Karl Marx, bir toplumda egemen ideolojinin her zaman o toplumu yöneten sınıfın ideolojisi olduğunu belirtmişse ve öte yandan işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi bilinçli eseri ilan etmişse, burada bir çelişki var gibi görünmektedir. Gerçekten de, kapitalist toplumda egemen ideoloji burjuva ideolojisi olduğuna göre – çünkü burjuvazi bu tür bir toplumu yönetmektedir – işçi sınıfı burjuva ideolojisiyle yoğrulmuşken, burjuvazinin egemenliğini nasıl bilinçli bir şekilde devirebilir?
Karl Marx’ın (Feuerbach Üzerine Tezler’inde) yanıtı, yalnızca devrimci pratik (“Praxis”) yoluyla bu çelişkinin çözülebileceğidir. Bu süreç, bilincin gelişmesini sağlayan bir pratiği içerir; burada kitlelerin kendi dayanışmacı eylemleri yoluyla gerçekleştirdikleri öz-eğitim, aynı zamanda “eğiticileri” de eğitir. Bu, Aydınlanma geleneğiyle bir kopuşu ifade eder, ancak onların özgürleştirici mirasına sadık kalır: “aydınlanmış” kişiler – bizim durumumuzda, sınıflı toplumlara özgü sömürüye, tahakküme ve yabancılaşmaya son vermek için sosyalist devrim ihtiyacının bilincinde olan siyasi azınlıklar – işçilerin ve emekçilerin ortak özgürleştirici eylemlerinden ileri gelen deneyimi sayesinde hızla bilinç kazanan geniş kitleler tarafından geçilmekte ve onların bilinci tarafından aydınlatılır.
Bir filozofun ruhu, “Sorun ortaya konmuş ve çözülmüştür” diyerek memnuniyet duyabilir. Ancak bir devrimcinin ruhu şu soruyu sorar: Marx’ın önerdiği çözüm, hangi tür deneyimlere uygulanabilir? Bu soruya Ernest Mandel’in genel grevin anlamı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine tartışmalara yaptığı katkılar yanıt verir.
Devrimin Hidrası[1]
Ernest Mandel, İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim adlı antolojisinin girişinde Prusyalı bakan von Puttkamer’in şu sözünü alıntılar: “Her grev kendi içinde devrimin hidrasını gizler.” Bu elbette bir polis abartısıdır, ancak Mandel’e göre bu ifadenin içinde bir gerçeklik unsuru vardır. Bir yandan işçi grevleri, kapitalist sistemin bir parçasıdır – emek gücünün fiyatındaki dalgalanmalar: ücretler, çalışma koşulları, çatışmalar yaratır. Ancak öte yandan, greve giden çalışanlar, sömürü nesnesi olmayı bırakıp, kaderlerini kolektif bir şekilde belirleyen aktif özneler haline gelirler.
Mandel’e göre, bir grev hareketinin özgürleştirici potansiyelini değerlendirmenin temel ölçütü, katılımcıların aktiflik derecesidir. Eğer grev sadece evde kalmaktan ibaretse, bu potansiyel sıfıra yakındır. Ancak çalışanlar genel kurul toplantıları düzenler, kolektif eylemleri örgütler, tartışır, kendi temsilcilerini seçer ve denetler, talepleri, mücadele biçimlerini ve sonuçları kendileri belirlerse, bu tamamen farklı bir durumdur. Özellikle grev hem zaman hem de mekân açısından yayılırsa ve acil taleplere politik, geçişsel (örneğin dayanışmacı çözümler veya patronların egemenliğine karşı çıkış) ya da doğrudan devrimci talepler eklenirse (örneğin iktidarın ele geçirilmesi), bu durum daha da önem kazanır.
Ernest Mandel, 1960-1961 kışında Valonya’da, özellikle de Liège’deki büyük genel grev sırasında geniş bir kitlesel hareketin devrimci potansiyelini deneyimledi. Yukarıda sıralanan tüm unsurlar bu süreçte mevcuttu. Mücadelenin kendi mantığı, hareketi çeşitli ihtiyaçlara yanıt verebilecek kendi kendini örgütleyen organlar geliştirmeye yöneltti: tartışmaların organizasyonu, karar alma mekanizmaları, erzak temini, trafik, ulaşım, kreş hizmetleri, etkinlikler, kültürel faaliyetler ve hatta kamu güvenliğine kadar.
İkili İktidar Meselesi
Mandel, Liège’deki hareketin yükselişi sırasında sendika üyelik kartını göstermeden bankalardan para çekilemediğini vurgulamayı severdi. Ona göre, 1917’de Rusya’nın Petrograd kentinde olduğu gibi, grev komitelerinin delegeleri kitleleri harekete geçirerek, “sovyet” veya “konsey” tipi aşağıdan gelen karşı-iktidar organları yarattılar. Bu organlar, burjuva devletine alternatif bir iktidar yapısına dönüşerek otoritelerini ve meşruiyetlerini demokratik ve temsil edici niteliklerinin üstünlüğüne ve nüfusun büyük çoğunluğuna derin biçimde kök salmış olmalarına dayandırdılar.
Bu tür durumlarda – örneğin 1974-1975’teki Portekiz Devrimi veya 2001’deki Arjantin’de olduğu gibi – bir süre boyunca “ikili iktidar” durumu yaşanır ve sonunda yalnızca bir taraf galip gelebilir. Sosyalist devrim, geniş bir genel grev hareketine katılanlar tarafından aşağıdan yaratılan bu öz-örgütlenme organları aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesi anlamına gelir.
Bu sosyalist devrim anlayışı, Marx ve Engels’in, daha da önemlisi sosyal demokrat takipçilerinin eleştirdiği anarşist veya anarko-sendikalist pozisyonlara oldukça yakın görünmektedir. Örneğin, Almanya Sendikalar Birliği (ADGB) liderlerinden efsanevi Karl Legien, “Genel grev, genel bir aptallıktır” (“Generalstreik ist Generalunsinn”) demiştir. Bu yargının arkasındaki mantık şuydu: Eğer tüm işçi sınıfı harekete geçebiliyorsa, zaten genel greve ihtiyaç kalmaz; iktidar doğrudan alınabilir. Ancak 1920’de aynı sendika lideri, Kapp/Lüttwitz darbe girişimine karşı başarılı bir genel grev çağrısı yapmıştır!
Bu iki olay arasında, Rosa Luxemburg 1905 Rus Devrimi’nden dersler çıkarmıştı. Kitlesel grev hareketleri, parti ya da sendika liderliklerinin emir veya çağrısıyla başlamaz. Kitleler, katman katman harekete geçer, yeni deneyimlere dayanarak yollarını bulmaya çalışır, tereddüt eder, geri çekilir, sonra yeniden ilerler… Başlangıçta politik olarak bilinçli unsurlar yalnızca küçük bir azınlıktır. Bu azınlık, hareketin içinde yer almalı, önerilerde bulunmalı ve kendi görüşlerini tartışmalara dahil etmelidir.
Öz-örgütlenmenin Merkeziliği
Ernest Mandel’in anlayışı, Rosa Luxemburg ve Lev Troçki’nin teorik kazanımlarını yeniden ele alır. Bu anlayışta, proletaryanın demokratik öz-örgütlenmesi devrimci stratejinin merkezinde yer alır. Öz-örgütlenme organlarında başlangıçta reformist ve uzlaşmacı akımlar baskın olur. Devrimci örgütler veya partiler, bu karşı-iktidar organlarında çoğunluğu elde etmeye çalışmalıdır – hem genel fikirleri hem de somut önerileri açısından çoğunluğu kazanmak esastır.
Aynı zamanda, gündelik hayatın boyun eğdiren ve yabancılaştıran rutininden çıkılarak tartışma ve düşünme fırsatı sunulan bir durumda, bilinçlenmenin kitlesel ölçekte hızlı gelişimi çoğu zaman “öncüyü” kendi pozisyonlarını düzeltmeye zorlar. İşte, eğitmenlerin genel bir özgürleşme sürecinde eğitildikleri bir durum! Mandel’in anlayışı ile anarşistlerin anlayışı arasındaki fark da buradadır: Farklı siyasi partiler ve akımlar arasında fikir düzeyinde bir mücadele gereklidir ve devrimciler için, kitlelerin öz-örgütlenme organlarında çoğunluğu kazanmak vazgeçilmezdir – çünkü uzlaşmacı ve fırsatçı bir çoğunluk, karşı-iktidar organlarının yenilgiye ve çözülmeye mahkûm olmasına yol açar.
Mandel’e göre sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfı, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturur: Geçimlerini sağlamak ve yaşamlarını sürdürmek için yalnızca emek güçlerini satmak zorunda olan herkes. Ancak öte yandan, Mandel’in geliştirdiği devrim modeli, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir işçi sınıfına dayanır; bu da onun görüşüne göre kolektif dayanışma eylemleri için özellikle elverişli bir çerçeve sunar. Hepimiz biliyoruz ki, uzun yıllardır bu “klasik proleter” ortam parçalanmaya, toplum içinde ağırlığını kaybetmeye ve çeşitli bölünme etkilerine maruz kalmaya eğilimlidir.
Ernest Mandel’in stratejik düşüncesinin günümüzün somut koşullarına uyarlanmasına yönelik bir değerlendirme yapılırken bu göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin, mahalle, apartman, kamusal alan veya sokak gibi çeşitli bölgesel öz-örgütlenme biçimlerinin geçmişe kıyasla daha önemli bir rol oynayaması son derece mümkündür. Bu nedenle, Arap ülkelerinde, İspanya’da ve Yunanistan’da gerçekleşen güncel kitlesel hareketlerin incelenmesi gereklidir. Ernest Mandel’in düşüncesi özünde hâlâ günceldir. Rutin tarafından hipnotize olmamak önemlidir – kapitalist toplumun yapısal kriz içindeki çelişkileri, kitleleri periyodik olarak harekete geçmeye iter ve o noktada her şey, organize bir devrimci akımın açıklığına ve farkındalığına bağlıdır.
Çeviri: İmdat Freni
Manuel Kellner, Internationale Sozialistische Linke (ISL, Almanya’daki Dördüncü Enternasyonal’in iki örgütünden biri olan Uluslararası Sosyalist Sol) üyesi, Ernest Mandel’in düşüncesi üzerine bir doktora tezi kaleme almıştır: Kapitalizme ve Bürokrasiye Karşı: Ernest Mandel’de Sosyalist Strateji Üzerine, Neuer ISP Verlag, 2009. Kaynaklar:
–İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim – Antoloji, Maspero, Paris, 1970, s. 7; burada Alman versiyonuna dayanmaktayım: Arbeiterkontrolle, Arbeiterräte, Arbeiterselbstverwaltung. Eine Anthologie, Frankfurt/Main, 1971.
-1960/1961 Belçika grevi üzerine Guy Van Sinoy’un yazısına bakılabilir.
–İmdat Freni’nde Ernest Mandel’in üç bölüm halinde yayınlanmış Genel Grev yazısına bakılabilir. http://imdatfreni.org/genel-grev-1-kokeni-ve-turleri-ernest-mandel/
Çeviri Kaynağı: https://npa-lanticapitaliste.org/opinions/social/greve-generale-et-strategie-revolutionnaire-dans-la-pensee-dernest-mandel (ilk yayınlanma yılı 2011)
[1] Hidra, çok başlı mitolojik yaratık (ç.n.)