüstü günlerde, devrimci Marksistler için kaçınılamayacak bir görev.

Hong Kong’ta bir duvar yazısı şöyle diyor: “normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi.” Bundan hepimizin ders çıkarması gerekiyor sanırım.

Virüs Üretim ve Dağıtım Yeri Olarak Bankalar

Gerçek nedir, doğru nedir?


Gerçek şu: bir pandemi var. Korkutucu boyutta. Şimdiye kadar ortaya çıkan bilimsel doğru sosyal izolasyon. Yöntem: devlet aracılığıyla kamusal destek. Bu olmayınca olacak sonuç: artan ölü sayısı, hasta sayısı ve sağlık çalışanlarına yüklenecek anormal yük.

Yaşadığımız ülkede yapılan şey sadece erteleme değil, vaka sayısı artışına etki etmesi kesin her şeyin normal gittiği algısına yönelik bir illüzyon yaratmak. Bu noktada gelelim olayın bireysel noktasına. Bankada çalışıyorum. Hükümetin salgın sonrası aldığı sözüm ona önlemlerin tek odağı. Promosyon ödeyelim, bayram ikramiyelerini şimdi ödeyelim, esnafa destek olalım, kredileri erteleyelim (ama faiziyle), konut kredisi kullandırım oranını yüzde 90’a çıkaralım. Ne güzel değil mi, bu arada 65 yaş üzeri sokağa çıkmasın, ama banka çalışanlarına bu kişilerin işlemlerinin yapılmasına ilişkin talimat verilsin.    

Kimi kimden koruyorsunuz? Banka çalışanlarının o insanlar için riskli olduğu açık değil mi? Bankacıları düşünmüyorsunuz tamam da diğerlerini? Bankacılara bir de vicdan azabı hissettirmekte bir beis yok. Çocuğumu ve eşimi kendimden korumak için kayınvalidemin evine gönderdim. Ya çocuğunun bakımı için kimseden yardım alma imkânı olmayan, aynı zamanda yaşlı ve hasta yakınlarına bakmak zorunda kalan çalışanlar ne olacak!

Bankacılık temel ihtiyaç mıdır? Ekmek midir, su mudur, ev midir? Banka çalışanlarında bile bankacılığın temel insani ihtiyaçların karşılanması açısından zaruri, vazgeçilemez bir iş olduğu algısının olması neoliberalizmin büyük başarısı değil midir? Pınar Öğünç’ün Duvar Gazetesi’nde yayımlanan 28 Mart 2020 tarihli yazında yer verdiği, isyanına sonuna kadar katıldığım bir banka çalışanı bankaların kapanmasının mümkün olmadığını vurguluyor. Ben bunu toplumsal tahayyülümüzün sınırlarını belirleyen, kendi doğrusunu-vazgeçilemezini insanlığın vazgeçilemezi gibi sunan egemenlerin mantığı olarak görüyorum.  Bankalar belirli bir süre kapalı tutulabilir, kamulaştırılabilir, halkın hizmetinde kurumlara dönüştürülebilir! Banka çalışanları da sendikalı, güvenceli, daha insani iş ortamlarında çalışabilir.

Kapanmış işyerleri varken çek senet ödemesinin olamayacağı açıktır. Maaş alamayan işçi kira da ödeyemez kredi kartı borcunu da. Bu ve buna benzer kapitalizmin icatlarının aracısı banka da gereksizdir aslında. Ama insanları ölümle burun buruna gelmişken bile borçlandırmaya ve tüketmeye zorlayan finansal sermaye ve ona göbekten bağlı despotik rejimlerin olmazsa olmazıdır bankacılık. Yangında her zaman halk değil ilk onların kurtarılması boşuna değildir.  

Böylesi büyük bir salgında bile hala sanki insanların temel ihtiyaçlarının karşılanması için bankaların çalışması şartmış gibi davranılıyor. Sanki gıda üretip dağıtıyormuş, hasta tedavi ediyormuş, çöpleri topluyormuş gibi! Bütün bu saçmalıklar için banka çalışanları adeta sistem doktoru gibi sokağa salınmakta. Virüs pozitif olanların tespit edilmesi halinde çalışanların zorunlu izne tutulmaları bile aslında işlerin devam etmesi için. Alınan ekonomik “tedbirlerle her gün on binlerce insanın banka şubelerine koşturulmasının, banka çalışanlarının nefessiz çalıştırılmasının başka hiçbir gerekçesi yok. Korona günlerinde bir kez daha açığa çıktı ki, önemli olan halkın sağlığı ve esenliği değil virüs üreten ve dağıtan bu sistemin devam etmesi.

Bir Banka Çalışanı

COVID-19: Tüm Gereksiz Çağrı Merkezlerini Kapatın!

Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Ağı’na ait kuruluşlarımız, çağrı merkezlerinde çalışan yoldaşların aktardığı bilgilere dayanarak, çağrı merkezlerindeki koruma eksikliklerini kınıyor.

Bazı ülkelerde, aktivistlerimiz, çağrı merkezlerindeki işçilerin hayatlarını riske atmamak adına önerilerde bulundu. Birçok durumda, patronlar onları dikkate almayı reddetti ve işçileri çalıştırabilmek için devletin baskı gücünün yardımını talep edecek kadar ileri gittiler!

Dünyadaki milyonlarca insanın iş yerlerine gitmesinin zorunlu ihtiyaç olması, bir belirsizlikten ibarettir. İnsanların iş yerlerine gitme zorunluluğu, Dünya Sağlık Örgütü ve birçok hükümet tarafından önerilen insan etkileşiminin sınırlanmasıyla (human interaction limitation) tamamen ters düşmektedir. Durumun aciliyetine rağmen, çok az gelişmiş olan evden çalışma uygulaması, yalnızca bazı şirketler tarafından önerilmektedir. Önemli sipariş hizmetlerinden yararlananlar ki bunların bazıları kamu sermayelidir, evden çalışmanın tanınmasını reddetmektedir. Ayrıca, evden çalışma sistemi, maalesef, dünyanın çeşitli bölgelerindeki azgelişmişlik ve sömürgecilikten dolayı uygulanamamaktadır!

Birkaç gündür, on binlerce çalışan, telefon abonelikleri, sigorta satma işlemleri veya çok uluslu ticaretin müşteri hizmetlerini sürdürmek için telefonlar almaya ve hatta aramalar yapmaya devam ediyor! Yaşanan sağlık acil durumu ortadayken,  bizim işimiz nasıl hayati kabul edilebilir? Her gün, bu alanda çalışanlar; işten çıkarmalar, geçici olarak işi bıraktırmalar, para cezaları gibi çeşitli yaptırım riskleriyle işlerine gitmeye zorlanıyorlar. Bu risklerle beraber, çalışanlar, bazen, yüzlerce kişi tarafından kullanılan, doğru ürünle temizlenmemiş çalışma yerlerini ve kulaklıkları devralıyorlar. Virüsün yayılmasında son derece verimli bir etkiye sahip olan bu gelişigüzellik ve çalışma koşulları aynı şekilde devam etmektedir. Çağrı merkezlerinde, her gün, bazen düzinelerce insan hastalığa yakalanıyor ve en iyi ihtimalle birkaç saat veya birkaç gün sonra yeniden açılmak için kapatılıyorlar.

Bizler, güvenliği olmayan anlamsız bir hizmetin üretimini reddediyoruz. COVID-19 hakkında bilgi vermekle bağlantılı hizmetler gibi hizmetin gerekli olduğu yerlerde güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi talebinde bulunuyoruz:

  • Hidro-alkolik jeli, sabunu, dezenfektan mendili, sürekli bir biçimde sağlama
  • Platforma göre elli kişiden fazla çalışmama 
  • Çalışanlar arasında bir metre mesafe
  • Bilinen enfeksiyon durumunda, işyerinin dezenfeksiyonuna kadar tahliye.

Hep birlikte üretimin durdurulmasını talep edelim!

Yapabiliriz ve zaten bazı şirketlerde yaptık.

Bu alanda, zarar görecek olanlar,  ağırlıklı olarak kadın taşeronlar, kapitalist sistemin ölüme giden askerleri olmayı (cannon fodder) kabul etmeyecekler. Hayatımızın onların kârlarından daha değerli olduğunu her zamankinden daha fazla savunuyoruz! Kendimizi sadece koronavirüse karşı savunmayalım!

Tüm gereksiz iletişim merkezlerinin kapatılmasını ve maaşlarımızın tamamının ödenmesini talep ediyoruz.

Bu alandaki çok uluslu şirketler, para kazanmak adına yasaların daha az koruyucu olduğu ülkelerde böylesi krizleri kullanamazlar. Bunu açık bir biçimde tüm yıl boyunca yeterince yapıyorlar. Bugünlerde, böylesi krizler boyunca, çok uluslu şirketler, üstlenici firmalara başvurarak sorumluluklarını yerine getirmeliler. Ayrıca, cayma hakkı ve devamsızlık hakkı için yaptırımların ve işten çıkarmaların sonlandırılması talebinde bulunuyoruz. Sonuç olarak, çağrı merkezlerinin ötesinde, hayati olmayan tüm işlerde gerekli önlemlerin alınması için mücadele ediyoruz.

Çeviri: Cihan Kaymaz

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article52547

COVID-19, İnkâr ve Olasılıklar – Taci Keser

Şimdilik şurası açık ki, bugüne dek kültürel terimlerle ifade edilen sınıfsal nefret, süreç uzadıkça kendini giderek daha net terimlerle açığa vurmaya başlayacak. Bu nefreti örgütleyebilen, bir hedefe yönlendirebilenler, işte onlar, yeni Türkiye’nin yeni kazananları olacaktır.

On dokuzuncu yüzyılın İngiliz fabrikatörleri, salgın hastalıkların yoksul işçilerce fabrikalara ve ayak işlerini gördükleri nezih semtlerine taşındığını fark edince, sağlık önlemlerinin kitleselleştirmişlerdi. COVİD-19 uygar dünyayı ve onun 16. büyük ekonomisini sanayi devriminin şafağına geri götürme potansiyeli taşıyor doğrusu…

Kitlesel sağlık sigortası gibi “kızıl kokulu” önlemleri elinin tersiyle iten Donald Trump, yeni tip koronavirüse karşı önceki gün ABD tarihinin en büyük finansal destek paketini açıkladı. Birleşik Devletler ekonomisine 6 trilyon dolar enjekte edilecek. 2009 yılında Barack Obama’nın ekonomiyi canlandırmak için hazırladığı teşvik paketi sadece 838 milyar dolardı. Bu rakamlar COVID-19’un dünya sistemi açısından önemini gözler önüne koyan rakamlar. Buna karşın reel sektörde muazzam kayıpların önüne kısa vadede geçilebileceğine dair bir ışık şimdilik görünmüyor. 

Karamsar senaryolar, virüsün önünün alınmasının aylar, belki de yıllar alabileceğini varsayıyor. Geriye bir Mad-Max distopyası kalacak belki de. Elbette bu, küresel ölçekli felaket senaryolarının en berbatlarından birisi. Bu denli yıkıcı olmayan fakat otoritaryen eğilimlerin zaferini öngören senaryolar çok daha yaygın biçimde dillendiriliyor. Bir yanda Çin’in virüsle mücadeledeki başarısı, öte yanda “Batılı” demokrasilerin ve tilmizlerinin aldığı otoritaryen önlemlerin kalıcılığı endişesi karamsar senaryoların ikinci boyutunu oluşturuyor. Bu açıdan bakınca, büyüklü küçüklü tek adamların kılıç tokuşturduğu bir tür piyasa despotizminin tam da aradığı fırsatı yarattı COVID-19. Elbette hastalık yatıştığında küresel dünya ekonomisinden geriye ne kaldıysa onunla yetinmeleri koşuluyla.

İyimser senaryolar şimdilik kitlelerin ferasetine güvenmeyi vazetmekle yetiniyorlar. Küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerin zehirli bir ok gibi dünyanın tüm emekçilerine saplandığı daha çarpıcı bir an bulmak hayli zor olmalı doğrusu. Muazzam bir örgütlenmeye sahip kapitalist sistemin kavuğu kendilerine serinkanlılıkla devretmeyeceği malum. Yine de dünyanın artık o alıştığımız dünya olmayacağının belirtileri gün geçtikçe artıyor. Yeni koşullara uygun örgütlenmeyi kim ya da kimler hayata geçirecekse, sanırım yeni dünyanın ilk muzaffer sahipleri de onlar olacak.

Türkiye: Krizin İnkârı mı?

COVID-19 Türkiye’ye elbette Çin imparatoru Qin Shi Huang’ın ordularıyla, kılıç ve gürzle, gonglar eşliğinde girmedi. Hatta son ana dek, tedirgin ama umutlu bir bekleyişin kamuoyunu etkisine aldığı dahi söylenebilir. Uzak diyarlarda patlak veren lanet bir hastalığın önüne bir yerde elbette set çekileceği umuduydu bu. Tıpkı 2003 yılının SARS, 2014 yılının Ebola virüslerinde olduğu gibi.

Tıbbi anlamda alınan tedbirler gecikmeli ya da yetersiz de olsa, dünyadan tam anlamıyla kopuk tedbirler değil. Ancak siyasi ve ekonomik cephede dünya ülkelerine kıyasla hayli tuhaf gelişmeler yaşanıyor. 10 Mart tarihinde Türkiye’de ilk COVİD-19 testinin pozitif çıkmasının ardından,  hastalığın geometrik oranda artacağı çok kısa sürede belli oldu. Alınan koruma önlemlerinin hâlihazırda bolca borca batmış bir ekonomiyi yerle bir etmesi muhtemeldi.

Sonuç olarak, yaşlı, hamile ve kronik hastalığı olan kesimler haricinde kamuda iş kesintiye uğratılmayacaktı. Geriye kalanlar yıllık izinlerini kullanabilirdi elbette. Özel sektöre gelince tablo içinden çıkılmaz bir hal almaya başladı. Çoğu işkolunda göstermelik önlemlerle üretim devam etti. Ekonominin can damarlarından olan hizmet sektöründe alınan tedbirler alt kademe çalışanlara ücretsiz izin ve kimi durumlarda işten çıkarma olarak geri döndü. Bir küçük esnaflar ülkesi olan Türkiye’de krizden sağ çıkacak aile işletmesi bulmak, belli sektörler haricinde hayli güç olacağa benziyor. Finans sektöründe zaten neredeyse 24 saat işbaşında olmak bu alanda var kalmanın olmazsa olmazı.

Doğrusu Türkiye’nin 18 Mart’ta açıklanan 100 milyar liralık ilk ekonomik tedbir paketi geniş kesimler açısından tam bir düş kırıklığıydı. Konaklama vergisindeki erteleme ve havayolu taşımacılığındaki KDV indirimi muhalif kamuoyunda ve sosyal medyada ön plana çıktı. Açıkçası, en düşük emekli maaşının 1500 liraya yükseltilmesi, ihtiyaç sahibi ailelere yapılması öngörülen nakdi yardım, 80 yaş üstü yaşlılara verilecek bakım hizmeti ve emeklilerin bayram ikramiyelerinin Nisan başında ödenecek olması dışında, 19 maddelik paketteki hemen tüm tedbirler işverenler gözetilerek alınmıştı. Böylece ne general ne de prens tanımayan sınıflar üstü bir virüsün önüne satrançta oyunu geliştirmek adına feda edilen piyonlar sürüldü: işçiler, düşük kademelerdeki memurlar, garsonlar, manavlar, balıkçılar, gündelikçiler ve diğerleri.

Türk egemenlerinin alışageldikleri, tanıdıkları ve evleri belledikleri dünya göz göre göre değişiyor. Şimdilik şurası açık ki, bugüne dek kültürel terimlerle ifade edilen sınıfsal nefret, süreç uzadıkça kendini giderek daha net terimlerle açığa vurmaya başlayacak. Bu nefreti örgütleyebilen, bir hedefe yönlendirebilenler, işte onlar, yeni Türkiye’nin yeni kazananları olacaktır. Halihazırdaki iktidarın bu işi uzak ya da yakın, gerçek ya da hayali yeni bir hedef göstererek başarması imkânı ise giderek azalmaktadır.

Havacılık Sendikalarından Ortak Açıklama: Covid-19’un Ötesinde, Gerçek Virüs Kapitalizm!

Air Crew Committee, CGT (İspanya), CUB, SOS Handling, SUD Aérien gibi bir dizi havacılık sendikası havayolları ve havaalanı sektörlerinde Covid-19 krizi sırasındaki çalışma koşullarını mahkûm ederek sadece acil durum uçuşlarına izin verilmesi ve kritik bir öneme sahip havayolu şirketleri ile havaalanlarının kamulaştırılması talebini yineledi. Metnin bütünü şöyle:

Havayolu ve havaalanı sektörlerindeki işçiler ve sendika aktivistleri olarak, öncelikle, koronavirüsün (Covid-19) ortaya çıkmasına rağmen, yetersiz güvenlik ekipmanlarıyla ve üstelik daha uzun süre çalışmaya zorlanan, hem kendilerinin hem de ailelerinin sağlığını riske atan, tüm çalışma arkadaşlarımıza enternasyonalist destek ve dayanışmamızı sunmak istiyoruz. Dayanışmamızı herkese, özellikle bu kriz nedeniyle işlerini kaybeden güvencesiz çalışanlara gönderiyoruz.

Karar vermesi gereken piyasa değil!

Havacılık ve havaalanı sektörlerinin yaşadığı ağır krizin farkındayız. Covid-19 nedeniyle havayolları şirketleri faaliyetlerini %95 oranına kadar düşürmek durumunda (ve daha krizin ortalarındayken) kaldı.

İlk olarak Çin’in Wuhan bölgesinde patlak veren acil durumun başından itibaren faaliyetlerde bir azalma söz konusu oldu. 

Havaalanlarının ticari trafiğe kapatılması gündeme gelene kadar güvenlik ekipmanları (maske ve eldiven) için talep vardı. 

Sesimiz duyulmadı ve hala duyulmuyor: bugün havayolu trafiğinde güçlü bir düşüş varsa bu, virüsün (Covid 19) yayılmasını durdurmak için ticari uçuşları durdurma politikasından değil, sadece piyasa talebindeki düşüşten (bilet satışları) kaynaklanmaktadır.

Çalışmaya devam edemezsiniz!

Sağlık çalışanlarına olan tüm saygımızla, havacılık-havaalanı sektörü çalışanları olarak, en başından beri herhangi bir korunma olmaksızın çalışıyoruz, havaalanı ve uçakların içinde binlerce yolcuyla doğrudan temas kurmaya devam ederken, maske ve eldiven kullanımının tamamen yasaklandığı bazı durumlarda çalışıyoruz.

Tüm bunlar sorumsuzca ve kabul edilemez!

İşçilerin ve yolcuların sağlığının korunmasını sağlayacak, sağlık ve güvenlik hususunda çeşitli hükümetler tarafından yeni kanunlar yapılacak:

Yalnızca acil durum uçuşları (gıda transferi, ilaç, hasta insanlar, vb.) ile aile birleşmeleri ve geri dönüş uçuşlarının yapılması güvenceye alınarak, ticari trafiğin tamamen durdurulması sağlık korumasını garanti edebilir. 

Krizin bedelini işçiler ödememeli

Açıkça görülüyor ki, bu acil sağlık durumunun azami süresi boyunca, hava trafiğinin geçici olarak askıya alınmasının bedeli, havacılık-havaalanı sektörü işçileri veya tedarik sektöründeki (kafeterya, temizlik, mağazalar, barlar, vs.) çalışma arkadaşlarımız tarafından ödenmemelidir.

Bu krizin bedeli, onlarca yıldır, her yıl sadece küçük bir kısmının işçilere ulaştığı milyarlarca Avro’luk gelir elde eden, sürekli büyüyen bir sektörden kazanç elde edenler tarafından ödenmelidir. Krizin bedeli, bu topyekûn kriz döneminde ve tekrar yola çıkmaya hazır olduğumuzda, sektördeki tüm çalışanlar için istikrarı ve tam ücretleri garanti etmesi gereken patronlar ve hükümetler tarafından ödenmelidir. 

Havacılık-havaalanı sektörü hayati önemdedir: ulusal şirketler ve havaalanları kamulaştırılsın!

Bu kriz, her ülkede, havacılık-havaalanı sektörü gibi hayati bir sektör üzerinde kontrole sahip olmanın önemini ortaya koydu; koronavirüs krizi gibi birçok dış faktöre karşı koyabilecek bir sektördür bu.

İlk zorlukta işçileri işten çıkarıp, yolcuları ortada bırakacak olan özel çıkarlar ve fırsatçılar tarafından denetlenemez!

Biz her zaman temel ulusal şirketlerin ve gerçek birer müşterek olarak kabul edilen havaalanlarının kamulaştırılmasını talep ettik, böylece bunları işçilere ve gezegenin tüm yaşamı için elzem olan çevre ve iklime saygılı biçimde toplumun hizmetine sunabiliriz. 

HER ŞEYDEN ÖNCE İŞÇİLERİN SAĞLIĞINA VE YAŞAMINA SAYGI!

HEMEN UÇUŞ SINIRLAMASI-SADECE ACİL UÇUŞLAR!

TAŞIMACILIK ŞİRKETLERİ VE HAVAALANLARI KAMULAŞTIRILSIN!

KRİZİN BEDELİ PATRONLAR VE HÜKÜMETLER TARAFINDAN ÖDENMELİ!

KADRO AZALTIMINA HAYIR!

ACİL DURUM BOYUNCA %100 MAAŞ GARANTİSİ VERİLSİN!

İmzacı sendikalar:

Air Crew Committee, CGT (İspanya), CUB, SOS Handling, SUD Aérien

Çeviri: Bilge Certel

Kaynak:http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article52559

Virüsün Uyarısı- Kapitalizm, Sağlık Krizi, İklim Krizi – Daniel Tanuro

Virüs bize sesleniyor. Bize dayanışma, cömertlik ve ölçülüğe ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Bize kemer sıkma, özelleştirme ve kârlılığın özellikle de sağlık alanında cinai sonuçları olduğunu söylüyor. Ayrıca, sera gazı emisyonlarında yıllık bazda % 7 oranında gerçek bir radikal azaltımın mümkün olduğunu da söylüyor. Tek koşulu var: daha az üretin ve daha az taşıyın.

Elbette virüs herhangi bir ayrım gözetmiyor: emisyonları yaşamlara son vererek, çok fazla ıstırap, izolasyon ve endişe yaratarak körü körüne azaltıyor. Toplumsal eşitsizlikleri ve güvencesizliği şiddetlendiriyor. Belirli bir zaman sonra, bazı temel ihtiyaçların kıtlığıyla karşılaşabiliriz. Bu nedenle sevinmek saçma veya sinik olacaktır.

Biliminsanlarına göre, 1.5 ° C’yi aşmamak için her yıl gerekli olan devasa emisyon azaltımlarına ulaşmak için virüse güvenmek daha da saçma veya sinik olurdu. (2030’a kadar AB ülkelerinde -%65, dünya çapında -% 58, 2050’ye kadar -% 100). Bu salgın mümkün olan en kısa sürede durdurulmalıdır.

Yine de, virüsün eylemi hükümetlerinkinden daha etkilidir. 25 yıldır devam eden müzakerelere rağmen, bugün CO2 emisyonları 1992’deki Dünya Zirvesi’nden % 60 daha fazla. Paris anlaşmasına rağmen, hükümetler tarafından alınan önlemler bize 3,3 ° C’lik bir ısınma vaat ediyor – aynı hükümetlerin geçmemeye karar verdiği seviyenin iki katı!

Yani, ister işyerlerimizde tehdit altında bulunalım, ister evlerimize kapanmış olalım, virüs bizi düşünmeye ve hayal gücümüzü çalıştırarak birkaç soru sormaya davet ediyor. Örneğin:

  • Virüs tarafından körlemesine yapılan üretim ve ulaşım kısıtlaması yerini neden gereksiz ve zararlı üretim faaliyetlerinden başlamak üzere toplumun kararlaştırdığı ve planladığı bir kısıtlamaya bırakmasın?
  • Bu gereksiz veya zararlı üretimlerin (silahlar, reklamlar, özel otomobiller, plastikler, vb.) ortadan kaldırılmasından (kısmen veya tamamen) etkilenen emekçiler neden gelirlerini koruyamasın ve insanlara ve ekosistemlere bakım işlerinde topluca istihdam edilmesinler? Bunlar hem toplumsal ve ekolojik açıdan faydalı hem de kişisel açıdan tatmin edici işler olurdu.
  • Neden çokuluslu şirketlerin “değer zincirleri”nden elde edilen kârı azamileştirme hedefinin yönettiği küreselleşme yerini toplumsal adalete ve iklim adaletine, seyahat ve yerleşme özgürlüğüne ve gıda egemenliğine dayalı, sömürgeci ilişki biçiminden arınmış cömert bir işbirliğine bırakmasın?
  •  Biyolojik çeşitlilik ve sağlık açısından yıkıcı bir tarımsal işletmecilik (agrobusiness) -ki bu virüsün yayılmasını sağlamaktadır [1] – yerini neden insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik için çok daha faydalı olan bir tarım ekolojisine (agroekolojibırakmasın?
  • Neden toplumun ağırlık merkezi, meta üretimi alanından insanlara ve insan olmayanlara “bakım/ihtimam gösterme” alanına geçmesin?
  • Neden hem daha az üretip, daha az taşıyıp hem de daha çok paylaşmayalım? Zenginlikleri, bilgiyi, gerekli emeği ve… hepsinden daha değerli olan kaynağı, zamanı neden paylaşmayalım?

İklimi kurtarmak için elini kıpırdatmayan politikacıların argümanı her zaman aynıdır: “Biz istiyoruz, ancak insanlar tüketici davranışlarını değiştirmek istemiyorlar”. Aksine, salgına verilen tepki, tehlike hakkında iyi bilgilendirilmiş olan toplumların yaşam tarzlarında önemli değişiklikleri kabul ettiğini göstermektedir.

Ayrıca, değiştirmek istemeyenlerin gerçekte ekonomiden sorumlu olanlar, finansçılar ve büyük şirketlerin hissedarları olduğunu da gösterir. Bir salgın sırasında bile, maksimum kâr elde etmek için daha düşük maliyetle daha fazla üretmeye devam etmek istiyorlar. Emekçilerin ve nüfusun sağlığını hiçe sayarak.

Virüs, hükümetlerin bu politikanın hizmetinde olduğunu da söylüyor bize: bir acil sağlık durumu varken bile, hayati olmayan sektörlerdeki faaliyetleri askıya almayı reddediyorlar; sağlık sektörünün yeniden finanse edilmesi gerekirken, bankalara yardımcı oluyorlar [2]; daha fazla dayanışma gerekirken, sosyal destek alanları, evsizleri, göçmenleri, emeklileri taciz etmeye devam ediyorlar; salgını yenmek için daha fazla demokrasi ve katılım gerekiyorken, kendilerine özel güçler veriyorlar…

Evsizlere, dezavantajlılara, yaşlılara, evraksızlara yardım etmek, sağlık çalışanlarını desteklemek için kurular sayısız taban inisiyatifi, hayati olmayan işletmeleri durdurmak için grevler vs. başka bir siyasetin mümkün olduğunu gösteriyor. Dayanışmacı, demokratik, toplumsal ve cömert bir öz-disiplin siyaseti.

2002 yılında, SARS Koronavirüs salgını sırasında, virologlar daha başka koronavirüslerin takip edeceği ve bir aşı bulunabileceği konusunda uyardılar, ancak hükümetler bu araştırmaları finanse etmeyi reddetti. Tıbbi araştırmaların çokuluslu ilaç şirketlerinin elinde kalmasını istiyorlar, ki bunların amacı halk sağlığı değil hasta piyasasında ilaç satarak elde edilecek kâr.

Aynı şekilde, 25 yıldır, iklimbilimciler iklim değişikliğinin daha tehdit edici hale geleceği ve petrol, kömür ve doğalgaz yakmayı keserek bunun durdurulması gerektiği konusunda uyarıyorlar. Fakat hükümetler elini kıpırdatmadı. Enerjinin çokuluslu şirketlerin elinde kalmasını istiyorlar, ki bunların amacı sosyal adalete mümkün olan en hızlı enerji geçişini sağlamak değil, her şeyden önce kâr elde etmektir

İklim değişikliği salgından çok daha tehlikelidir. Deniz seviyesinin on metreden fazla yükselme riski vardır. Hızlı hareket etmezsek, dünyayı yüz milyonlarca insan ve sayısız insan-olmayan canlılar için, geri dönüşü olmayan biçimde, yaşanmaz hale getirecektir. En yoksul, en zayıf olanlar bunun bedelini ödeyecektir.

Bu tehditle nasıl mücadele edileceği, seçilen önceliklere bağlıdır. Salgın, sahip-olanların önceliklerine ve bunun doğurduğu sonuçlara ışık tutuyor: insan bakımından önce meta üretimi; seyahat özgürlüğünden önce spekülasyon yapma özgürlüğü (örneğin maskelerde); sosyal hizmetleri finanse etmeden önce bankaların kurtarılması; demokratik katılım yerine özel güçler ve polis varlığının genelleşmesi (Çin’de olduğu gibi!); dayanışma yerine göçmenlerin peşine düşülmesi.

Bu emsalden, herkes, sahip-olanların ve muktedirlerin iklim tehdidine karşı -iş işten geçtikten sonra- bir şey yapmaya karar vermekten başka bir seçeneğe sahip olmadığında aynı önceliklerin nasıl uygulanacağını hayal edebilir.

CO2 gibi görünmez olan virüs bizi uyarır. Bize, bir parçasını oluşturduğumuz doğadan daha güçlü olduğumuza inanmayı bırakmamızı söyler. Bize kapitalist üretimciliğin bizi uçurumun eşiğe getirdiğini ve dünyanın efendilerinin bizi kurtaramayacağını söyler: yoksulları, sömürülenleri, ezilenleri ve özgürlüklerimizi feda ederek kendilerini kurtaracaklar. Bize neoliberal politikacıların bizleri kurtarmayacağını söyler: dünya ile ve benzerlerimizle olan ilişkimizi tamamen bozan bu akıl almaz sisteme, kapitalizme bir son vermek için ayağa kalkmak ve örgütlenmek zorundayız.

Notlar:

[1] Uzmanlar, doğal ortamların yok edilmesinin ve tarımsal standardizasyonun yeni virüs hastalıklarının ortaya çıkmasına ve yayılmasına neden olduğu konusunda hemfikir.

[2] Avrupa Merkez Bankası, şirketler ve hükümetlerin borçlarını satın alarak “bankaları rahatlatmak” için 750 milyar avro serbest bırakıyor.

Çeviri: Rıfat Hasret

Koronavirüs ve Dayanışma: İtalya’dan Mektup Var!– Potere al Popolo/İktidar Halka

Kriz eşitsizliğin hâkim olduğu bir toplumu vurduğunda en çok ıstırap çekenler en savunmasızlar oluyor her daim: ileri yaştaki insanlar, işçiler, göçmenler, kadınlar, sağlık sorunu olanlar. Potere al Popolo yalıtılmışlığı kırmak ve farklı topluluklar arasında dayanışma ve karşılıklı destek ilişkilerini yaratmaya çalışıyor. 

Birçok şehirde, temel ihtiyaç alışverişi gibi günlük gereksinimler konusunda yardıma ihtiyaç duyan insanlar için karşılıklı destek sistemi oluşturduk. Ayrıca, krizden etkilenen işçilere hukuki danışmanlık sağlayan bir yardım hattı kurduk. Sadece iki gündür açık olan bu hat, güvensiz koşullarda çalışmaya zorlanan, işten çıkarılan veya kayıt dışı sektörde çalışan ve dolayısıyla hükümetin destek planları tarafından içerilmeme riski altında bulunan işçilerden 70’ten fazla çağrı aldı. Bu çağrılar sırasında toplanan bilgiler sayesinde eylemlerimizi planlayacak ve işverenlere ve hükümete yönelik taleplerde bulunabilecek durumdayız. Yardım hattına yapılan tüm çağrılar önce küçük bir gönüllü avukat grubu tarafından yürütülmekte, daha sonra arayanın bilgisi, takibi sağlamak için yerel gruplara aktarılmaktadır.

Şimdiye kadar müdahalelerimiz için üç kilit alan belirledik.

Her şeyden önce, lojistik sektörü. Artan talep (mağazaya gitmek yerine daha fazla çevrimiçi sipariş veren insanlar) nedeniyle normalden daha fazla ve öngörülen güvenlik önlemlerinin alınmadığı koşullar altında çalıştıklarını söyleyen Amazon depo çalışanları ile temas halindeyiz.

Bir diğer müdahale alanımız çağrı merkezleri. Bu merkezleri işleten şirketler, gerekli teknolojiyi edinme maliyetlerinin artması nedeniyle evden çalışmalara izin vermek konusunda isteksiz davranmıştır. Çalışanlar kalabalık merkezlerde çalışmaya devam ediyor. Her iki durumda da avukatlarımız, güvenlik önlemlerinin en kısa zamanda uygulanmasını ve çalışanların fazla mesaiden muaf tutulmasını talep ederek işverenlere resmi uyarılar gönderdi.

Üçüncü sektör mevsimlik işçiler sektörüdür. İtalya’da, özellikle tarım sektöründe ve turizmde, aynı zamanda fabrikalarda çok sayıda mevsimlik işçi var. Mevsimlik iş, işverenlerin her yıl aynı işçileri yeniden istihdam etme zorunluluğu olmaması nedeniyle, güvencesiz bir istihdam biçimidir. Ancak mevsimlik işçilerin işsizlik yardımlarına (tazminatına) erişimi vardır (tüm işçilerin İtalya’da buna erişimi yoktur). Hükümete ve Sosyal Güvenliğe yazarak, kriz nedeniyle bu yıl tekrar istihdam edilmeyen mevsimlik işçilerin tüm işsizlik dönemi boyunca bu tazminattan faydalanabilmelerini talep ettik. 

Gerçekleştirilebilecek somut eylem örnekleri olan bu özel durumların ötesinde, hükümeti, bağımsız çalışanlar, yasal sözleşmesi olmayanlar veya gig ekonomi alanında çalışanlar dahil olmak üzere, Korona salgınının sonuçlarından etkilenen herkesin ücretlerini güvence altına almaya çağırıyoruz. Tüm emekçilerin işsizlik yardımından faydalanmasını; faturalarını, kiralarını ödeyemeyen veya kredi geri ödemelerini yerine getiremeyenlerin ertelemeden yararlanmasını talep ediyoruz.

Bununla birlikte asli olmayan tüm üretim faaliyetlerinin, emekçilerin maaşları ödenmek kaydıyla durdurulması talep ediyoruz. 

Son olarak, devletin sağlık hizmetleri sektöründe büyük yatırımlar yapmasını, uzun vadeli sözleşmelerle kişisel bakım alanında daha fazla işçi istihdam etmesini ve ilaç ve sağlık ürünlerinin üretimini kamu denetimine almasını talep ediyoruz. Hükümeti kemer sıkmayı sona erdirmeye ve Avrupa Mali Antlaşmasından çıkmaya çağırıyoruz. İtalya şimdi ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya. Bu felaketin en kötü etkilerinden ancak ekonomide ve kamu hizmetlerinde devasa kamu yatırımları ve istihdam yaratımıyla yani bütünlüklü bir paradigma değişimiyle kaçınabiliriz.

Krize cevabımız üç cephede olmuştur: acil ihtiyaçları karşılamak için topluluklarımız bünyesinde örgütlenmek; işçilerin mücadelelerini sahada (ve ayrıca yasal olarak) desteklemek; daha geniş taleplerde bulunmak. Bu felaketten çıkmanın tek yolunun kolektif eylem ve koordinasyon kapasitemizi inşa etmek olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, İtalya’daki olayları dışarıdan gözlemleyen ilerici örgütlere topluluklarınızın sağlığını ve güvenliğini korumak için şimdiden örgütlenmeyi ve talepler oluşturmayı tavsiye ediyoruz.

Potere al Popolo 13 Mart 2020

Not: Potere Al Popolo/İktidar Halka 2017’de öncelikle bir seçim ittifakı olarak kurulan ama bunun ötesine geçerek, İtalya’daki IV. Enternasyonal militanları (Sinistra Anticapitalista/Antikapitalist Sol) dahil olmak üzere çeşitli siyasi partileri (İtalyan Komünist Partisi, Komünist Yeniden Kuruluş Partisi…), örgütleri ve farklı mücadele alanlarından aktivistleri bir araya getiren çoğulcu bir siyasal zemin oluşturuyor. Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Power_to_the_People_(Italy)

http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article52425kaynağından kısaltılarak tercüme edilmiştir. 

Çeviri: Rıfat Hasret